Sunday, December 23, 2007

Gozumu actim, etrafimda gorduklerim sasirtici derecede tanidik, kirmizi tuglalar sasirtici derecede tanidik. Sicak bir sabaha uyandim, sasirtici derecede misafirlikte hisseder gibi o tanidik mekanda. Kirmizi tuglalar geldigim yerden mi, biraktigim bu yerden mi tanidik karar veremedim. 1 yil once o gelecek diye butun bir haftasonu tasidigim isiticilara ihtiyac duymadan ilikti oda.

Simdi bir urperti geldi. Aarhus'tayken Marianne veya Margharita'yi kandiramamissam, yeteri kadar yagmur yagmamissa veya illa da eve gitmeye karar vermissem, karanliklarin icinden, demiryolu koprulerinin uzerinden o son dik yokusu cikmadan once Viby merkeze yaklasirken soguktan dusuk devirler yapan bisikletimin pedallari arasindaki ruzgarin urpertisi gibi. Alabildigine serin ve derin bir sessizlik. Gecenin 2'sinde Millenium Bridge uzerinden eve yururken biri cikip, bogazinizi kesip nehire atsa sizi, kimsenin ruhunun bile duyamayacagi turden derin.

Etrafima baktim ve odada kimse yoktu. Aylar sonra bu tanidik yabancilikla basbasa kalmisim. Video gosterimlerinin ardindan, Bloc Party konserinden, Knightsbridge'deki cazli geceden, nehir kenarindaki festivalden, upuzun bir yolculuktan sonra...

"Bunu kullanmani istiyorum orada" dediginde verecegim cevabi onceden tahmin ediyordu bile F.
Hatira olarak kabul edebilecegimi soyledigimde alinmadi, bir sey soylemeden birakti masanin uzerine. Bazi donemler o kadar cok calisiyordu ki, hic calismayip da ahkam kesenlere gore daha mi cok hakki vardi acaba diye dusunuyordum bazi kararlarda? Eger "emek katsayisi" diye bir sey olsaydi, "sozunun gecerliligi" ile dogru orantida ilerleyen, o zaman F. gibilerin daha cok hakki olurdu.

Dogruldum, elimi yuzumu yikadim, kapiyi cektim, kilitledim ve disari ciktim. Karsidaki isikci abi sanki burayi terk edip gitmemisim de bugun, gecen sene bugunmus gibi selam verdi "okula mi gidiyorsun?" sorusunu bu sefer sormadan. Tanidik sokaklar, tanidik yuzler... B. evde degildi ama ev sicacikti, sabah sabah Turk kahvesi ve sonra epey ertelenmis bir kahvalti icin mahallemin yolunu tuttum. Aksam misafirlerim vardi, o gun hazirlanmis ilik bir corba, biraz sigara, biraz bira, S. nin getirdigi sarap, bolca muhabbet ve bolca ayrilik... Ben degilmis de onlarmis ayrilanlar, sanki hic gitmemisim gibi. Kisin zaman yavas akiyor... Simdi aklima geldi yavas akmaktan bahsi gecmisken, daha boza icmeye gitmedigim Vefa'ya bu kis.

K. gene bildigini okuyordu, surpriz bir konser etkinligine katildik, merdivenlerin onundeki demir parmakliklarin ardindan, hafif serin gitarlar ve uyarici davullara maruz kaldik, cok cok guzel caldilar... K. ve arkadasi ile ciktik, F. nin bana ugradigi geceden onceki gece. O pek tanidik kirmizi tuglali evde kalmayi planliyordum, anahtarlar hala cebimdeydi. Ertesi gun G. ile bulustuktan sonra, eve dondugumde gorustum F. ile. Bazi insanlari ne kadar cok ozlediginizi onlari tekrar gordugunuzde daha iyi anliyorsunuz. Bazi eski sevgililerde ve bazi eski sevgili sehirlerde oldugu gibi.

Anahtarlar hala cebimdeydi ama o kirmizi tuglali eve geri donmedim. Bir iki hafta sonra yepyeni kirmizi tuglali bir ev bulmam gerekebilir tasinmak icin. Yalniz kalmaktansa baska yerlerde kalmayi tercih edenlerdenim. Zamanimi daha iyi kullanmayi ogreniyorum, ve daha az stresli olmayi. Son anda degisen planlarla birlikte taharrur ettigimden daha degisik bir haftasonu oldu gene, sevdim yeni tanistigim insanlari. Anahtarlar hala masanin uzerinde, yarin ugrayacagim sasirtici derecede tanidik yere, berbere gidip sacimi kestirdikten sonra.

F. bu gece donmustur geri okulunun oldugu sehre. 2 yil once bir anda kafamiza esip elimizde bir kutu pismaniye ile ziyaret ettigimiz o sisli yere. Soguk, sicak, ilik, soguk, sicak... "Evine hosgeldin" yazili parlak neon isikli bir tabela karsi dukkanda isikci abinin elinde. Tanidigim ve tanimadigim arkadaslarim ziyarette misafiri oldugum tanidik evde, gurultulu bir muzik, dolunay isigi, Kiz Kulesi'nden goz alici bir parlaklikta Uskudar Salacak'a parlayan ya da en guzel sabahlardan birini beklerken Bozcaada Kalesi'nin tepesindeki binlerce yildizdan uzerimize salinan... Hediyeleri aciyoruz, yilin ilk kar tatili, yilbasina bir kac gun kala, bir turlu tam kapanmayan balkon kapisinin araligindan iceri sizan urpertici serinlik oksuyor ruyalarimizi... Tanidik bir sabaha uyanmadan once yeni bir ruyaya daliyoruz.

Wednesday, November 21, 2007

a b i

Robert Kolej yemekhanesi, yıl ya 1999 ya da 2000, hadi bilemedin 2001.

Yanlış hatırlıyor olmayayım, 5 Türk bilim insanı yemeklerini yerken yeni bir formülle bilim dünyasına katkı yapma aşamasındadır. Ömer Çavuşoğlu, Ege Duruk, Seçkin Güneş, Ahmet Can Kuyumcuoğlu ve Ömer Tuğlu bir yandan her zamanki gibi Ahmet Can Kuyumcuoğlu'nun yemeğini bitirmesini (veya bitirememesini) beklerken, bir yandan derin bir tartışmayla matematik, fen ve sosyoloji bilgilerini harmanlamaktadırlar:

"Abi, bunun belli bir "sabit"i var. 3 parametreye dayanıyor":

hatun sabiti= Availability x Beauty X Intelligence

Sosyal Darvinizm'i öğrenmeyi bırak, Biyoloji dersini zar zor veren Ömer Çavuşoğlu isimli genç öncelikli olmak üzere, henüz hayatın sillesini yememiş, önlerindeki tabaktakileri bitirmekle meşgul bu genç adamlar, önergenlik ve ergenlik dönemlerinin en önemli sorunlarından birini formülize etmiş olduklarının düşünmenin sevinciyle dersliklerine doğru yönelirler... (A B İ teoremini geliştirirken, örnek olarak alınan bayan arkadaşların isimleri hiçbir şekilde açıklanmayacaktır...)

O günden sonra bu zat-ı muhteremlerden 3 tanesi akademik hayatlarını Mühendislik dallarında devam ettirmeye karar verirken, bu satırların sahibi, üniversite yıllarını, büyük bir matematik özlemiyle ve "kader"in aslında bir algoritma ve olasılık denklemleri karışımlarından ibaret olduğu üzerine kafa yormakla (Darren Aronofsky'nin "Pi" isimli filmini izleyerek gaza gelmekle) ve bu rakamların ve binlercesinin birbirine bağlandığı ve birbirini bağladığı başka başka diyarları gezmekle geçirdi....

Neyse, sonuçta bu hikayenin üzerinden geçen yıllardan sora anladığım tek şey, bayanları anlamadığım oldu, ama şimdi bunun üzerinde fazla durmayacağım sanırım. Sonuçta, burası bir H.U. köşesi değil ya.

ETH'da geçirilen bir haftasonu, AA'de geçirilen bir akşam seansı, ve V&A (Victoria & Albert Museum)'in RIBA (Royal British Institute of Architects) arşivlerinde geçirilen bir günü de kapsayan koca bir haftadan sonra, 20 Kasım 2007 günü, 5 ayrı projenin toplam 5 saatlik sunumları olduğu bu kutsal günde, saat 8 gibi önce 6 sonra 7 bölümdaş olarak 4 şişe şarabı devirmemizin şerefine, ajandam bana: "bugün, sizin yıllar önce çocukça yaptığınız basit gözlemlere, büyük katkıda bulununa kelli felli bir mimar adam konuşmasıyla katkıda bulundu" diyor:

Gene ETH'dan (bugün bizim sunumları dinlemeye gelen yarı ETH'lı, yarı LSE'li Adam Caruso gibi), gelecek dönem, sağolsun etrafımızı şenlendirecek Kees Christiansen isimli mimar abimiz, bizim bölümdeki mimarların dahi büyük bir soğukkanlılıkla "mimar işte!" diye karşıladığı, sunumunu muhtemelen bugün uçakta hazırladığı, pek güzide şehirlerimizden Hamburg, İstanbul, Amsterdam, Dubai, Bağdat'ta çalıştığı, ama sanki pek de "anlamadığı" projelerini anlattı.

Ahh gözüm, böyle mimar olup da, "insanların yaşama alanlarını şekillendiren" projeler üreteceksen, keşke hiç mimar olmayaydın e mi?

Sonuçta biz de ufaktık, küçüktük, bilemedik, erkek erkeğe heyecanlandık, "abi" diye bir denklem ürettik ama kimseyi kırmamaya, incitmemeye çalıştık. "Formül budur işte" deyip, insanları a b ve i'lerine göre ayırmadık, elele tutuşunca heyecanlandık, öpüşünce sevindik, yalnız kalınca üzüldük. Ama birbirimize döndük, paylaştık, çalıştık, ve inanın günlerce ve günlerce her derse geç kalacağımızı bile bile Ahmet Can'ın yemek yemesini bitirmesini bekledik...

Thursday, November 15, 2007

Derin sulara girmişken..

Zürih'te geçtiğimiz haftasonu başıma gelenlerden esinlenerek yazdığım son blog'dan sonra, dün katıldığım bir söyleşinin de üzerne özellikle Kürtler'in yürüyüşü ile ilgili daha açıklayıcı bilgiler vermekte yarar var sanırım. Önce biraz Zürih gezisinden bahsedeyim:

Yaklaşık bir ay önce Schengen vizem olmadan, İngiltere'de oturma iznim ile gidebileceğim yegane ülkelerden birinin İsviçre olduğunu farkettiğimde, İlkay'ın "gel bir haftasonu, misafirim ol" teklifini "dönem arası kaçamağı" planım olarak belirledim. İyi ki de gittim. Dinlendirici ve keyifli bir haftasonuydu. Zürih soğuktu, kar sezonunu açtım, ama genelde her şey huzurlu, sakin ve aynı anda eğlenceliydi. İsviçre'den beklediğimden ötesi sanırım Zürih, hatta belki biraz güneyli havası bile var evlerinde, dar sokaklarında. Zaten aslen bir Roma kenti, ama Roma şehir yapısını ve mimarisini bulmak biraz zor bu günlerde. Şirin sayılabilecek bir yer, Zürichsee'nin kenarına kurulmuş şehir. İki önemli üniversiteye ev sahipliği yapıyor: Zürich Üniversitesi ve ETH Zürich (İlkay'ın mimarlık eğitimine devam ettiği okul). ETH'nın ana kampüsü Zürih Üniversitesi ile dipdibe şehir merkezinde. Öğrencilik için fena bir şehir değil gibi, ama yemesi içmesi Londra'nın bile iki katı... ETH'nın diğer kampüsü (mimarlık, fizik, kimya vs..) şehrin kuzeyinde, biraz dağ başında. Ama Sabancı gibi değil, gerçekten pastoral yaşamın dibinde, güzel bir dağın başında...

İspanyol meyhanelerinde sangria-tapas ekürileri, göl üzerinde şarap fuarı, gecenin son demlerinin caz tınıları, bol bol yeme içme, biraz kar biraz yağmur, biraz Le Corbusier derken güzel bir 3 gün... Cumartesi gününe damgasını vuran olay ise şöyle gelişti: Ana caddeden nehir boyuna doğru (Bellevue tarafına) yürürken, Kürtçe sloganlar atan ve bayraklar taşıyan bir grubun bizim geldiğimiz yöne, kortej halinde yürüdüğünü gördük. Tek bir fotoğraf çekmiş, grubun geri kalanını izlerken, arkamızdan yaklaşan uzun boylu yüzü yanmış bir adam önce gazeteci olup olmadığımızı sordu, ve daha sonra Türk olduğumuzu anladıktan sonra "uzaklaşmamız gerektiğini" ve "fotoğraf çekemeyeceğimizi" söyledi. Fazla diyaloğa girmeden uzaklaşırken, İlkay'ın ilk öfkesine karşılık sakin olmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Aklıma Kürt arkadaşlarım geliyordu bir yandan, Danimarka'da yanında çalıştığım Türk milliyetçisi Ümit Abi'm, köşedeki İran Azerisi, çocuklarının vesayetini tamamen kaybeden Rıza Abi, memlekette yaptığımız yürüyüşler, Hamburg Sternschanze'de bir köşede birbirine bakan Türk ve Kürt dükkanları ve daha niceleri... Ama bir yandan da, ilk defa seslerini dinleyen bir kitleyi karşılarında bulan ve uzun zaman baskı altında yaşamış bir toplumun herhangi bir mensubuyla bu şekilde bir diyaloğa girdiğimi düşününce işin içinde aslında hiç de kolay çıkılamayacağını bir kez daha hissettim.

Sadece bu olaydan sonra hissettiklerim üzerine daha çok yazmadan önce, dün akşam Aylin'le Londra'da katıldığımız, "Is it time for a free Kurdistan (Özgür bir Kürdistan için zaman geldi mi?)" isimli söyleşiyi aktarayım ana hatlarıyla..

Katılımcılar:
Michael Howard, moderatör (The Independent gazetesi) - MH
Bayan Sami A. Rahman (Irak, Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Birleşik Krallık temsilcisi) - BR
Peter Galbraith, telefonla katılıyor - PG
Kamran Kardaghi (Celal Talabani'nin eski danışmanlarından) - KK
Adel Derwish (gazeteci, yazar) - AD
David McDowall (Kürt tarihçisi) - DM

Kısaca konuşulan konular, ana başlıklar ve kişilerin aktardıklarını iletmeye çalışayım sade bir şekilde..

Peter Galbraith: Şimdiki Irak sınırları içinde özgür bir Kürdistan
Bayan Rahman: Federal bir yapı olarak Kürdistan, ulus-devlet olarak Irak
Adel Derwish: Arapların Filistin için gösterdiği destek neden Kürtler'e hiçbir zaman gösterilmedi? (...)

David McDowall, Osmanlı Devleti'nin çöküş dönemlerinde, merkezci devletin doğudaki toprak ağalarına bıraktığı güçten, toprak ağalıyla yerleşen Kürt kimliğinden bahsediyor... Güçlü bir merkezci geleneği sürdüren Türkiye devletiyle, yerel güçler arasındaki güç çatışmalarından...

BR: 20. yüzyıl boyunca Kürtlere yapılan ayrımcılık ve zulümden bahsederken, Kürt şarkılarının kültürlerinden önemli bir yere sahip olduğundan dem vuruyor.


Konu Amerika'nın rolüne geldiğinde, genelde Irak hükümeti kadar Amerika'nın da son dönemde Türkiye'yle ilgili krizde yeterince akıllıca ve yapıcı hareket etmediğinden söz ediliyor, fakat aynı zamanda madalyonun öteki yüzünde Irak'taki Kürt oluşumunu kabul etmeyen yegane devletlerden biri olarak Türkiye'nin izlediği yanlış politika tartışılıyor.

Genel olarak Türkiye'nin yapıcı bir politika izlemesi gerektiğinden, önce kendi ülkesindeki Kürtler'i ve Irak'taki Kürt bölgesini tanıması gerektiğini tavsiye ediyor konuşmacıların bir çoğu.

PKK konusunda ise herkes hemfikir: "PKK'yı kabul etmiyoruz".

Ama BR önemli bir eklenti olarak, "PKK'yla savaşmayız, daha önce onları silahla yenemedik, ve artık insanlarımız PKK'yla da savaşmak ve onlara "gidin" demek istemeyeceklerdir. Biz dersimizi aldık, ama Türkiye'nin de dersini alıp, PKK'yı silah zoruyla yenemeyeceğini anlaması gerekiyor" diyor.

Genel olarak, Irak'ı temsil eden konuşmacılar, derhal özgür bir Kürdistan'dan söz etmek istemiyorlar. Zaten Irak cumhurbaşkanlığında da kendi halklarından birini görmekten memnunlar. Özellikle Kerkük referandumu öncesi iyice temkinliler. Kerkük'ün Kürdistan'a bağlanmaması durumunda çok önemli bir gelir kaynağını kaybedeceklerini (Kürdistan bölgesinde, veya diğer federal bölgelerde, elde edilen petrol gelirleri gibi gelirlerin yaklaşık yüzde 80'inin Irak Devleti'ne bırakılacağı kanununu da dile getirmelerine rağmen) biliyorlar. Şu anda daha sakin ve huzur içinde görünen bölgelerini, Irak'ın geri kalanından ayırıp gerilim yaratmak da istemedikleri bir gerçek. Ama BR'nin de kendi gönlünden geçeni ifade ettiği gibi "bir gün mutlaka özgür bir Kürdistan görmek istiyoruz", bu ekolün esas görüşü.

Konuşmadan ayrılırken, sorular kısmında sorduğum soru yanlış anlaşılmış olsa dahi, 3 Kürt asıllı (2 genç 1 orta yaşlı) dinleyici bize yaklaşıyor. "Milliyetçiliğin zararları"ndan, PKK'nın konumuna kadar genelde yüzeysel bir iki diyalog paslaşmasından sonra 27 yıldır Türkiye'den sürülmüş bir şekilde yaşayan Kürt gazeteci, bazılarımızın inandığı, bazılarımızın sevmediği, Abdullah Öcalan-MİT-Ordu-PKK ilişkileri bazlı komplo teorilerini, ve gerçek hayattan basit örneklerle betimlediği "köylü yöneticiliği" konseptlerini paylaşıyor...

Tekrar aklıma, yıllarını anavatanından uzakta geçirmiş Kürtler, Türkler, Filistinliler, Cezayirliler, Afganlar geliyor. Tanıştıklarım, duyduklarım, arkadaşlarım... Verdiğimiz anlık tepkiler, sırf bu tepkilerden beslenen kurumlar. Ve sonunda, sadece ve sadece daha çok düşünmemiz gerektiğine, bunu daha çok paylaşıp, aslında hep bildiğimiz ama göz ardı ettiğimiz hikayeleri tekrar tekrar kendimize anlatıp bunların yaşanmaması için bilinçli olduğumuzu birilerine ve birbirimize sürekli anlatmamız gerektiğine kanaat getirebiliyorum. Daha fazlasını düşünüyorum, aklım bazen silahlara gidiyor, bu fikir hoşuma gitmiyor, yollara gidiyor bir yandan aklım, havayı düşünüyorum Kandil Dağı'nın eteklerinde veya Erbil'de veya Şemdinli'de. Elektrikleri olmayan Göynük civarına bir köyde veya Gümüşhane'de. Televizyonunu izlerken karşısına çıkan yüzlerce imge karşısında hep aynı tepkileri vermeye şartlandırılmaya çalışanları, sıkıldığımızda kolaya kaçan kendimizi.

Tekrar bunları konuşmanın, üzerinde düşünmenin, ve şu satırları bile tekrar yazmanın ürettiği düşünce ağını düşünerek bağlantıları birleştirmeden, kapatmadan ama kesinlikle de koparmadan yollanıyoruz soğuk Londra gecesinde, başımızı yaslayabileceğimiz sıcak yastıklarımızın olduğu evlerimize...

Sunday, November 11, 2007

Sınırlar

Sadece birkaç saat önce, polisin bir anlık boşvermişliği esnasında kendimi Fransa'ya atmış olabilirdim. Şu anda Paris'e doğru yol alan bir trenin veya arabanın içinde olabilir, keyfimin istediğince, örneğin 3 hafta sonra Eurostar trenine atladığım gibi Londra'ya gelmeye çalışabilirdim. Muhtemelen, Schengen vizem olmadan kaçak giriş yaptığım Avrupa Birliği Schengen bölgesinden sınırdışı edilir (belki de sadece Fransa'dan), muhtemelen İngiltere'den de kovulabilirdim. Veya, Almanya'ya geçer, tekrar İsviçre'ye döner, hiçbir şey olmamış gibi İngiltere'ye veya Türkiye'ye tekrar uçabilirdim. Eğer İngiltere'de öğrenci olmasaydım, normal bir Schengen vizesiyle İsviçre'ye giremeyebilirdim. Şimdi ise İsviçre'ye vizesiz girebilirken, Schengen ülkeleri için ayrı bir vizeye ihtiyacım var. Çok mu karışık oldu? Basel Havalimanı'ndaki pinekleyen Fransız sınır güvenlik görevlisinin açtığı şu tartışmayı biraz geriye saralım. Belki hiçbir zaman gerçek bir "ulus-devlet"e sahip olamamış Kürt halkına mensup bir grup insanla dün Zürih'te yaşadığımız olayın manasını da daha iyi anlayabiliriz.

İtalyanca, Almanca, Fransızca ve İngilizce konuşuyor olabilirsiniz. Pekala, çok çalışıyor, emek üretiyor ve birçok konuda ortalama bir Fransız veya Alman vatandaşına göre çok daha fazla fikir sahibi olabilirsiniz. Ama Filistin topraklarında doğmuş ve burada yaşayıp ölmeye "mahkum" edilmiş biri de olabilrsiniz. Eyal Weizman isimli mimarın (bkz. "
Hollow Land: Israel's Architecture of Occupation") birkaç hafta önce LSE'de verdiği konuşmadaki örnekteki gibi dört duvarlı sınırlarınızın içinde otururken, kamplarında Foucault okuyup mimari ve kent teorileri üzerine eğitilen İsrailli askerlerin duvarınızda açtığı deliklerden içeriye girmesini ve sizi "ne yapıyorsunuz burada?" diye sorguladıktan sonra "burası bizim evimiz." cevabıyla birlikte odanın öbü tarafındaki duvarınızı delip yandaki eve geçişini izlemek durumunda kalabilirsiniz.

Aynı şekilde, Saddam'dan kaçarken doluya tutulmuş da olabilirsiniz, yıllarca baskı altında yaşadıktan sonra medeniyetin beşiğine kaçmış, orada üçüncü sınıf insan muamelesine maruz kaldığınız insanların açıkfikirliliği sayesinde, size ikinci sınıf insan muamelesi yapan millet, devlet ve kurumlar hakkında tam da size yakıştırıldığı gibi "terörist" diye bağırıyor da olabilirsiniz. Eğer hayatınızın yüzde seksenini gördüğünüz zulümü yenmek uğruna adayabileceklerinizi düşünerek geçirmişseniz, size elini uzatan aynı renkten ve aynı tenden kişinin sadece kimlik kağıdına bakıp onu sırtından vurma refleksinde bulunabilirsiniz. Malesef hepimizin "maddesel kaygılar"dan öte şeyleri düşünecek kadar fazla vakti olmayabiliyor. Yakınını kaybeden birine ne demeli? Ailesinin yarısı parçalanmış olarak dünyaya gelen birinin hissettiklerine, ona öğretilenlere? "Mantıklı" düşünebilmek bütün bunlardan uzak, soyut yaşayabilmiş, kişisel olarak bir "acı"ya veya "deneyime" saplanmamış ama aynı coğrafyadan, aynı kederleri paylaşabilecek derecede duyarlı insanlara nasip olabilir mi? Ya da sadece bunları yaşamış olanlar mı olayları doğru gözlerle tespit edebilirler? Peki, hem yaşamamış olup da, yaşamış kadar "üzülen", "sinirlenen", "tepki gösteren", "korkan"lar? İşte, medya-hükümet-asker işbirliğinin de, çatışmalarının da kaynakları bu yönlendirmeler değil mi?

Eğer kırmızı küçük bir kimlik defterine sahipseniz, İsviçre'de eğtimini sürdüren, el emeği göz nuru ile büyüttüğünüz minik kızınızı sınıra kadar geçirebilir, sabah gazetede "terörist Türk"lerle, sınırsal bütünlüklerini tehdit eten "pis Kürtler"in çatışmasını okuyup akşam evinde süper hızlı Internetiyle çocuk pornografisine dalacak Fransız polis memuruna ufak bir selam vererek, mutlu mesut evinize geri dönebilirsiniz. Eğer, ufak bir pasaport defterinden başka kaybedecek hiçbir şeyiniz yoksa, bu mekandan ve zamandan soyutlanmış, yüzlerce sayfalık Schengen protokollerinin arasından, son 4 yüzyıldır varlıklarıyla medeniyetin beşiği olan ulus-devletlerin yumuşak karnından, hiçbir coğrafya, doğal afet veya "olağanüstü hal"lerin başedemediği sınırların ötesinden yeni ve "illegal" bir hayat kurma hayalleriyle bir kamyonun arkasına atlayarak aynı otoyollardan geçebilirsiniz. İsviçre'de muhafazakar partinin seçim propogandası olarak "ak koyunların kara koyunları sınırların dışına tekmelediği" karikatürlere çok mu şaşırmalı? Ya da "troubleshooter" ibareleriyle dolaşan polis arabalarına? Londra'nın dört bir yanına dağılmış 300.000 güvenlik kamerasına? Ya da burnunun dibinde "çapulculara" ayar çeken, "DTP'liler suçüstü yakaladık" derken şehit annelerinin gözyaşlı oylarına kanlı parmaklarını uzatabilmek için DTP diplomasisine razı olan, ardından askerleri hapise atan, kendi siyasi ve ordusunun askeri varlığını dayandırdığı temellere küfretmeyi bahis bilip medyayı sansürleyen eski adalet bakanı ve şimdiki başbakan yardımcısı ve tayfasına mı çok şaşırmalı?

Peki, kendi memleketinde olmayanları olmuş gibi gösterebilirken, medeniyetin ortasında "terörist Türkler" diye bağırma hakkını kullanan adamı hangi medyadan saklayabilirsin? Tabii, bunun karşısında "insan hakları fetişizmi" yaparak, güvenlik sorunlarıyla, kendi huzurunu hiç bilmediği topraklarda arayan, bunun için kendi topraklarında 3. sınıf insan muamelesi gösterdiği azınlıkların başka bir ulus-devlet (Kürtlerle Türkiye'yi kastediyorum elbette) için düşündüklerini manşet manşet yayınlayan riyakar, iki yüzlü medyaya ne demeli? Bütün bu çirkinliklerin arasında kim bilir yüzü nerede kim tarafından nasıl yakılmış adam sana yaklaşıp seninle şöyle bir diyaloğa girdiğinde, "terörist Türkler" diye bağıran 1000 tane Kürt'ün arasında "ben Kürtlerle beraber de yürüdüm, neden böyle davranıyorsun?" diyebileceğini mi sanıyorsun:

- Sind Sie Journalist?
- Nein.
- Sind sie Türke?
- ...
- Türk müsün sen?
- ...
- (fısıldayarak) Türk müsün? Başka yere git. Resim çekme. Kameranı alır, fotoğrafları yokeder, onu da kırarız. Başka yöne yürüyeceksin.


İçinden "yarın senin peşmergelerine şanlı Türk ordusu saldırdığında..." ile başlayan cümleler geçiren bile olabilir. Kutsal sınırları korumak adına daha kimler kimlere zulm edecek? Hepsi bir hayalden ibaret uluslarüstü projeleri hayala geçirmek adına kendi vatandaşlarına bile eziyet çektiren devletlerden daha kimin hangi yaptırımlar sonucunda canı yanacak? Hangi bayrağın "topraklarında", hangi bayraklar "uğruna", hangi bayraklar yakılacak? Bir şaşkın polisin koruyamadığı sınırları korumak için binlerce kilometre ötelerde güvenliğimizi arayacağımız günler bu saldırgan tavırlar, bu ikiyüzlü oyunlar devam ettiği sürece hiç biter mi acaba?

"Teröre hayır". Hangisine? Gerilla terörüne mi? Devlet terörüne mi? Petrol terörüne mi? Endüstrileşmiş futbol terörüne mi? Hepsine mi?..

Karlı kış sezonunu açtım, "karanlık, pis bir şey okumak istemiyoruz" diyenler, verimli ve dinlendirici Zürih gezisinin geri kalan "yumuşak öğeler" içeren bir sonraki yazıyı bekleyebilirler...

Saturday, October 27, 2007

Flanerie

Kim demişti hatırlamıyorum, çok kişi demiştir muhtemelen, öyleyse "anonim" olsun, değilse ben demiş olayım: "Bir şehri tanımanın yolu, orada kaybolmaktır" diye. Tercihen de yürüyerek kaybolmak.

Yön bulma sezgilerim epey iyi sanırım. Genelde sürprizleri mahvetme derecesine varabiliyor, ama büyük ve kalabalık bir şehirdeyseniz, yön bulabilmek sadece zaman ve özgüven kazandıracağı için, halen keşfedilecek yüzlerce ara sokak, "nasolsa doğru yönü bulurum" güdüsüyle "bu sokağa da gireyim" diyebilecek şanslarınız oluyor. Sessizliğini sevdim bugün Londra'nın, ağaçlarını, karanlık sokakların nereye çıkacağını bilmezken bir anda solumda yükselen ufak basamakları. Pubların parlak ışıklarını, ambulansların sirenlerini.

Öğlen 12'de çıktım Bankside'dan, Millenium Bridge'den karşıya St. Paul's e. "Farklı bir yoldan yürüyeyim" bari diyerek Holborn viaduct üzerinden önce Chancery Lane'e, oradan Holborn'a. Yeni banka hesabıma para yatırdım, stüdyoya uğradım, Berk'e doğumgünü kartpostalı "tasarladım" (ama ne tasarlama o da!!). Son birkaç haftadır kalabalıkların ulaşım için olduğu kadar, intihar ve "dur biraz dinleneyim" niyetiyle kullandığı Holborn istasyonundaki raylara yönlendim, Queensmary'den proje alanmımız Hallfield Estate'e yürüdüm. 1950lerde sosyal konut projeleri çerçevesinde Bertold Lubetkin'ce tasarlanan modern mimari harikamız. 45 dakika boyunca sadece "gözlem" yaptım, ellerim donarak, ayaklarım üşüyerek. Çok yaşlı teyzelerin 50 m. mesafeyi 4 dakikada yürüyebilmesini, 55 yıllık binaların dökülen pencerelerini, yanıma oturan Karayip asıllı göçmen bayana yemek getiren göçmen adamı, akabininde gerçekleştirdikleri alışverişi izledim. Konutların hemen dışındaki inşa çalışmalarını, ve bahçelerden belli belirsiz yükselen kuş seslerini dinledim. Gruptan arkadaşım olan ve etraftaki sokaklarda "gözlem" yapan Lucre'yle buluştuk, Leicester Square'e gittik. Kırmızı halının üzerinden yürüyüp John Cusack'in (katılımıyla) son filmi Grace is Gone'ı seyrettik Londra Film Festivali'nde.

Çıkışta ilk göz ağrım açık büfeci Mr Wu'da ne eti belirsiz yemeklerimizi yedik. ve sonra kaybolmaya başladık şehirde, Londra'ya bıraktık kendimizi. yürüdük, yürüdük, yürdük. Fotoğraf çektim bol bol bugün. Bir gün inşallah USB girişleri çalışan bir bilgsayara yükleyebileceğim...

Tottenham Court Road'a yürüdük, kalabalığı yarabilince, Covent Garden'a indik, gündüz kalabalığını yavaş yavaş dağıtan, son sokak çalgıcısının son tınılarıyla karanlığa doğru çekilen Covent Garden'dan gerisin geri Holborn'a. Büyük caddelere, Chancery Lane'e, ve gözlüklü balkabaklarının arasından King's Cross'a doğru yönlendik. Yolu uzatmaya ve değiştirmeye karar verdik, cuma akşamı olmuştu, Leicester Square cümbüşünden beri, gürültüye eşlik eden double deckerlar'ın, ambulansların ve pub insanlarının arasından önce Hemit sonra da Friend Street'in olduğu Rosebery Avenue, Angel arasındaki ufak sokaklarda sessizliğe, koyu yeşile ve turuncu sokak lambalarına doğru ilerledik. Upper Street'e çıktığımızda, şık lokantalar, alternatif barlar, konsept lokallerin arasından "şehre" selam durduk.

Bütün bunlar yetmedi heralde ve 1 saat 15 dakikalık yeni bir yürüyüş macerasıyla, Upper Street, King's Cross Road, Farringdon Road, St. Paul's üzerinden Tate Modern mabedime kadar geri döndüm. Türk sosislici amcalardan sosislimi aldım, sokak ve yön soran 3 ayrı İngiliz'e yer tarif ettim, biraz daha fazla fotoğraf çektim, ve basit, sade, dolu dolu ve hareketli bir günün sonuna geldim. Bu yazıyı yazarken hiçbir şey düşünmek ihtiyacında bile olmadım galiba.

"Grace is Gone" gibi basitçe ve sade bir şekilde akıp gitti bugün. John Cusack acı çeken bir Amerikalı dul adamı oynarken, Iraklıların günde onlarca yüzlerce tanıdıklarını kaybettiklerini biliyor da neler hissediyordu acaba diye düşünürken film boyunca, film ardından "bir senaryoyla yapılabilecek çoğu şeyin yapılabildiğini düşünüyorum" dediği zaman samimiyetine güvendim sanırım. Bir şehir turu ile, arşınlayarak, soluyarak, kendimi bırakarak ama tamamen hiçbir zaman kaybolamayarak, ne kadar olabiliyorsam o kadar Londralı oldum sanırım bugün ben de.

Monday, October 15, 2007

welcome to London, my son.

"Does this train go to Earl's Court?"
Önce anlamakta zorluk çektim adamın ne dediğini garip aksanı yüzünden. Renkli kıyafetleri vardı ama, ceket, kazak ve gömlek üçlüsüyle sıradan birine benziyordu.
Evet dedim, ben de o yöne gidiyordum.

Evet, sevgili David, memleketindeyim sonunda. Battersea Power Station'ı görmeyi düşünüyorum, Pimlico'ya gittiğim bir zaman. 20 yıllık beklemeden sonra asbestosların güvercinleri bile uzaklaştıramadığı o muazzam binayı. Belki ardından, Syd çekip gittiğinde "hey Pink Floyd'layım artık. Güzel çalıyorlar ve iyi para kazanacağım" dediğin iddia edilen pub'a uğrarım. Aslında Guy Pratt bunu kendisine sorduğumda "hayır, David'in Syd'e yıllarca nasıl baktığını, zorla ona para gönderdiğini bile bilmez o densizler" demişti. Hem Rick'in de damadı olur kendisi, çok da güzel bir çocuğu vardı telefonunda. Camden'a taşınırsam, yeni çocukların takıldığı publara takılabilirim. Bir aralar Graham Coxon'la Gallagher biraderler çok takılmışlar oraya. Morrissey'in de unutmadığı yerlerden biri. Sen müziğe gireli 40 sene geçti, şimdi hala içli şarkılar yapıyorsun, geçen sene soğuk ve karlı bir kış gününde Hamburg'a seni izlemeye geldiğimde hiçbir zaman çalmadığın kadar iyi çaldın. Bu yeni çocukları hiç takip ettin mi bilmiyorum ama birilerinin "müzik piyasasına okkalı bir tokat göndermeye çalışıyoruz" dönemlerinden beri çok sular aktı. Artık her 10 yeni gruptan 7'si "indie". Hem sen Roger gibi kendine lüks bir araba alıp, "karım istedi, ona aldım" diye kıvırmadın. Ama sanırım sen de çok güzel bir yerde yaşıyorsun.

İlginç bir yer Londra, David. Bana bu gece yer soran herif metroya biner binmez torbasından gay dergilerini çıkardı. İlki basbaya porno dergisiydi. Herhangi bir porno dergisinde görebileceğin her türlü resim vardı, tek eksik, kadınlardı. Diğer dergiler de moda dergileriydi sanırım. Aynı metroya garip bir kadın bindi. Uzun boylu, oturduğu yerde saçıyla oynayıp kendi kendine ve çevresine mütemadiyen küsüp 180 derece dönüp duran bir kadın. Onları izleyen, bendeki kahverengi atkının aynısına sahip sanırım Hintli veya Pakistanlı bir adam vardı. Uzak doğu menşeili sarhoş gençler bindi ben en son aktarmamdan sonra trenden inerken.

Bazen inanması güç geliyor ama bütün bunların uzun zamandır bir parçasıymışım gibi geliyor. Daha okumam gereken çok şey var bu gece. Seninle tekrar ve tekrar karşılaşacağız nasolsa civarlarda. Gözünü açık tut. Syd gitti malesef aramızdan, arkasından bakabileceğin yüzlerceleri var bu diyarda. Taşınmayı düşünüyorum, bize de iki kuruş çıkıver de kiraya bir destek olsun. Gözünü seveyim..

Friday, October 12, 2007

"Do you know if this train goes to the south?"
Evet, biliyordum güneye gittiğini, yoksa zaten ben de biniyor olmazdım.
"Do you know if it goes to South Ke.."

30 Ağustos 2004'ü 31 Ağustos'a bağlayan gece. Batı İtalya kıyı şeridi üzerinde bir garip kasaba. Saat gecenin 11'i ve iki saatim daha var. Tek bir ışık bile olmayan bir caddede kendimi saçma bir pub'a zor atıyorum. Sadece arkadaki kapalı kapıların arkasındaki kıraathanede yoğun bir sis dumanının içinde okey çeviren yaşlı adamlar var burada. Grosetto: hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Sıkıntıdan değil, belki sadece bu korkudan tam başımın dibinde o sıcak yuvayı bekledim. "Ara istasyonlardan birinde binse güzel bir kız bari.."

Gecenin bir vaktinde soğuktan titreyerek uyandığımda, yanımdaki boş koltuğa oturmuş uyuyakalmıştı. Neredeyse başı omzuma düşecekti. Neredeyse zorlasam, başımı omzuna düşürebilirdim. Sınıra vardık. Trenden indiğimde çoktan gitmişti bile.

"always and never.. I never let go" I felt you so much today.

"İnme" diye işaret ettiğimde "I will take a bus from here" dedi. Farklı kapılardan indiğimiz için sadece 10 metre ötemde yürüyordu. Alımlıydı. Fransız olabileceğini tahmin ettim. Dönüp bakar mıydı bilmiyorum, ama o "way out" a giderken ben Jubilee'ye yöneldim. Üstteki platformdan geçerken mazgalların arasından son kez baktım. Uzun bir paltosu vardı, upuzun simsiyah saçları. Acaba bana bir "merhaba" mı getirmişti? Cordoba'ya kadar gitmediyse de, Monterrey'i görmüş müydü acaba diye merak ettim. Şimdi sadece minik metro fareleri vardı önümde ve yetişmem gereken son tren.

"I do you a favor today, yo do someone else a favor tomorrow" demişti İspanyol çocuk Brügge'de delicesine yağan yağmur altında çoktan bozduğum planlarla tek başıma ve üşüyerek nereye gideceğimi düşünürken.

Yarın sabah saat 10'da stüdyoda buluşacağız. Muhtemelen gene bütün günümüz stüdyoda geçecek. Harita çıkarmakla, topografyalarla uğraşmakla. Bu gece o, New York cazına dansederken Edinburgh'da yeşil bir yağmurun altında çimlerin üzerinde yürüdüğümüzü düşündüğümü anımsıyorum. Son treni yakalamam gerektiği için otobüs durağına kadar bile yürümedim. 3 dakika ile kaçırdığım trenle hostele geri dönme kararı verdiğim zaman... hayatımın kararıydı. Bu satırların üzerinde yürüten karar.

Dönüp bakmadı. Koyu yeşildi paltosu, muhtemelen oydu.

"If not, you will get off at the next" derken sesimi duyamadı gürültüden. "Next one?" diye sorup geri adım attı, bir sonraki trene bineceğini sanmıştı. Kolundan yakaladım, içeri çektim.

Tam uyuklamak üzereyken yanımıza gelmişti istasyon görevlileri. "Burada uyuyamazsınız" demişlerdi, geceden kaldığımı düşünerek muhtemelen. "Gitmem lazım" derken içimde bir ümit vardı ama gene de buluşacağımızdan emin değildim. O zaman ilk defa Almanya'ya gidiyordum. Daha sonra, "senden ayrıldıktan sonra trende çok ağladım" dediğinde ben hala nerede olduğumun farkında bile değildim. Rayların üzerinden havalanıp, bulutları delip, kıtaları ve okyanusları aşmaya çalıştım. Her devrin kendine has o aşağılık politik duvarlarını gökyüzüne kuramamışlardı elbet. "Abre tus ojos" dedi, istasyondaydık, sımsıkı sarılmıştık. Günün ilk treni geldi, bindi ve uzaklaştı.

Thursday, October 04, 2007

"Londra'da metrolar Eti Puf kokuyor" dedi

Perşembe günü şehre varıp, cuma gününün tamamını Tate Modern'da geçirince, ancak bu hafta "geç kayıt" yaptırabilerek, bir zamanların sosyalist okulu LSE öğrencisi olduğuma dair herhangi bir belge (afilli bir öğrenci kartı) sahibi olabildim. Salı günü programımın (City Design & Social Science) tanıtımına geldiğimde, ne önceki "takım elbiseler içinde parti yapan insanlar" ne de son birkaç gündür rastladığım "okulun ilk günlerinde cıvıl cıvıl dolanan lisans öğrencileri" veya "Hintli, Pakistanlı azimli sosyal" güruha rastlamayacağımı düşünüyordum. Tam da beklediğm gibi, farklı yaşlardan, yerlerden ve arkaplandan gelen 18 kişilik bir grup insan, kampüsün biraz izole bir bölümünde, "sağlık ocağı" binasının yanında toplaşmıştık. Zaten sabah 6'da kalkıp saat 7'de soluğup göçmen bürosunda alıp 3.5 saat içerisinde "polis kaydı"ma sahip olduktan sonra, güne erken, huzurlu ve rahat başlamıştım. İnsanlarla tanışmak için kendimden beklemediğim derecede bir heyecan ve meraka sahiptim. İşte bu senenin City Design programı öğrencileri profili:

önce, meslek sırasına göre:

Hukuk, İktisat, Mimarlık, Sosyoloji, Coğrafya, Mimarlık, İşletme & Film, İnşaat/Proje Mühendisliği, Mimarlık, Matematik, Mimarlık, Mimarlık, Mimarlık, Mimarlık & Tasarım, Tarih & Kültürel Çalışmalar, Şehir Planlama, Toplumsal ve Siyasal Bilimler (Ben!), Siyasal Bilimler

tanışma sıramıza göre masanın bir ucundan diğer ucuna bu mesleklere sıralanan öğrencilerin yaş yelpazesi de epey genişti. Heralde 22'lik ben ortalamanın epey altında kalırken, bir kısmı Architectural Association'da öğrencilik/öğretmenlik, Hindistan'da belgesel yapımı, 20 yıllık bir mimarlık geçmişi gibi mesleklere ve geçmişlere sahip olan grubun "genç" kitlesinin yaş ortalaması muhtemelen 26-28 arası bir şeydi. 3 ay önce doğan çocuğunu Japonya'da bırakıp gelen 31lik abi ve 40 ile 50lerine merdiven dayamış iki "teyze" de grubun nispeten ağır topları.

Tabii coğrafya olarak Amerika'dan Japonya'ya, Hindistan'dan Meksika'ya genişleyen bir çevre de, içinde bulunduğum bu yeni topluluğu ilgi çekici kılan diğer bir unsurdu.

Özellikle mimari ve dizayn eğitimleri/deneyimleri olanların çoğunluğu "ürettikler proje ve eserlerin çalıştıkları çevredeki toplumlar ve olaylar üzerine etkilerini" biraz daha iyi anlayabilmek için buraya gelmişlerdi. "Kentsel dönüşüm" ile ilgili iktisatçı (yarı Ürdünlü, yarı Amerikalı, yarı Filistinli 1.5 insan) ve "şehri daha iyi anlamak isteyen" kinayeli Hintli de bu programın onlar için ideal olduklarına karar vermişlerdi. Sanırım hocalar, bu ilginç insanlar hakkında not alırlarken, ne halt yediği konusunda hala belirgin fikirlere sahip olmayan benim hakkımda bolca boş satır ve soru işareti ile dolmuş olmaları gerekiyordu.

2 saatlik farklı derslerin tanıtımı, ana dersimiz (City Design) ile ilgili bir girizgah ve dakika bir gol bir ödevi (Foundations of Urban Studies dersi için) ile günün ilk bölümünü sonlandırırken, kırmızı yaka kartlarımızla (tanışma için) bağlı olduğumuz Sosyoloji Departmanı'nın geri kalanı ile kaynaşmak, bedava şarap içip kanepe atıştırmak için ana binanın 5. katına doğru yollandık.

Akşamın geri kalanı, bedava şaraplarla başlayan, Mehmet Can'a ev hediyesi olarak götürdüğüm votkalarla devam edip, gereksiz bira tüketimiyle doruğa varırken, "herkesin gitmesi gereken" ilk LSE partisinde sonra kendimi metroda Southwark durağına gitmeye çalışırken, ilkinde hattın sonuna gidecek kadar ciddi, toplamda 3. denemenin sonunda Southwark'dan bir durak ötede London Bridge'de metronun kapanmasıyla birlikte evime yürür halde bulacak kadar denyo bir sızma süreci olarak vuku buldu. Bugün "olsam iyi olacaktı" derslere, vücudumun "yeter be" isyanları karşısında yatağımdan katılamadığım için hayıflanırken, bugün İngiltere'ye gelip benimle aynı yurda yerleşen Ferda'nın telefonuyla yerimden zıplayıp sonunda saat 4 gibi kendimi dışarı atabilerek gecenin teferruatını ucuz atlattım sanırım. Zaten sonra, okuldakiler de "fazla bir şey kaçırmadın" diyip, hoca da "yarına iyi ol gel, başka bi şiy lazım değil"i ekleyince çok da fazla endişelenecek bir şey olmadığını anladım. Sanırım, bu ufak kazayla birlikte aynı Danimarka'daki gibi, burda da su yerine içmeye karar verdiğim şeylerin dozajına dikkat etsem iyi olacağını erkenden anlamış oldum.

Bartlett'te gitmediğim programın hocalarından okumalar olduğunu öğrenip, ETHZ, EPFH gibi okullardan hocaların da programımıza teşrif ettiğinden haberdar edildikten sonra, 23 Ekim'de bizim programın, "LSE Public Events"in parçası olarak, gene son anda başvurmaktan vazgeçtiğim Research Architecture (Goldsmiths)'den Eyal Weizman'ın (http://roundtable.kein.org/user/3) "Architecture of Israeli Occupation" hakkında konuşmasını organize ettiğini öğrenmem de günün sevindirici haberlerinden biri oldu.

Taşınma telaşı, akademik telaş, sosyal karmaşalar derken 1. haftamızı kapattığımız bu Londra'da bol güneşli, yağmurlu, sisli ve rüzgarlı bir havayla şimdilik sizlere veda ediyorum. Burada öğrenci yurtları kremalı pasta, metrolara Eti Puf kokarken, sıradan bir İngiliz kahvaltasında vatandaşlar, tatlı fasulye, yumurta, mantar ve yağlı sosis yiyorlar, Primark'ta 6lı havlu takımı £5, nevresim takımı £4'a satılıyor, Chinatown'da ucuz Çinci'de yemeğinizi yedikten hemen sonra Leicester Square'de karşınıza bir gala, gala sayesinde bir adet Michelle Pfeiffer ve "Kate Moss'la kahve içiyorlarmış, belki beraber gelirler" dedikodularına adı karışıp ortalara çıkmayan bir Sienna Miller çıkabiliyor ve Westminster köprüsünden Big Ben ve Londra'nın geri kalanı çok güzel gözükürken, ne hikmetse kimse oltasını sallayıp Thames'ten çamura bulanmış güzellik banyosu yapan balıklardan tutmaya çalışmıyor.

Monday, October 01, 2007

First Night Out Alone in London

Mehmet Can’ın bölümden arkadaşları Paki ve Hintli gençlerle başlanan Cuma gecesini erken bitirip, Cumartesiyi de Mehmet ve Sofia’yla birlikte Chinatown’daki £4.95’lik açık büfe, yiyebildiğin-kadar-ye, istediğin-kadar-tabağını-doldur yemeğimizin ardından, Soho’da “upcoming British band”lerden birini gördükten sonra saat 12’ye doğru sonlandırdık. Pazar gecesi ise, ortaokul lise yıllarına bir vefa borcu olarak, “e gelmişlerken bari görelim” diye ziyaretlerine gittiğim Incubus konseri ile sonlandırdım. Konserin mekanı, bu kasım ayında Sex Pistols’ın geri dönüş konserlerine de ev sahipliği yapacak olan güney Londra’da, Brixton’daki ünlü Carling Academy’ydi. Art Deco’ya doymaya henüz başlıyordum ki, konser saatinin geldiğini, ön grupları zaten kaçırdığımı ve biletimin aşağıya katta ayakta durmalı bölüme girmeme izin verilmeyen, üst katta oturmalı düzen bileti olduğunu öğrendim. Evet, Carling Academy’de fiyat farkı gözetilmeksizin, satılan öncelikli biletler aşağıdaki devasa salonda ayakta izleme biletleri, ve yukarıda oturma “şans”ına sahip olabilmeniz için biletlerinizi geç almaktan başka bir şansınız yok. Seslerinden sorumlu olduğum “8 Kadın”ın üçüncü gösterim gecesine denk geldiği için kaçırdığım İstanbul konserinde ise daha fazla para verenlerin Akatlar Spor Salonu’nda “üst kat” ve “tribün”lerde izleyebildiklerini anımsadım. Üst kattaki şirin, tombul zenci abi “aşağı kata inersen, senin yerine buraya gelmek isteyen biriyle biletini değiştirebilirsin” dedi ama üst katın en arkasındaki koridorda da ayakta izleme fırsatım olduğunu öğrenince, bu muhteşem yüksek sahneli mekana, tek başıma olmanın da verdiği tevazu ile üst kattan bir şans vereyim dedim. Zira, grubu da rahatça ve alabildiğine özgürce izleyebilmiş oldum.

Dönem ortaokul sonları, lise başları. Taksim ve Kadıköy bar gruplarının (Suitcase, Gripin gibi..) illa ki iman niyetine “3 Placebo, 2 Muse” reçetesini uyguladığı dönemler. Arada sırada da bir iki Incubus şarkısı çalınır, vazgeçilmez olan da mutlaka “Drive”dır. Turtable’ı, sert albümleri, funky parçaları, sonra popa dönen ve hiçbir boka benzemeyen son albümleriyle Incubus o dönemler “bir görsek ne güzel olur” diyebildiğimiz gruplardan biriydi. İşte bu nostaljiyle birlikte saat 21.00 sularında, zat-ı muhteremlerle ilişki içerisinde girdik. “Gig”lerin anavatanı İngiltere’de sahne kurulumu, ses ve ışık sistemleri zaten harikulade. Bir de bunlara ön tarafta 3 halı üzerinde vokal,gitar,bas üçlüsü ve arkada “yan bakan” davulcu abiyle, başarılı turntable’cı çocuk eklendiğinde Incubus da olayın hakkını veren eğlenceli bir konser sundu yaklaşık 4500 kişi kapasiteli mekanı hıncahınç dolduran izleyicilere. Konsere yalnız gitmemin nedeni, bir önceki gün “Greenwich”le ilgili muhteşem bir kısa film projesinin temellerini attığımız Mehmet Can’a bilet almaya çalışırken, konsere sadece 1 (evet, “bir”) bilet kaldığını öğrenmiş olmamızdı. Hayatımda ilk (ve muhtemelen son) defa bir etkinliğin son biletini satın aldıktan sonra, aynı sitede konser için daha önce “buy tickets” yazan yerde “sold out” yazısını görmek epey enteresandı. Velhasıl kelam, bu güzide konserde, bakalım Incubus bu gece bizlerle neleri paylaşmış, hiçbir yerden yardım almadan ve yan ve dipnotlarla kendimce gözlemlediğim ve takip edebildiğim kadarıyla işte size 30 Eylül 2007 Incubus, Carling Academy Brixton Konseri setlisti:

- “Nice to Know You”
- “Wish You Were Here”
Bu iki parçayla başlayarak en son yaptıkları kötü albümlerden önce, “ehh” diyebildiğimiz ortalama albümleriyle hem zihnimizi tazelediler, hem de Nice to Know You gibi agresif bir parçayla, eğlenmeyi içki-içip-sarhoş-olma ve fazla-duyguya-kapılmadan-bağırıp-çağırma olarak algılayan İngilizlerin kalplerini kazandılar.

- yeni bir parça ? (sert bir parça, davul ve bas üzerine kurulmuş)
- “Anna Molly”
- bilmiorum
- o an hatırlayamadım, not da almamışım ama galiba “A Certain Shade of Green”di.
Bu parçayı takiben sırasıyla bir turntable ve darbuka şovuna tanık oluyoruz.
- “just a phase” lirikleri geçen bir parça
- konserin hayal kırıklığı olan, eskiden Suitcase’in de kötü coverladığı ama en azından “worth an effort” olarak tabir ettiğimiz sözlerle takdir ettiğimiz; “The Warmth”
- “Drive”
işte tam bu sırada hemen solumda beline beyaz kazağını bağlamış orta yaşlı adamı farkediyorum. Babamı anımsadım bu anda. O da böyle beline kazak falan bağlar, ama babamı bir anda düşünemedim orada bu halde. Gerçi hemen sonra, 2 yıl önce Parkorman’da beraber gittiğimiz Deep Purple konserini hatırladım, memlekete buradan selamlarımı gönderiyorum.
Benim bu gözlemlerim sırasında müzik kesildi, sahnenin tepesindeki ışıklar önce birer birer kırmızıya döndü, ve ardından bir Formula 1 yarışının start’ı gibi, bütün ışıklar söndüğünde “Megalomaniac” isimli parça icra ediliyordu ki, seyirciler de ortalığın tozunu atmaya başladılar. Ben de bir yandan tek bacağımla ritm tutup şarkıya biraz eşlik ederken, bir yandan da “tek başına konser izleyen gözlemci adam” tutumumdan da ödün vermemeye çalışıyordum.

Ve o anda olan oldu, şarkının bitiminde seri bir biçimde önce çılgın davul soloları, ardından darbukayla ritm desteği ve üzerine bol distortion’lı ağır gitar soloları geldi ki, sanrım ben de o an Incubus’a karşı halen zayıf bir noktamın var olabildiğini, “nee, mmm, ııı, Incubus mu?” diyenlere “işte ortaokul, lise hatrına” dışında diyebilecek bir şeyler bulabildiğimi hissettim. Yani, işte daldan dala atlayabiliyorum hala demek ki.

Frontman’imiz eline spot lambası alıp solo yapanlara ışık tutarken bir an 2 yaz önce Roskilde’de “beynimi uçuran” Tool konserindeki Maynard James Keenan karizmatik parodilerini anımsadım. Sahne önce karanlığa, sonra büyük bir parıltıya bürünüyor, herkes bağırıp dansediyor, bir yandan distortion’lar azalırken, vokal “shoegaze” tarzı bir girişle yeni şarkıya girerken, lo-fi efektlerle gitarlar eşlik ediyor, davullar yavaş yavaş tantanları artırırken kendimi not tutmayı ve gözlemlemeyi bırakıp müziğe verdiğimi anımsar gibiyim.

Grup bilemediğim bir pop şarkısıyla ortamı yumuşatınca, adamların konser başına ve daha sonra ortalama turne başına (ve ardından da aybaşına) ne kadar para kazandıklarını hesaplamaya başladığımı hatırlıyorum.
Bis için geldiklerinde hiç bilmediğim 3 parça çaldılar. Son parçaya birlikte rengarenk ışık oyunları, twist/rock n roll tarzı retro bir parçayla konseri bitirdiklerinde 1.5 saati biraz geçen bir ziyafetin ardından “bunu da aradan çıkardık” rahatlığıyla görevimi tamamlamanın bilinciyle evime doğru geri yürümeye başlamıştım. Tabii ki, biz dozumuzu bilen seyircilerden önce acil olarak yan kapılardan dışarı çıkarılan fazla-içmiş-teenager-İngiliz çocukları çoktan evlerinin veya hastanenin yolunu tutmuşlardı.

Sunday, September 30, 2007

Tate Modern'da postmodernite üzerine tartışıyorduk, geçen gene Thames'ten tuttuğumuz istavritleri rakıya daldırırken

Şöyle bir baktım Atatürk Havalimanı’ndan havalanırken, coğrafi engellerden dolayı doğu-batı doğrultusunda alabildiğine genişleyen İstanbul’a. “Artık farklı bir gözle bakmaya başlamayı öğrenmem gerekecek sanırım” dedim. Gezip de amatörce sevdiğim yerleri başka bir gözle sevmek mümkün olacak mıydı emin değildim. Bütün bir yaz su sorunları üzerine gündeme gelen, adını hatırlayamadığım bitki türünden ormanların yok olması tehlikesi ile karşı karşıya kalan gölleri gördüm İstanbul’dan uzaklaşırken. Eğer yanılmadıysam Çatalca’ya el sallarken, deli dalgalarıyla Karadeniz’in üzerine doğru seyir eyledi uçak. Birkaç saat sonra griye döneceğini gördüğüm suyun rengi sonbaharın yaklaştığını hissetirecek serinlikte maviydi ve alımlıydı. “Bütün bir yaz”dan bahsetmişken bir anda aklıma gene İzmir-İstanbul yolu üzerinde Manisa’ya geldiğimizde üzerinden köprüyle geçtiğimiz demiryolu ve istasyonu geldi. Mezuniyet öncesi stresli dönem, Caz Festivali, Atina, doğumgünü, Bozcaada’yla başlayıp biten tatil ve Bienal’le noktalanan garip bir yaz. Geçen yaz ilk defa tek başıma sürmüştüm o İzmir-Manisa-İstanbul yolunda, bu yaz benzer yazlık mekanlar ziyaretlerinde arabasız olduğum için “alıp başımı gitme” hayallerimi de bu son dakika talihlisi “business class” uçuşla birlikte Ada’ya taşıyordum. İlk defa business class uçtuğum için, olağanüstü bir tevazu ve gerginlik içerisinde, 3 saatlik uykuyla durmama rağmen 11.45 uçağımın 3 saat 50 dakikalık yolculuğunda bir an bile gözümü kırpmadım. Milliyet gazetesini baştan sona okurken, önce sıcak havlu, sonra kabul etmediğim aperitif, daha sonra iki posta halinde gelen yemek, yemek sonrası aperitif içki servisi (bu sefer kabul ettiğim, zira ısınmaya başlamıştım artık bu fikre) ile birlikte gri denizin geniş yeşillik alanlarla buluşup hemen Thames’e ve ardından da Londra’ya kavuştuğu “iniş için lütfen kemerlerinizi bağlayın” ikazı ile yolculuğu tamamladım.

Pazar gelmeyi planladığım Londra’ya perşembe varmıştım bile. Hava beklediğimden daha ılık, Londra beklediğimden daha da alımlıydı ilk izlenimlerimde. Devasa bavulumu ve sırt çantamı dar sokaklarda ve metro istasyonlarında sağ salim taşımaya çalışırken, artık yeni yaşam alanımda temas halinde olacağım insanlarla yavaş yavaş iletişime de geçmeye başlamıştım. Gerçi bu ilk iletişim garip bakışlar, endişeli ve sinirli tepkiler, bavuluma çarpmalar ve irili ufaklı tebessümlerden ibaret olduysa da, kendi adıma mutluydum.

EPF Lausanne ve LAPA’dan Harry Krugger (Herzog & de Meuron’un ortaklarından) başkanlığında ve LSE’den okuyacağım bölümden (City Design & Social Science) bazı hocaların da katılımıyla gerçekleştirilen sempozyumda aldım soluğu ertesi sabah Tate Modern’da. Eski bir elektrik santralinden müze ve fakülteye dönüştürülen Santralistanbul’da geçirilen yazın son günlerinden sonra bir 16. yüzyıl eseri olan olağanüstü güzellikteki bir güç santralinden Tate Modern’a dönüştürülen bina karşısında zaten erken bir puslu Londra sabahında yeteri kadar heyecanla dolmuştum. Kahveler ve sandviçlerden sonra saat 10.00’da başlayan sempozyum öğlen yemeği, öğleden sonra ufak kahve molası ve 7-8 tane sunumla birlikte saat 18.00’e kadar sürdü. Öğle yemeği arasında LSE’ye gidip Ulaş ve/veya Maciej’le buluşup ev bakınmak yerine, “buradaki insanlarla biraz daha takılsam belki daha iyi olur, metroyla gidip gelmeye değmez” ve “bu bedava sandviçleri yeme şansım varken fazla uzaklaşmasam daha iyi olur” düşünceleri bütün günü Tate Modern’da geçirmeme vesile oldu. Bu sırada da dünyanın en değişken iklimlerinden birine sahip Londra’da güneş açıyor, bulutlar sokakları ıslatıyor, çöpçüler yerleri temizliyor, sigara molasına çıkanlar kapının önünde bekleşiyor ve Thames yüzeyden farklı, dipten farklı akıntılarıyla akmaya devam ediyordu.

Harry Krugger, bir sene boyunca EPFL öğrencilerinin, Tate Modern’ın da bulunduğu Londra’nın 32 borough (bölge)sundan biri olan Southwark için hazırlayacakları “urban constitution (kentsel anayasa)” ve kentsel dönüşüm projeleri için İsviçre’deki derslerin ve çalışma programının planını sundu. Bunlardan önce neden Southwark bölgesi ile ilgili çalışacağını, neden Londra’da bir proje yaptıklarını anlatmak için Londra’yı İsviçre’yle (Lozan’la karşılaştırmanın mantıklı olmayacağını da belirteren) karşılaştıran birçok data ve bu datalardan elde ettikleri izlenimleri güzel grafikler eşliğinde anlattı bize. Borough ve merkezi otorite (valilik) arasındaki tartışmalara ufakça bir girizgah yapıp, sırayı Tate Modern hakkında sunum yapan ilginç sakallı kel abimize bıraktı. Tate Modern, Southwark’ın kuzeyinde, Thames nehrinin hemen güneyindeki Bankside mahallesinde bulunuyor. LSE’nin beni yerleştirdiği Bankside House’ın da hemen önünde aynı zamanda... Tate Modern açıldığından beri bölge hem kültürel, hem de iktisadi anlamda büyük bir atılım yaşamış. Özellikle bölgede oturan birçok insana iş imkanı sağladığından bahsetti Tate Modern’cı abi. Öğleden sonra yapılan sunumlardan birinde Souhwark Bölgesi yönetiminden Allistair Huggett Southwark’ın tüm Birleşik Krallık’taki en az gelişmiş 17. bölgesi olduğundan dem vururken, bu müthiş zenginlik içerisinde görünen Bankside bölgesinin Southwark’ın geri kalanından ne kadar farklı olduğunu da daha iyi anlayabildim.

LSE’de iki yıl önce master yapmış olan bir öğrenci Londra’nın özellikle genişleyen bölgelerindeki altyapı (ulaşım ağında) sorununa ve orantısız gelişmenin getireceği sorunlara parmak basarak, şimdiye kadar da Londra’nın nev-i şahsına münhasır ve ilginç gelişmesinin tarihi süreci hakkında bilgiler verdi bize. Stratejik yeni bir planlamanın öneminden dem vururken, ikili bir yönetim sistemine (bütün Londra’dan sorumlu bir vali ve 32 ayrı bölge yönetimi) sahip Londra’da bu iş için fazladan bir emek sarfedilmesi gerektiğini, bu süreç boyunca yaşanabilecek sorunları gözler önüne serdi genç adam. Yemekten sonraki ikinci konuşmada LSE hocalarından Tony Travers “sizleri öğle yemeği sonrası rehaveti içinde uyutmak istemem” diyerek ve genelde İngilizlerdeki sevdiğim kendini de eleştiren (belki sözde, belki göreceli) mütevazi kinayeli tavrıyla bizi Londra’nın yönetimi ve politikaları hakkında bilgi yağmuruna tuttu. Londra’da yaşayan 7.5 milyon insanın %35’i “beyaz olmayan” bir nüfus ve %37’si de göçmenlerden oluşuyor. Londra’nın nüfusu her yıl 100.000 kişi artıyor. Gelen göçmen sayısı da her yıl 100.000 arttığına, doğum oranları düşük olduğuna göre, Londra’dan dışarıya verilen göçle birlikte her yıl 100.000 artan nüfusun büyük çoğunluğunun yeni mültecilerden sağlandığını anlayabiliyoruz. Doğal olarak da 2000li yılların başlarında %30 olan “mülteci oranı” da bu sayılara varabiliyor. Travers aynı zamanda Londra’nın, Berlin ve Tokyo gibi yapılanmış ikili yönetim sisteminden ve bu sistemin geçmişinden bahsetti. İlk defa kurulan valilik sisteminden ve valiyle bölge başkanlarının anlaşamamasından bahsederek esprili nüktelerle dinleyiciyi uyutmadan bitirdi konuşmasını.

Allistair Huggett Southwark bölgesi hakkında çarpıcı bilgiler verirken, “içeriden” ve direkt halk için projeler üretip uygulayan biri olarak, akademisyenler kadar rahat yaklaşamıyordu bizlere ve önündeki önemli meselelere. Travers’ın bir önceki konuşmasında özellikle vurguladığı Londra’nın (özellikle Berlin ve New York gibi) “kendi kaderini belirleyen” bir yapıya sahip olamaması özelliğine karşı örnek olabilecek şekilde Southwark bölgesinde yapılmış başarılı ve güzel sivil çalışmaları anlattı Huggett. Otobüslerin “kısayol” olarak kullandığı dar sokağı trafiğe kapatıp yaptıkları parkı, insanların içinden geçmeye korktuğu ve yerel halkın da fazla benimsemediği metro (yüzeyde giden) köprülerinin altgeçitlerini kaykay alanına dönüştürdükleri projeleri resimlerle de destekleyip paylaştı bizle. LSE’deki “Cities Programme” direktörü Robert Travernor “St. Paul’s Cathedral”ın görüş alanını dahilinde olan bölgelerdeki yapılanma yasakları ve son dönemlerde “City of London” (yani Londra’nın ezelden beri özerk kalan en merkezi, suriçi tarzı iç bölgesi)ın doğu sınırında bu “St. Paul’ün etki alanı” dışında kalan bölgelere dikilen gökdelenleri ve buranın geleceği ile ilgili olan proje ve tartışmaları sundu bize (bkz. the Gherkin). Dolu bir programla birlikte, üzerinde çalışacağım ve igileneceğim konular hakkında ayağımın tozuyla epey bir bilgi yüklendikten sonra ilk günlerde misafiri olduğum Mehmet Can’ın evine döndüğümde, okula hala kaydımı yaptıramamış ve “kendime ev bakma” konusunda da hiçbir gelişme kaydetememiştim. Akşam ilk “Londra gecesi” deneyimimi yorgunluk üzerine kısa kesip eve döndükten sonra, bugün sabah 3 Türk kızının teklif ettiği eve bakmaya gittik. Sonunda Bankside House’a girip, bir müddet orada kurulup “eve çıkma” işini sonraya bırakmaya karar verdim.

Yeni telefon hattı, Turkuaz Restoran’a yapılan bir ziyaret, tekrar Tate Modern’a uğrama, bahçesinde Thames kenarındaki bir bar’da güneşten yağmura dönen güzel bir Cumartesi akşamüstüsünde bira eşliğinde demlenmenin ardından, St. Paul’s’den Westminster’a doğru yapılan bir yürüyüşle Londra’yı iyice yaşama turlarına başlamış oldum. “Barlett mi LSE mi, mimarlık tarihi mi, şehir tasarım ve sosyoloji mi” düşüncelerini ve daha birçok soruyu sorduracak, sonunda “haftaya hangi konsere ya da bara gitsem”lerle bitecek, becerebilirsem Brighton’a hafasonu, İskoçya’ya uzun haftasonu kaçamaklarıyla renkleneceğini umduğum gezmeler, yağmurlar, griler, grill’ler ve hayallerle harmanlanan günlükler... böyle başladık işte.

Wednesday, September 19, 2007

Bienale üstü kuru

Sabah önce ben uyandım. Berk hala homurdana homurdana uyumakla meşguldü. Bugün hava biraz kapalıydı, sonbaharın habercisi bulutlar dolanmaya başladı gökyüzünde. İMÇ'ye gitmek için sözleşmiştik, evi terk edişimiz öğleden sonra 2'yi buldu. Esra öğle yemeği arası verdiği için kahvalt/yemek usülü takıldık ona. Fıccın'da bir şeyler atıştırırken akşamüstü kuru fasülye-pilav yemek istediğimi farkettim, bienal gezimizden sonra Süleymaniye'ye gitmeye karar verdik. Hem, her zaman çok sevdiğim Unkapanı-Süleymaniye arası yürüyüşü bu sefer Berk'le de paylaşabilecektim.

Yeni iki katlı kırmızı otobüslerden birine atlayıp İMÇ'ye gittik. Bilmiyorum "hiç bu kadar iyimser ol"muş muyduk, olmamış mıydık ama Bienal'in içeriğini ilk izlenimlerimde beğendiğimi söyleyebilirim. Bu seneki bienalin benim için özel yanı ise sanatçı asistanı olarak Atelier Bow-Wow'un projesinin kurulumunda çalışmış olmam. Daha önce Antrepo ve AKM'yi gezerken beğendiğim eserler de genelde çarpıcı, siyasi söylemi yerine oturtmaktan sakınmayan ve bence başarılı bir şekilde "taraf olabilen" eserlerdi. Özellikle Antrepo: No. 3'te çok fazla video çalışması var ve epey zaman ayırmak gerekiyor. Videoların içeriği de tarzları kadar çeşitli ve doyurucu. Antrepo zaten genel olarak büyük isimlerin büyük projelerinin mekanı olarak öne çıkıyor. Koolhaas'ın eseri belki bilmediğimiz şeyler sunmuyor ve artık alıştığımız bir tarza dikkat çekiyor ama hemen yanında bulunan Agoyan'ın video çalışması, dünya siyasi hegemonya tarihini renklerle gösteren animasyon ve ismini hatırlayamadığım (sanırım Hong Kong'lu) sanatçının eserleri özellikle o odada, öznel tarih (siyaset ve iktisat) ve zamana ve mekana dayalı aidiyet konularını harmanlıyor.

İMÇ'de ise genel olarak kentsel dönüşüm projeleri ve bunların sosyolojik ve iktisadi getirileri (ve götürüleri) ile ilgli genelde eleştirel ton içeren eserler yer alıyordu. Bir yandan A.B.D. - Meksika sınırındaki bariyerli ama geçirgen doku hakkında fikir sahibi olurken, bir yandan kadın bedeninin fahişelik vb. sömürülerine karşı oluşturulmuş bir grubun moda tasarımlarını inceliyor diğer bir yandan akşam yiyeceğimiz kuru fasülye-pilavı düşünmekten kendimi alamıyordum. Sanata doymaya başlamıştık ama ne de olsa sabah sadece atıştırmalık bir kahvaltıyla kendisine yeterli ilgiyi göstermediğim bir midem vardı. Ramazan ayı dolayısıyla "kamusal alanlarda" ise pek fazla yemek konusunu konuşmak istemediğimden ötürü ancak "kendi kendini yiyen" ve beni de vicdanımla baş başa bırakan mideme bir yandan acıyor, bir yandan da küfrediyordum.



(sanat sepet derken kafa da oldu bir dünya)

İMÇ'deki eserlerin çoğu 5. Blok'ta fakat 1. ve 6 . Blok'a da uğrayıp buraları görmekte yarar var. Özellikle 6. bloktaki "linç, sopa, darbe geçirmez mont"u ve "iş tekliflerinizi kabul etmiyorum" mektuplarını eğlenerek izleyebiliyorsunuz. Velhasıl kelam saat 19.00a doğru 6. Blok'u da aradan çıkarmaya karar verip mevz-u bahis komplekse yönelirken tanesi 3 YTL'ye satılan VCD'ler ve çakma popçu ve türkücülerin albümleriyle dolu mağazalardan birine uğramadan edemedik. Ingmar Bergman'ın "Persona"sını 3 YTL'ye almak epey sevindirici oldu ama Kutsişan (?)'ın albümünü alma cesaretini gösteremediğimiz için de içimizden bir şeyleri o dükkanda bıraktık.

Unkapanı'ndan Süleymaniye'ye çıkarken, o meşhur köşeli apartmanın yıkıldığını ilk defa birkaç hafta önce gene tesadüfen buradan geçerken farketmiştim. Etrafındaki bir iki bina daha yıkılmıştı ve Berk uyarmasa kafamı yiyeceğim taşla birlikte heralde bir daha o yıkıntıları göremeyecektim bile. Üstteki yokuştan alttaki yola koca koca taşlar atan çocuklar neredeyse bizi de kaza kurşununa kurban edecekti. Küçük sıpaların birkaç fotoğrafını çektikten ve yıkılan binalardaki evsahiplerinin "memleketlerine siktirip gittiklerini" öğrendikten sonra "ben de bi foto çekebilir miyim abi?" ısrarlarına dayanamayıp kamerayı çocuklara verdik. Her biri birbirlerini, Haliç'i ve bizi olmak üzere farklı konularda birer fotoğraflarını çektikten sonra elimizde komik ve flu bir Berk-Ömer resmi ile tam iftar vaktinde hıncahınç dolu Süleymaniye kurucularında aldık soluğu.



(miniklerinin objektifinden Berk ve Ömer)

Biz her ne kadar tutmadıysak da kendisinin bizi tutmasını temenni ettiğimiz ve "Ey Oruç Tut Bizi" şeklinde seslendiğimiz Süleymaniye Camii'nin karşısındaki kuruculardan birine yerleştik ve siparişleri verdik. Yalnız, foseptik sorunundan mı yoksa iftar vaktinde topluca kuru fasülye tüketiminin getirdiği biyolojik gerçeklerden ötürü mü olduğuna tam karar veremediğimiz nahoş bir koku da bize yemek boyunca eşlik etmekten çekinmedi. Akabinde, sanata doyan bünye, kuruya, pilava, bibere, acıya, suya, pideye ve çaya da doyduktan sonra keyfimiz iyice yerindeydi. Bu "otantik" günü nargile ve Türk Kahvesi eşliğinde klişelere meydan okurcasına tamamladıktan sonra gerisin Galata'nın yolunu tuttuk.



(Berk ellerini kaldırmış arkasındaki ışıkların resme girmesini engelliyor gibi görünse de, aslında bütün gün beklediğimiz bu kutsal yiyeceğe mütevazi bir secde pozisyonunda imana geliyor)

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin yanındaki "Esnaf Hastanesi Özel Business Hospital"a el salladıktan sonra Beyazıt'tan bindiğimiz tramvay bizi Sultanahmet'te indirmeye karar verince, Gülhane'den aşağıya doğru devam edip Sirkeci'de tekrar tramvaya binerek Karaköy'de, yeni başlayan yağmur eşliğinde muhitimize vardık. Cihangir'de iş arkadaşlarıyla içki içtikten sonra biraz da gecikmeli olarak yanımıza gelmeye karar verebilen (eğer birkaç ay önce Galip Dede Caddesi'nden kuleye doğru yürürken yolda bulduğumuz o koltuğu almasaymışız, takım elbisesiyle "yataklarda" oturmak istemediği için ziyaret kararını vermekte zorlanacak olan) Seçkin'le birlikte Fenerbahçe-Inter maçını 2 Fenerli bir Beşiktaşlı olarak 5. sınıfta Milliyet Sınavı yarışmasında kazanıp da ablama hibe ettikten yıllar sonra Galata'ya getirdiğim ve yarısı kırık bir antenle 10 kaplan gücünde sinyal alan televizyondan izledik.

Yorucu, keyifli ve uzun bir gün geçirmiştik. Geç kalktık ama nispeten erken yol aldık. Planladığımız aktiviteleri gerçekleştirmiş, araya bir de ekstradan bir yürüyüş ve yemek ziyafeti katmıştık. Fenerbahçe de kıskandıracak derecede iyi bir futbolla maçı kazanmıştı. Seçkin takım elbisesinin içerisinde, ben ve Berk de pis kıyafetlerimizin içerisinde mutluyduk. Sanırım, önemli olan da buydu.


(Seçkin'i jantili dünyaya erken kaptırdık.)

Tuesday, September 18, 2007

or

Sabah uyandığımda aklımda bir iki müze gezme fikri vardı. Dışarıda güneş vardı, "express"i aldım bir iki makale okudum. "Antrepo'ya mı gideyim, Pera'ya mı gideyim?" diye düşünürken Mehtap aradı. Morali bozukmuş, işten izin almış, Karaköy'e doğru geliyormuş. "Antrepo'ya gidelim" dedim. Bienal'de çalıştığımdan beri hala hiçbir sergi mekanını doğru dürüst gezmemiştim. Karaköy'e indim, yanıma bir adam yanaştı:

- Hocam, mektebin yerini biliyor musun?
- Hangi mektebi soruyorsun, birkaç mektep var bu civarda.

Hafifçe gülümsedi:
- Kerhane mektebini diyorum, dedi.
Tarif ettim, teşekkür etti, gitti.

Antrepo'yu gezdik, Mehtap'ın canı sıkkındı. Birkaç saat sürdü sergiyi gezmemiz, sonra Taksim'e çıkıp ofise uğradık. Mehtap'ı Taksim'e bırakırken Eniseler'in yanımdan geçtiğini gördüm. Enise'yi arayıp onların yanına çay içmeye gitti. Kazı Kazan oynadık, kazanamadıkça, Kazı Kazan'cı bizi kandırıp soyup soğana çevirdi. Yaklaşık 15 YTL kaptırdık ve hiçbir şey kazanamadık. Gizem geldi, Bengi geldi, "Difüzyon"cular olarak bir iki görüşmeye gittiler, peşlerine takıldım, sonra dağıldık. Galata'ya döndüm, müziğimi aldım, Teşvikiye'ye gidip ablamla ve babamla uzun bir aradan sonra beraber Beşiktaş maçı seyretmek için yola koyuldum. Bloc Party koydum kulağıma. Büyük Hendek Caddesi'nden Şişhane'ye otobüs durağına çıkarken cinsel kovalamaca ile meşgul olan iki köpek gördüm.

Otobüs beklerken mutlu ve coşkuluydum. Kele'nin sesinden Brighton'a yolculuk ediyordum. Kreuzberg'de icra ettiği anti-homoseksüelliğe karşı yaşadığı zorluklarla empati kuruyordum. Bir gün metrodan canhıraş bir şekilde kaçıp iyi niyetle Kreuzberg'e lahmacun almaya fırlarken arkamda yaşlar içinde bıraktığım bir çift güzel göz geldi aklıma. Otobüs geldi, eve gittim, Beşiktaş maçı kaybetti, canımız sıkıldı ama fazla umursamadık. Berk geldi, tekrar beraber Galata'ya döndük. Sabah bana soru soran adamı ve akşamki köpekleri düşündüm. Uçan kapluğmbaları düşündüm sonra da.

Wednesday, August 08, 2007

Son donemin siyasal gelismeleri

Doğumgünü hatıraları, yolculuk anıları, karında kelebekler uçuşan yazıları, canım cicimleri ve karanlık hisleri bir kenara koyarak, son birkaç ayda reelpolitikte neler oldu bitti, bir toparlamakta fayda var gibi.

Bundan sadece 3.5 ay önce nisan aylarının sonlarında Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ile boğuşan, bol yapay gündemli bir siyasi Türkiye resmi vardı elimizde. Genelkurmay Başkanlığı'nın Internet sitelerinden yayınladığı muhtıra niteliğindeki yazı, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri sırasında "oy yeterliği" ve "katılım yeterliği" üzerine çıkan ve anayasalar üzeri hileler ile tam bir anti-demokratik çirkef oyununa dönüşen olaylar, düzenleten, düzenleyen, katılan, yayınlayan (basın), derleyen, toparlayan ve yorumlayanların tamamının bir şekilde statüko odaklı ve menşeili olduğu Cumhuriyet Mitingleri, akabininde TOKİ'li, bağımsızlı, "demokrasi gelecek"li seçim süreci ve sonunda şimdi içinde bulunduğumuz durum. Bu kadar karmaşanın içinde, bu karmaşa öncesi elimizde neler olduğuna, şimdi neler olduğuna ve neyin ne kadar değişip değişmediğine bakmakta fayda var.

Bütün bu süreç, hatırlamak gerekir ki, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri süreciyle alev aldı. Daha en başında neredeyse tüm AKP karşıtlarının ağzından tek bir söz çıkıyordu: "Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmasın!". Bu süreci izleyen ilk günlerde televizyonda bir haber programındaki röportajda Deniz Baykal'ın çıkıp "Anayasa'da daha önce uygulanmayan, tartışmaya açık bir hüküm bulundu, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'nde 367 milletvekilinin Meclis'te oylama için bulunması gerekiyor" tarzı bir sözle Sabih Kanadoğlu'nun açtığı tartışmaya gönderme yapmıştı. Bu tarihte 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri, hiç bir şekilde yapıcı bir muhalefet uygulamayan bir CHP olduğunu unutmayalım. Hatta o süreç içerisinde kendi içinde de parti içi muhalefeti sindirmiş, Parti Kongresi'nde Deniz Baykal - Mustafa Sarıgül olayını yaşamış, aslında meclis içi sandale dağılımıyla birlikte taa 2002'den beri yaptırım ve muhalefet gücü belli olan bir CHP vardı. Eğer ki, AKP muhalifleri 2002 seçimlerinde alınan sonuçları değerlendirip bu geçen 4.5 yıl süre boyunca, zaten yapılacağı 7 yıl önce belli olan 2007 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri üzerine hiç kafa yormayıp, durumun bu hale geleceğini ancak son 6 ay, 1 yıl içerisinde anlayabilmişlerse, burada ancak AKP'nin 2002'deki seçim başarısından ve malesef AKP'yi desteklemeyen kitlenin basiretsizliğinden söz edebiliriz. (Burada, 2002 seçimlerinin yarattığı temsil sorununa ve adaletsiz sandalye dağılımı tartışmasına girmeyeceğim, zira bu daha sonra sonuç bölümünde de ele alındığında kendini nötrleyen bir tartışma konusu olduğu ortaya çıkacak. Ayrıca, bu sandalye dağılımı adaletsizliğinden AKP kadar CHP de yararlanmak durumunda kalmış ve son 4.5 yıl içerisinde "seçim barajı" gibi konuların hiçbirinde adaletsizliği ortadan kaldıracak bir politika izlememişlerdir.) Bu durumda, 2007'ye gelirken CHP ya iktidarın çoktan yıpranmış olacağını bekliyordu, ya da son 4.5 ayda gerçekleşecek ve Recep Tayyip Erdoğan'ı cumhurbaşkanı yapmayacak olaylar zincirinin oluşacağını zaten önceden biliyordu.

Velhasıl kelam, Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül'ü gösterdikten sonra da sular durulmadı ve yukarıda bahsi geçen Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilen seçimler süreci boyunca yaşananlar halen hepimizin aklında. Son Genel Seçimler'e geldiğimizde artık herkesin diline pelesenk olmuş "artık halk onları istediğini tekrar gösterdi" söylemine nasıl geldik? AKP oylarını nasıl bu kadar yükseltebilip, bu sefer adil olarak görünen bir meclis temsiliyetinde bu meşru pozisyonu nasıl elde etti, ve "Erdoğan Cumhurbaşkanı olmamalı, Gül'ün eşin Köşk'e çıkmamalı!" diye haykıran "fanatik" kesim nasıl oldu da şimdi "hakları artık sanırım bu, evet demokratik bir ülkede yaşıyoruz"a çark etti. Bu kesim gerçekten bu kadar "fanatik" miydi? Cumhuriyet Mitingleri'nde sokağa inenler gerçekten kimlerdi?

Öncelikle Cumhuriyet Mitingleri'nde sokağa inenler hiçbir şekilde toplumun genelini yansıtan bir kesim değildi. En azından, toplumun üretim düzeyinde görmeye alışık olduğumuz kesimini yansıtmadığı bir gerçek. Zaten bu "sokağa inenler"in de sayılarının tüm abartılarla birlikte, hiçbir şekilde gerçek bir "büyük kitle" oluşturmadığını bilmeliyiz. Bu kesim, aslında kaba tabiriyle "halinden memnun, gerçek anlamda maddi sıkıntıları olmayan ve sıkıntıları daha çok sunni ve yapay gündem maddelerinden oluşan" bir kesimdi. Cumhuriyet Mitingleri'nde herhangi birinde, "Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olacak, ama eşi hiçbir resmi geziye katılmayacak, sizin hayat standartlarınızda hiçbir eksilme olmayacak, hiç kimse dinin esasları ile günlük hayatta yargılanmak durumunda kalmayacak, hiçbir dini söylem içeren ideoloji veya kişiler hayatlarınızın pratik alanlarına müdahil olmayacaklardır" denmiş olsaydı, o kalabalık kendi kendini 3 saniye içinde imha edebilirdi. Eğer, "böylesine bir vaat ne kadar gerçekçi olabilir? Bu insanlar Gül'ün cumhurbaşkanlığı ile başlayan, AKP iktidarında ve Meclis Başkanlığı'nda (bu Meclis Başkanlığı işinin bürokratik olarak bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum) devam eden süreçte yavaş yavaş iliklerimi kurutacaklar" şeklinde bir tepki gelecek olursa, ben de bu soruya ancak "o zaman nasıl oldu da aynı basın örgütleri ve kitleler bu sorunları unuttular, demokrasi çığırtkanlığı içinde şimdi de örneğin DTP gibi partilerin Meclis'e girmelerini (DTP'yi ne kadar tanıyorlarsa..) kendi başarılarıymış gibi sahiplenip bir de üstüne üstlük 'DTP uzlaşmacı olsun' diyen insanlara dönüştüler?" şeklinde bir soruyla yanıtlayabilirim. Eğer bağımsız milletvekilleri ve DTP adına kazanılmış haklar varsa, bunlar Meclis'te daha fazla milletvekili sahibi partilerin suyuna giderek (tek yönlü) ve buyruğuna girerek savunulmayacak, aksine orada bulundukları süreç boyunca, siyasi olarak yanlış hareketlerde bulunmadıkları sürece kendi bekaları için kendi tabanlarını dinleyebilecek politikalar yürüteceklerdir. Politika üretemeyen ve gerçek bir söylemi olmayan partilerin bugün ne hale geldiğini gayet iyi görüyoruz. Muhalefet bilinci önemli bir bilinçtir, ve proaktif bir şekilde yürütüldüğü sürece, üslubu ne olursa olsun, neredeyes iktidar kadar yaptırım gücü olması beklenen bir iştir.

Dolayısıyla, buradan anlayabildiğimiz kadarıyla, sürekli basının pohpohladığı (onun da bir kısmının) Mitinglerin katılımcılarının ciddi söylemli bir proaktif kitle olamadığını farkedebiliyoruz. Bütün bu süreç boyunca DTP'nin tabanına kadar inmeye çalışan (ki din olgusu ve uzun vadede iktisadi istikrar söylemiyle bunu bir ölçüde kolaylıkla başarabilen) AKP'nin politika üreterek, kendini bu işten nasıl sıyırabildiğini gördük. Çok açıktır ki, bütün bu "anti" ve agresif süreç AKP'nin işine gelmiş

Sunday, August 05, 2007

waiting for the ..

yalnız bir yürüyüşe çıkacağım, hava almam gerekecek. gri bir gökyüzü olacak gene tepemde, kulağımda discman'im olacak hala ihanet edemeyeceğim. yeni bir cd yazmış olabilirim, Hamburg'daki ya da Berlin'deki gibi gri olma ihtimali yüksek olacak gökyüzünün. ürpermek istediğim için, çamurlu bir yağmurun yağıyor olmasını dert etmeyeceğim heralde. yeni bir albüm dinliyor olacağım, bordo ceketimin son ayakta kalan düğmesi kopmasın diye parmaklarım arasında sürekli kontol ederek oynuyor olurum heralde kendisiyle. muhtemelen İngiliz gruplarından birini dinliyor olabilirim, ya da cool New York gruplarından birini. üzgünüm ama serin bir havada soğukta tek başıma yürürken müzik zevkim geçtiğimiz son bir iki seneye göre çok da değişmiş olmayacak tahminimce. belki karışık cd'nin içine farklı bir iki janradan bir şeyler atarım.

yalnız en zor kısmı şehirlerin detaylarını hatırlamak. hatırlama kısmı zor değil, zor olanı en ufak detayı bile hatırlıyorken o an soluduğun havanın orada nasıl bir karışım içerisinde olduğunu bilmemek. aslında bilmemek de zor değil, işin en güzel yanı tahmin etmek zaten. eğer kuş olsaydım, zevk için uçuyor olmazdım. izlemek ve görmek için uçuyor olurdum. aynı anda nerede aynı renkleri yakalayabileceğimi görebilmek için uçuyor olurdum, sonunda da o kadar çok yorulurdum ki tünediğim ilk yerde daha önce hiç görmediğim bir şeyin farkına varmanın mutluluğunu yaşardım. çok sıcak bir yaz pazarında sadece güneyli ve zenc göçmenlerin meraklı bakışları arasında ürperdiğim Napoli sokaklarında karanlık bir sokağın ucunda köşede işlenen o kıyımı gördüğüm gibi bir şey olabilir. soğuk bir yağmurun altında, çamurların içinde debelenen bir güzellik. Hamburg'a yedini kere gidersem, bir gecemi Reeperbahn'da konaklayarak geçirmek istiyorum. Bir FC St. Pauli maçı çıkışı olabilir mesela. Bergen'de sokakta yatmaya karar verdiğim gecedeki gibi aniden bir yağmur bastırırsa, zatüre olmadığım müddetçe tadına varabilirim üşümenin. Aarhus'ta bir Mart soğuğunda çırılçıplak denize girdiğim anı anımsarım, ya da "Breakfast on Pluto"da Londra sokaklarında yalnızlığını kovuşturmaya çalışan çocuğun ürperişini düşünebilirim. Her zaman karşıt hisleri anımsayarak dilediği hislere kavuşabilmek insanoğlunun (veya tüm canlı tabiatının) en riyakar karakter özelliği olsa gerek.

İstanbul'un pis halini anımsarım yürümeye tekrar başladığımda. Kış günleri akşam iş çıkışı saatlerinde birkaç saat sonra Aksaray'dan Vefa'ya doğru, oradan Süleymaniye'ye ve aşağıya Unkapanı'na inerken bacalarda tüten isli havanın kokusunu düşünürüm. Fatih'in arka sokaklarından birinde çıkan bir kavgada yediği bıçağın dışarı püskürttüğü sıcak kanın soğukluğunu. Ya da Caddebostan'da veya Nişantaşı'nda sıcak kaloriferden sıkılıp camı açtığında bütün bu karanlığın içeri dolmasıyla gelen ürpertiyi. Sonra çok terlemeye başlayabilirim. Jeff Buckley koymuşsam cd'ye, muhtemelen o şarkıya geçer, Brügge'deki hostelde Rosario'yla tanıştığım gece, o uyumaya gittikten sonra Avustralyalı kızın hostelin giriş katındaki barda Grace albümünü çalmaya karar vermesiyle koridorda bir yandan kitabımı okurken, sadece birkaç gün önce Pere Lachaise'de yağmurlu bir günde ziyaret ettiğim ruhlar gelir aklıma. Jeff Buckley'nin ruhuna Fatiha okurum, dünyanın en iyi biralarından birini sipariş eder, buz gibi biramı içerim. Baharın son günlerinden Edith Piaf'ın filmini izlemek için sinemaya girmeden önce yaptığım telefon konuşmasını anımsar, bir cep telefonum olduğu fikrini tekrar aklıma getirirsem birine mesaj çekerim belki. Ya da mesajı yazar ve kaydederim.

Sonunda gene Cecom'u dinlerim bir noktada. Belki Motosiklet Günlüğü'nü hatırlarım, ya da belki lise sonda aldığım sinema dersinde çekmeye çalıştığımız uzun ve sıkıcı "long shot"ları. Likya Yolu'nda karla karışık yağmur, Gavurağılı'nın tepesindeki çorak araziye hayat veriyor olabilir, yapraklar çamura karışınca garip bir kokuya bürünüyorlar. Nehire bozuk para atarım, eğer bir yerlerden kuzey denizine, oradan misal Elbe'ye karışır da, sonra karaya çıkıp otostop çeker güneylere iner, İtalya'dan bir gemiye binip de Kuzey Afrika'ya geçerse bozuk para, belki sonrasında kervanlardan biriyle cangılların içinden daha da güneye, karşıya Arjantin'e ve sone en güneye Ushuaia'ya ulaşır param. Deniz fenerinin ışığı yansır üzerinden, bir gemicinin gözünü alır, İspanyolca bir küfür sallar gemici, balgamını fırlatır okyanusa, sonra da Norveç'ten ithal ettikleri somonlu sandviçini yer. Global bir dünya tabii bu.

En güzeli, kimselerin olmadığı sakin bir köşe bulurum kendime. Hiç bir binanın bile olmadığı bir yer. Belki otoban kenarı gibi bir yer olabilir, ya da bir kamping bölgesi. Hiç gitmediğim en uzak yerleri düşünürüm. 2008 için koyduğum İstanbul-Katmandu planını gözden geçiririm. Eğer vakit geçmemişse ve ben çok yaşlanmamışsam. Ya da umrumda bile olmaz yaşlılık, "koy götüne" der yürümeye devam ederim nasolsa gerekirse. Eğer sızıp kalmazsam bir köşede Bukowski gibi, ya da evinden kovulmuş bir Beckett gibi. Seyrettiğim güzel filmleri ve seyrettiğim kötü filmleri düşünürüm. Yaşadığım abzürd anıları. Berlin'de master programlarına başvurmak için şansımı denediğim günlerden birinde, Internet'te bir üniversitedeki "öğrenci bilgilendirme günleri" başlığı altında bölüm tanıtımı sanıp kalkıp gittiğim olayın, final sınavları öncesi ders değerlindermesi örneğinde olduğu gibi. Fantastik gerçeklik sendromunu yaşarım. "Medya yönetimi" tanıtımı diye gidip 5 Alman kız ve düzgün İngilizcesiyle ders anlatıp benim nereden ve neden oraya geldiğimi kestirmeye çalışan ama varlığımı yadırgamayan Alman hocanın anlatımında Leonard Bernstein hakkında izlediğimiz belgeseli anımsarım. Bir 80'ler Atıf Yılmaz filmindeki gibi, karanlık bir dekorun içinde, hiç de ait olmadığı bir yere konuşlanmış bir karakter gibi biraz dışarıdan, ama biraz da katılımcı olarak takip ederim. Aynen hayatın tümüne yaydığım tarz gibi.

My Morning Jacket varsa eğer cd'de, Danimarka'da bunalıp saatlerce bisiklet sürerken ağlamaya başladığım anları hatırlayıp sırıtabilirim. Nostaljiden sıkılıp kendime güzel bir küfür sallayabilir veya tekrar "Hey You" yu üstüste 45 kere dinleyebilirim. Dünyanın en basit ve güzel sololarından birinde tekrar kendimden geçerken, eski sevgililerimi, eski şehirlerimi, ayaklarımın altındaki nasırı, yapmam gereken işleri ve tanımadığım herkesi düşünürüm. Noviembre'yi, Im Juli'yi düşünürüm, sonunda ne düşüneceğini düşünerek hiçbir şeyin düşünülemeyeceği fikrini tekrar anımsarken, hayatın milyarlarca bilinmeyenli basit bir algoritmik denklemden oluştuğunu hatırlarım. "Fountain"ı ikinci kez seyrettiğimde Aronofsky'ye karşı oluşacak hayranlığımı bildiğim için, ikinci kez seyretmeyi tekrar ve tekrar ertelerim. Bir galeriye girerim, belki Bauhaus Archiv gibi içinde renk odaları olan eğlenceli bir şeydir, belki Prada gibi sıkıcı ve kocaman bir müzedir, belki "bu resimde ne anlatmış anlayabildin mi?" diye soran Fransız kıza cevap verirken yanımdan uzaklaştığını farkederim. Belki bütün duvarlar, resimler ve heykeller teker teker uzaklaşmaya başlarlar. Bergama elimin altından kayıp gider, İştar Kapısı yerle bir olur, bisikletin tekerleri parçalanır, bordo ceketimin son düğmesi kopar, çığlık atarak aşağı düşen insanların görüntüleri siyah kareler halinde birer birer ekranda patlar, karnaval sona erer, herkes evinin yolunu tutarken ortada kocaman bir boşluktan başka hiçbir şey kalmadığını gördüğümüzde hüzünle birbirimize bakar, yakınlaşırız insan alemi olarak. Gider soğuk bir bira söyler, televizyonu açar, Abramovich'in kibirli bakışının altında Chelsea'nin yediği gole sevinirken, Putin'in yeni bir gaz anlaşmasına imzası haberi altyazı geçtiğinde Berlin'i soğuk kış günlerinden ikiye bölen duvara okkalı bir küfür sallar, eski radyo programlarımdan birinde çaldığım bir şarkıya geçerim cd'de.

Wednesday, July 18, 2007

New York esintisi

New York.. Hiç gitmediğim ama iliklerime kadar soluğunu ve soğuğunu hissettiğim yer. Kim bilir ne zaman ziyaret edeceğim, 6 ay sonra, 6 yıl sonra? Amerika’nın öbür ucundan, Seattle’dan yayılan grunge akımının ortasında, enetelektüel yanlarıyla icra ettikleri art rock tarzı müzikleriyle 1994 yılında Daydream Nation’ı yayınlayarak, ön ergenlik dönemlerinin sert travmalarını, ilk üniversite yıllarının en heyecanlı konser anılarını yaşatan Sonic Youth’u düşünüyorum New York denince. Manhattan’da veya Brooklyn’de yüzlerce ara sokaklardan birinde, bir apartmanın bodrum katında “garage rock” icra eden bir müzik grubu. The Strokes bile olabilir. Hamburg’da son Sonic Youth albümünü (Rather Ripped) aldığımda, yaza merhaba diyen hafif serin bir hava vardı. İçinden buz gibi “cool” Thurston Moore yorumları çıkacağını biliyordum. Antony and the Johnsons, New York’ta şekil bulmuş bir grup. Antony, New York’un melankolisini, kaosunu yaşarken gezdiği onlarca yer gibi bundan sonra İstanbul’u ve özellikle Yerebatan Sarnıcı’nı da hissederek besteleyecek yeni şarkılarını. Yeah Yeah Yeahs, eski kız arkadaşıma inat yeni bir albümle girecekler tekrar New York sahnesine. Hem de, cazın İstanbul’a örnek olabileceği derecede yaygın müzik ortamına, çünkü sadece post’larla ve proto’larla tasfir edilemeyecek kadar çok çeşitli janraların harmanlandığı yer. Ya da öyle olsa gerek?..

Buz gibi bir New York akşamında karların üzerinde kayarken çıkacak Parker Kindred karşıma. Biraz dalga geçiyor olacak hayatla. Soğuk olduğu için post-rock dinliyor olabilirim, Danimarka’da bana eşlik eden güzel gruplardan birini. Belki hayatımın kadınına da orada rastlayacağım. Tom Waits “I like my town, with a little drop of poison” derken, İstanbul’da her tarafı bilinmeyen başka bir yere çıkan ara sokakların bilmecelerini hatırlayacağım. Son yıllarda izlediğim tüm filmlerdeki İstanbul’u gözümün önünde tekrar canlandırıp yaşatarak. Cecom parçasını duyacağım belki bir yerlerde. Avrupa gibi olmayacağını biliyorum. “Fatih Akın’ı bulacağım” diye yola çıkıp, ufak bir şehrin ufak mahallelerinde bilindik hikayelere rastlamayacağım. “İstediğim zaman dönerim” demekten vazgeçmiş olacağım muhtemelen, “istediğim zaman Latin Amerika’ya gidebilirim” deme imkanım olacak sanırım ama. Bir Jim Jarmusch filminde olduğu gibi kuzeyden güneye kat ederek yapacağım belki bu yolculuğu. Yıllardır aklımda olan “karavan kiralama” fikriyle ve arkadaşlarımla ya da basit bir otostopla. Belki Parker’ın kamyoncu arkadaşlarından biriyle. Batıdan doğuya doğru olmayacak bu sefer işte yolculuk...

Friday, July 13, 2007

Antony and the Johnsons Serisi:

Antony and the Johnsons Serisi:

Bölüm 1 -

Hayatımın en kısa ama en keyifli işlerinden birinin ardından tatlı bir yorgunlukla bakıyorum elimdeki CD'nin kapağına, içindeki kartonete ve kutunun içine özenle sıkıştırmaya çalıştığım kağıt parçasına. Üzerinde çeşitli yazılar, işaretler, temenniler, tebrikler ve yüzlerce minik fotoğrafın bulunduğu kağıt parçasına.

Hangi kafa karışıklığı ve sıkıntı anı içerisinde başvurduğumu bile hatırlamıyorum ama, "rehberler için toplantı yapılacak" dendiğinde ilk toplantı için ertesi gün Adalar'a gitme programımızı iptal edememiş, ikinci toplantı içinse Ankara'daki düğünü ekememiştim. "Heralde en kötü işleri verecekler" diye düşünürken de, daha önce birkaç kez dinlediğim ama kendimi henüz hiç kaptırmamış olduğum bu muhteşem grupla çalışacağımı bilmiyordum. Aslında 14. Uluslararası Caz Festivali'nde aldığım rehberlik görevinin ilk etabı o kadar da iç açıcı geçmemişti. Yaka kartımın sağladığı imkanlar dahilinde 3 Temmuz akşamı bir şekilde Blonde Redhead konserini izleyebilmiş olmanın keyfini sürmekle birlikte, ertesi gün başlayacağım işin ilk etabının sancısız geçmeyebileceği fikrine de alıştırmıştım zaten kendimi...
4 Temmuz 2007 öğleden sonrasında, Bryan Ferry'nin teknik ekibini havalimanında karşılarken aklımda aynı havalimanın kapısında sadece birkaç ay öncesine kadar elimde çiçeklerle nasıl beklediğimi düşünüp sıkılmakla meşguldüm. Teknik ekibin eşyalarının dikkatlice kamyona yüklenmesindeki tutumu sırasına anlamıştım teknik ekibin menajerinin ne kadar sorunlu bir İngiliz olabileceğini. İlk akşam yemek programı olmadığı için grubu otellerine yerleştirdikten sonra, biz rehberler de muhteşem bir Robert Plant & the Strange Sensation konseri için Harbiye Açıkhava'ya yönlendik.

5 Temmuz ise çok zor bir gündü. Bryan Ferry'nin konserinden ötürü tüm gün Açıkhava'da soundcheck ve konser hazırlaklarını beklerken vakit geçmek, sıcaklık ise hiç bitmek bilmiyor gibiydi. Teknik ekipte kıyak elemanlar da vardı. Braveheart'tan fırlamış gibi uzun saçları ile bas amfilerindeki sorunu çözmeye çalışan esas ses teknisyeni Bit gibi... Ama menajer Jason çekilmez çileydi. Tam bir kibirli İngiliz. Profesyonel, ama sanatçı tayfasından değil de teknik tayfadan olduğu için de, e biraz odunvari. Konser sorunsuz geçti neyse ki, ama sonrasında ufak bir ulaşım sorunu yaşadık ki, bahsetmeye gerek bile yok.

Bryan Ferry'nin rehberlik işini keyifli kılan her şey 5 Temmuz gecesi yaşandı. Bit'le birlikte Nevizade'de biraz takıldıktan sonra, diğer rehberin eşlik ettiği Ferry'nin grubunun yanına gittim (teknik ekip kesinlikle grupla birlikte takılmıyordu. 62'lik Ferry ise, 27'lik kız arkadaşı ve menajeriyle birlikte, hiç kimseyle beraber takılmıyordu bile!)

Bir iki biradan sonra ismini bir yerlerden çıkardığım ama ancak birkaç cümleden ve belaltı esprilerden sonra kim olduğunun farkında vardığım mühim bir adam duruyordu karşımda:

Guy Pratt. Grubun basçısı. "Başka kimlerle çalışıyorsunuz?" muhabbetinin üzerine, tam da geçen sene sık Hamburg ziyaretlerimin en önemlilerinden birinde, o unutulmaz David Gilmour konserinde Gilmour'un yanında basıyla takılan adamın Pratt olduğu yavaş yavaş hafızamda tekrar yer buldu. Evet, karşımda 1986'dan sonra Pink Floyd'a basıyla eşlik eden, Pulse'dan sonra da Gilmour'la takılmaya başlayan, ve Gilmour'un "On an Island" turunda Hamburg Kültür ve Kongre Sarayı'nda yollarımızın kesişmiş olduğu Guy Pratt vardı. Hem de Pink Floyd'un klavyecisi ve halen Gilmour'la turlayan muhteşem Rick Wright'ın da kızıyla evdi, ve bu Pratt denilen kıyak adamın cep telefonunda Wright'ın torunu, yani kendi kızının tatlı mı tatlı bir resmi vardı. Biraz duygulandım sanırım o sırada. Hattın öbür ucunun ilgilenmek istemediği başarısız bir telefon görüşmesi denemem oldu. Sanırım, o heyecan dolu güzel anımı yalnız yaşamanın tadını çıkarmalıydım.

Roger Waters, David Gilmour çekişmelerinden Syd Barrett'ın ölümüne kadar her şeyi konuştuk. Arada söz hep bir yerde alkol, belaltı muhabbetler, İngiltere'nin boktan havası ve benim gelecek sorularıma dahi geldi ve ben bu sarhoş olmakla meşgul adamı sadece 3-4 saat sonra, sabahın 7'sinde otelinden alıp havalimanına götürecektim. Bu cool İngiliz, gruptan ayrı uçacak, grup gibi Londra'ya değil, Manchester'a (Madchester'a) gidecek, Johnny Marr ile buluşacak ve New Order'ın basçısının düğününe gidecekti. İşte sırf bu muhabbet için bile Jason denilen gıcık İngilizle uğraşmaya değerdi ki, daha konuşmayı isteyebileceğim birçok şeyi ertesi sabaha ertelediysem de, sabah anca uyanıp, havalimanı transferimizi yapan arabanın arka koltuğunda sızan Pratt'le havalimanında sıkı bir şekilde vedalaşmak durumunda kaldık. Tekrar müzik organizasyonlarının içinde olduğum için mutluydum sanırım.

Haftanın başında, 2 Temmuz'da, Danimarkalı birkaç arkadaşımız "geleneksel" İstanbul ziyaretlerini gerçekleştiriyorlardı ve ben onlarla sadece 1 gün takılabilmiştim. Beklemediğim bir şekilde Ferry'nin grubundan sonra Antony and the Johnsons'la da çalışma işim çıktığı için, daha da fazla görüşme şansımız çok olmayacaktı. Guy Pratt'i yolladıktan sonra aynı gün Ferry'nin grubunu da yollayarak Danimarkalılar'ın yanına gittim. Antony and the Johnsons yüzünden keyfim kaçmıştı ama önümde hayatımın en zevkli işlerinden biri olduğunu henüz bilmiyordum. Zaten bizimkiler de o gece İstanbul'dan ayrılıyorlardı. Sirkeci'de gene kendimizi en güzel hissettiğimiz anlardan birinde vedalaştık, ben o büyülü garın güzel atmosferinde gene raylara bakakalırken, dans etmeye doğru yollanıyorduk ve önümdeki 5 harikulade günün neler getireceği hakkında en ufak fikrim bile yoktu henüz...

-------------------------------------------------------------------------------------

Bölüm 2 -

7 Temmuz 2007 sabahına uyandığımda birçokları gibi 07.07.07 "çılgınlıkları" ile ilgilenmediğim gibi artık haftanın günleri kavramının da tekrar göreceli ve nispeten manasız bir tavır takındığını hissetmeye başladım. Aslında, sabah vakıftan rehber sorumlusu Ayşe'yi arayıp, "benim Antony and the Johnsons işi yattı mı?" diye sormasaydım, onun Avea hattıma attığı mesajı belki ancak günler sonra okuyacaktım...Velhasıl kelam, Derya, Berkut Ay ve Bahar'dan oluşan yeni bir rehber grubuyla Antony ve Johnson'ları karşılamak için hafta içerisinde 4. kez Atatürk Havalimanı'nın yolunu tuttum. Cumartesi öğleden sonrası, ülkemize teşrif edecek yeni bir Brezilyalı futbolcu bekleyen canhıraş kalabalıkvari bir doluluk göze çarpıyordu havalimanında. Frankfurt, Berlin, Düsseldorf gibi muhtelif Alman şehirlerinden ardarda inen uçaklar, yollarını nicedir gözleyen sevenleri ve akrabalarına kavuşturuyordu bekleyenleri. Biz ise heyecanla karşımıza nasıl bir şey çıkacağını beklerken bir yandan kalabalığı delmeye, bir yandan gözlerimizi çıkış kapısından ayırmamaya çalışıyorduk. Bereket, Antony zaten gözden kaçırılabilecek gibi birisi değildi, her ne kadar grubun ardından en arkadan çıksa dahi, gelişi yaklaşık 50 m. öteden bile seçilebilecek kadar belirgin bir yapıya sahipti sevgili Antony.

Karşımda gene sinir bir İngiliz veya en iyi ihtimalle New York'un sanat camiasından hafif ukala bir menajer beklerken, Serena isminin sarışın bir İtalyan bayana ait olacağını düşünememiş olmaktan dolayı utandım. Yaklaşık 1 saat boyunca bavul beklemiş bir grubun menajeri olarak gayet güleryüzlü bir hali vardı ki, bu iyiye işaret olmalıydı. Grup teker teker toplandıktan ve eşyaları ayrı bir minibüse yerleştirildikten sonra tüm grup ve Antony ile "sekreteri" de tek bir otobüsle otellerine götürüldüğüne göre, elimizde epey üniter, birlikte olmaktan keyif alan ve fazla sorunlu olmayacağa benzer bir grup vardı. Hem ilk akşam için yemek alternatifleri bile yapılmıştı ki, henüz halihazırda "acaba bu adamlar yanlarında takılmamızı isteyecekler mi? bizden rahatsız olurları mı?" suallerinin arasında bir anda kendimizi akşam yemeğinde Asmalımescit'te Sofyalı'da grupla beraber iki masa halinde yemek yerken bulduk. Grup, Antony dahil olmak üzere 10 adet müzisyenden, 3 teknisyenden, 1 adet menajerden, 1 adet müzisyen eşinden ve 1 adet Antony'nin sekreterinden oluşuyordu. İlk geceki yemeğe katılmayan Antony ve sekreterinin maceralarını biz de ilk defa, ertesi akşamki konserde Antony'nin ağzından sahneden dinledik... İlk gecenin finali, ses teknisyenlerinden Davide ve ışıkçı Matt'le birlikte ufak bir Taksim turuyla sonuçlandı benim için...

Davide: 2 İtalyan ses teknisyeninden İngilizce konuşabilen olanı. Kendisi sahnenin hemen yanındaki ses kontrol masasından sorumlu olduğu gibi, genel olarak setin hazırlanmasında ve ampli ve mikrofon gibi diğer ekipmanların hazırlanmasında sorumluydu. Sanırım bir kardeşi vardı, İspanya'ya gitiğinde İspanyollar'la İtalyanca-İspanyolca karışımıyla anlaşan. Yabancı dil öğrenme ve gezmeye merakı vardı, İstanbul'a ilk defa gelmişti.

Matt: Matt, Avustrulyalı bir ışık teknisyeniydi. Londra'da yaşıyordu, daha önce Amerika'da da bulunmuşluğu vardı. Londra'da yaşamayı seçmesinin nedenini, "daha büyük işler yapabilmek için gitmem gereken yeri düşündüğümde Londra en iyi seçimdi" olarak belirtmişti. En son bıraktığımda halen "Türkiye'nin Avrupa tarafı (Rumeli) ve Asya tarafında (Anadolu) aynı ulusal bayrak mı kullanılıyor?" gibi bir soru soruyordu Topkapı ziyareti sırasında. Belki çok fazla ışıklara bakmaktan mı başı dönmüştü?

8 Temmuz 2007, 14. Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nin en prestijli günlerinden biriydi. Saat 20.00 başlayacak Jose Gonzalez ve 22.00'de takriben festivalin gözdezi olacak Antony and the Johnsons konseri için muazzam bir mekan seçilmişti: Harbiye'deki Surp Agop Hastanesi'nin yanındaki Şan Tiyatrosu. Bahar'dan aldığımız bilgilere göre:

19. yüzyılda inşa edilen hastanenin bu bölümü 1950'lerde tiyatro alanı olarak kullanılmaya başlamış. Politik sebeplerden dolayı 1980'lerde yakılan binadan geriye tuğladan duvarları, açılan tepesinden geriye kalan, bir zamanlar binanın tepesini taşımakla yükümlü çelik yapılar kalmıştı. Bu haliyle, mekan, kubbesi açılmış ilahi bir ibadet alanına benziyordu...

Sabahleyin Berk'le birlikte Asmalımescit civarında kahvaltı edinmeye giderken, grubun bateristi Parker'a rastladık, daha sonra yanımıza katılan saksofoncu/gitarist Will ile birlikte kahvaltı ederken, Parker ve Will bir ara kendilerini New York müzik endüstrisinin tanınan simalarının muahbbetine kaptırdılar. Sadece birkaç saat sonra, daha önce defalarca olduğu gibi fotoğraf makinemi yanıma son dakikadan almaya vazgeçerek kararıma bolca küfür ettiğim bu özel günde grubu saat 13.00 gibi soundcheck için mekana getirdik. Havanın sıcaklığı bile bu muazzam mekanda soundcheck'i beklemeyi sıkıcı yapamazdı. Bir yandan yıkık binanın duvarlarının içindeki yıkık tuvaletlerden binayı keşfe çıkarken diğer yandan akordlarını yapan yaylı çalgılar ve piyanonun büyüleyici tınıları eşliğinde sanki ruhani bir yolculuğa çıkmıştım. Saat 16.00 gibi teşrif edip 15 dakikalık prova için grbunun başına geçen Antony söylemeye başladığında ise hepimiz olduğumuz yere çakılmış, olan biteni algılamaya çalışıyorduk.

Rob Moose: 3 viyolinciden biri ve grubun akustik gitaristi olan bu kabarık saçlı genç İngiliz müzisyenle ilk kişisel temasım, soundcheck'in ortasında "gitarımın jak girişindeki mikrofon bozuk, otelimizin oradaki (Tepebaşı, Tünel'i kastediyor) müzik marketlere gidip baktırabilir miyiz?" sorusuyla oldu. Daha sonra kendisine pazartesi gecesi saat 04.00 civarlarında otelin lobisinde bizlere viski ikram ederken eşlik edecektik ki, üzerindeki çekingenliği çabucak atan Rob, grubun hareketli ve etkin genç elemanlarından biri olarak ön plana çıkıyordu. Grubun geri kalanının olduğu gibi, Rob'un da Antony'ye karşı müthiş bir hayranlığı vardı.

Parker Kindred: İşte grubun en kıyak adamı. Bu adamla, havalimanından otele giderken, kafile otele geldiğinde, dışarıda sigarasını içip otele girmesinden hemen önce muhabbet ettik. Fanilesiyle dolaşan Parker'ın bana sorduğu ilk soru "hava hep çok sıcak olacak mıydı?" idi. Biraz çekingenlikle, "sanırım" cevabını verdiğimde "çok güzel, güneş çok iyidir" tarzı bir cevap vermesini beklemiyordum. Sanırım New York'ta çok üşüyormuş. Parker 34 yaşında bir müzisyen. 20lerinde alkolden uyuşturucuya çeşitli triplerde gidip gelen Parker 3 yıl önce alkol dahil olmak üzere sigara dışındaki her şeye "dur" demiş. Dışarı çıktığımızda soda içiyor, ama 20lerinde kanına karıştırdığı yeterli derecede alkol ve diğer maddeler sanırım bir 10 yıl daha her halükarda "doğal sarhoş" olarak dolaşmasına yetecek. Tam bir "kafa adam". Her türlü muhabbete ciddiyetle katılabildiği gibi, gerekli yerlerde boşverip makaraya alabilen ve grubun diğer elemanlarıyla rahatça şakalaşan bir tip. Zamanında The Strokes gibi gruplarla da bir ara takılan Parker hakkında daha nice anektod var ilerleyen satırlarda...

8 Temmuz 2007 gecesi İstanbul, son yılların en güzel konserlerinden birine Şan Tiyatrosu'nda ev sahipliği yaptı. Grup soundcheck'ten sonra, konserden ve akşam yemeğinden önce son kez otele dönerken Antony bana yaklaşıp Bülent Ersoy'u tanıyıp tanımadığımı sordu. Sadece birkaç saat sonra Bülent Ersoy hakkında sahnede yapacağı bütün samimi itirafların çıkış noktası olan muhabbet tam da buydu (Konser bölümünde buna deyineceğim). Antony ve sekreterinin iştirak etmediği Borsa Lokantası'nda yenen akşam yemeğinden sonra saat 22.00deki konser için saat 21.15 gibi Harbiye'ye hareket ettik. Önümüzde büyüleyici bir konser vardı...

"Antony'nin sekreteri"
Colin: Colin'in görevi, transseksüel (ya da "transgender") Antony'ye özellikle huzur aradığı anlarda eşlik etmek. Bazen gruptan ayrı olduğu zamanlarda Antony'le beraber takılmak, genelde otelde onun yamacında bulunmak ve muhtemelen daha bizim bilemediğimiz bir çok detay... Antony kadar kırılgan ve masum değil. Konuşmayı, sormayı ve öğrenmeyi seviyor. Fazla "not tuttuğunu" görmedim ama eminim ki Antony'nin sanatsal ve aslında yaşamsal varlığında önemli bir yer tutuyor olmalı.


-------------------------------------------------------------------------------------

Bölüm 3 - 8 Temmuz akşamı Jose Gonzalez saat 20.00 sularında konserine başlamışken, Jonhson'larla birlikte Harbiye'de Borsa Lokantası'nda iki masa için, en çabuk şekilde vejetaryenler için farklı, tavuk/et/balık (3 çeşit balık) seçenekleri için farklı kombinasyonlar hazırlayarak sipariş vermeye çalışıyorduk. Antony ve Colin (sekreter) bizimle yemeğe katılmamışlardı. Antony, konser öncesi heralde yalnız kalmak istiyordu.

Saat 21.10 civarında lokantadan ayrılıp Şan Tiyatrosu'na gidişimizi, sahnenin hazırlanışı, kulisteki heyecanlı dakikaları ve konserin başlama anını bile anlayamadan, kuliste en az bir rehber olarak beklemek için gönüllü olduğumda, menajer Serena "ne işin var burada, git konsere seyret" diyerek bana yapabileceği en büyük iyiliklerden birini yaptı sanırım. Mekan hıncahınç doluydu. Sabırla Antony & the Johnsons'ı bekleyenler daha ilk şarkıdan kendilerini kaptırmışlardı. Ben izleyici tarafına geçtiğimde ise Antony şarkılar arasındaki samimi ve uzun sohbetlerine başlamıştı bile. İlk hikayesi, gruptan ve bizden ayrı geçirdiği bir önceki gece yaşadıklarıyla ilgiliydi. Bütün yumuşaklığı, heyecanı ve kırılganlığıyla anlattı:

- İstanbul'a ilk defa geliyorum. Burası büyüleyici bir yer. Dün gece, ilk gecemde tuhaf bir olay yaşadım. Sekreterimle birlikte (seyirciyle birlikte güler) Sahra isimli bir bara gittik. Bir adam beğendim ve sekreterime "galiba beni kesiyor" dedim. O da bana "galiba beni kesiyor" dedi. Onu derhal yukarıya içki almaya yolladım; biraz sonra yakışıklı adam yanıma gelip çakmak istediğinde sigara içmediğim için ona yanıt veremedim (bu sırada sanki o an bu üzüntüyü yaşıyormuş gibi ağlamaklı olarak devam eder hikayeye). Colin geri döndüğnde, "derhal çıkalım" dedim ve adamın bizi takip ettiğini gördüm. Daha sonra rastladığımız biriyle konuşurken bize saldırabileceğini anladık, çok karanlık ve garip bir sokağın ortasında eğer o adamla yalnız kalsaymışız, öldürülebilirdik. Ama bize yaklaşan bu diğer kadın hayatımı kurtardı...

...ve Antony "my life was saved in Istanbul" isimli minik kuplesini icra eder!

Mekanın kutsallığının hemen farkına varan Antony seyirciye ara sıra işveli bir şekilde teklifte bulunur: "Burada 2000 kişilik bir grup olarak neler yapabileceğimizin farkında mısnız?!". Aslında Antony büyüleyici sesiyle, o 2000 kişiyi adeta hipnotize ederek çoktan bir şeyler yapmaya başlamıştı bile. O an neler hissettiğimi tarif etmem çok zor sanırım. Daha sonra birçoklarının da aynen ifade ettiği gibi, sanırım ağlamak üzereydim. Kırmızı tuğlalar akşam loşluğunda bordoya çalarken, karanlık gökyüzü ve parlayan yıldızların altında ışıldayan binanın çelik yapıları, göğe doğru yükselen ilahiler, Parker'ın davul atakları, Rob'un akustik tınıları, Julia'nın yaylıları, Doug'un saksofonu, Will'in akordeonuyla birlikte en derin hisleriyle yaşayan tüm organizmaların dahi sıklıkla ziyaret etmediği diyarlara götürüyordu savunmasız ruhlarımızı. Bazı sarhoşluk anlarımda gözlerimi kapatıp yaptığım gibi, ruhumu salık verip, uzak diyarlardaki hayallere doğru uçmak, bedenimi olduğu yerde bırakıp, diğer yüzlercesinin yaptığı gibi tavandaki boşluktan dışarıya taşmak istediğimi hissettim...

Antony Bülent Ersoy'a olan hayranlığını anlatmaya başladığında, sanırım çoğunluk sadece samimiyetinden ötürü gülüyor, gene de şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Antony daha sonra bu hadiseyi "acaba çok şey mi anlattım? İnsanların tepkisi kötü müydü?" şeklinde bir alınganlıkla da andıysa da, "Bülent Ersoy'a hayranım, o tam bir kraliçe, onun gibi birine sahip olduğunuz için çok şanslısınız" kelamlarının kimseyi incittiğini düşünmüyorum. Grubun, konserden sonra ağız birliği etmişcesine "morali çok iyiydi, dolayısıyla çok iyi bir konser olduğunu hissettik" açıklamaları sadece dinleyicilerin değil, herkesin bu etkinlikten hoşnut olduğunun kanıtı gibiydi.