Saturday, October 27, 2007

Flanerie

Kim demişti hatırlamıyorum, çok kişi demiştir muhtemelen, öyleyse "anonim" olsun, değilse ben demiş olayım: "Bir şehri tanımanın yolu, orada kaybolmaktır" diye. Tercihen de yürüyerek kaybolmak.

Yön bulma sezgilerim epey iyi sanırım. Genelde sürprizleri mahvetme derecesine varabiliyor, ama büyük ve kalabalık bir şehirdeyseniz, yön bulabilmek sadece zaman ve özgüven kazandıracağı için, halen keşfedilecek yüzlerce ara sokak, "nasolsa doğru yönü bulurum" güdüsüyle "bu sokağa da gireyim" diyebilecek şanslarınız oluyor. Sessizliğini sevdim bugün Londra'nın, ağaçlarını, karanlık sokakların nereye çıkacağını bilmezken bir anda solumda yükselen ufak basamakları. Pubların parlak ışıklarını, ambulansların sirenlerini.

Öğlen 12'de çıktım Bankside'dan, Millenium Bridge'den karşıya St. Paul's e. "Farklı bir yoldan yürüyeyim" bari diyerek Holborn viaduct üzerinden önce Chancery Lane'e, oradan Holborn'a. Yeni banka hesabıma para yatırdım, stüdyoya uğradım, Berk'e doğumgünü kartpostalı "tasarladım" (ama ne tasarlama o da!!). Son birkaç haftadır kalabalıkların ulaşım için olduğu kadar, intihar ve "dur biraz dinleneyim" niyetiyle kullandığı Holborn istasyonundaki raylara yönlendim, Queensmary'den proje alanmımız Hallfield Estate'e yürüdüm. 1950lerde sosyal konut projeleri çerçevesinde Bertold Lubetkin'ce tasarlanan modern mimari harikamız. 45 dakika boyunca sadece "gözlem" yaptım, ellerim donarak, ayaklarım üşüyerek. Çok yaşlı teyzelerin 50 m. mesafeyi 4 dakikada yürüyebilmesini, 55 yıllık binaların dökülen pencerelerini, yanıma oturan Karayip asıllı göçmen bayana yemek getiren göçmen adamı, akabininde gerçekleştirdikleri alışverişi izledim. Konutların hemen dışındaki inşa çalışmalarını, ve bahçelerden belli belirsiz yükselen kuş seslerini dinledim. Gruptan arkadaşım olan ve etraftaki sokaklarda "gözlem" yapan Lucre'yle buluştuk, Leicester Square'e gittik. Kırmızı halının üzerinden yürüyüp John Cusack'in (katılımıyla) son filmi Grace is Gone'ı seyrettik Londra Film Festivali'nde.

Çıkışta ilk göz ağrım açık büfeci Mr Wu'da ne eti belirsiz yemeklerimizi yedik. ve sonra kaybolmaya başladık şehirde, Londra'ya bıraktık kendimizi. yürüdük, yürüdük, yürdük. Fotoğraf çektim bol bol bugün. Bir gün inşallah USB girişleri çalışan bir bilgsayara yükleyebileceğim...

Tottenham Court Road'a yürüdük, kalabalığı yarabilince, Covent Garden'a indik, gündüz kalabalığını yavaş yavaş dağıtan, son sokak çalgıcısının son tınılarıyla karanlığa doğru çekilen Covent Garden'dan gerisin geri Holborn'a. Büyük caddelere, Chancery Lane'e, ve gözlüklü balkabaklarının arasından King's Cross'a doğru yönlendik. Yolu uzatmaya ve değiştirmeye karar verdik, cuma akşamı olmuştu, Leicester Square cümbüşünden beri, gürültüye eşlik eden double deckerlar'ın, ambulansların ve pub insanlarının arasından önce Hemit sonra da Friend Street'in olduğu Rosebery Avenue, Angel arasındaki ufak sokaklarda sessizliğe, koyu yeşile ve turuncu sokak lambalarına doğru ilerledik. Upper Street'e çıktığımızda, şık lokantalar, alternatif barlar, konsept lokallerin arasından "şehre" selam durduk.

Bütün bunlar yetmedi heralde ve 1 saat 15 dakikalık yeni bir yürüyüş macerasıyla, Upper Street, King's Cross Road, Farringdon Road, St. Paul's üzerinden Tate Modern mabedime kadar geri döndüm. Türk sosislici amcalardan sosislimi aldım, sokak ve yön soran 3 ayrı İngiliz'e yer tarif ettim, biraz daha fazla fotoğraf çektim, ve basit, sade, dolu dolu ve hareketli bir günün sonuna geldim. Bu yazıyı yazarken hiçbir şey düşünmek ihtiyacında bile olmadım galiba.

"Grace is Gone" gibi basitçe ve sade bir şekilde akıp gitti bugün. John Cusack acı çeken bir Amerikalı dul adamı oynarken, Iraklıların günde onlarca yüzlerce tanıdıklarını kaybettiklerini biliyor da neler hissediyordu acaba diye düşünürken film boyunca, film ardından "bir senaryoyla yapılabilecek çoğu şeyin yapılabildiğini düşünüyorum" dediği zaman samimiyetine güvendim sanırım. Bir şehir turu ile, arşınlayarak, soluyarak, kendimi bırakarak ama tamamen hiçbir zaman kaybolamayarak, ne kadar olabiliyorsam o kadar Londralı oldum sanırım bugün ben de.

3 comments:

Lara FRESKO said...

walter benjamin bolca der bunu ama evet pek çok kişi de söylemiştir heralde. walter benjamin'in güzel bir yaklaşımı vardır ama bu konuya; o bir şehirde kaybolmanın da uğraş gerektirdiğinden bahseder çünkü senin de dediğin gibi aslında ilelebet bulursun yolunu..
Yüzyıl Başında Berlin'de Geçen Çocukluk'tan alıntı; "İnsanın bir kentte yolunu bulması pek de önemli değildir, ama insanın ormanda yolunu kaybetmesi gibi kentte yolunu kaybetmesi de deneyim gerektirir... Bu sanatı ben çok geç öğrendim: İlk izleri karalama defterimin kurutma kağıtlarında bıraktığı labirentlerde ortaya çıkan düşlerim de böyle gerçekleşti."
Daha dün akşam bunu susan sontag'ın Satürn Yıldızı Altında diye bir Benjamin makalesinde okumuştum.
bi de; http://larafresko.blogspot.com/2007/02/rzgara-kar-kayp-ve-muhta.html
son olarak da;
:)

Ömerillo said...

=)
aslında biraz hile yaptım. daha ilk haftadan beri Benjamin ve Baudrillard üzerinden 1840'lar Paris'indeki "aylaklık"a (flanerie) bakıyoruz. zaten artık kaybolmayacak kadar "şehirli" olmuş olmaktan korkuyorum. ama gene de hatırlattığın iyi oldu, teşekkür ederim.

o küçük yazıyı okumuştum sitende =) yazın keşmekeşinde pek zordur kaybolmak, kışa denk geliyor genelde. bugün Barbican, Morgate, Liverpool Street civarlarına yürüdüm bu sefer, ölü, öpölü kocaman ışıklı ofis binalarının arasından ışıklı canlı caddelere çıktım. Fotoğraflamak istedim ama ancak beynime kazıyabileceğim sanırım.

Lara FRESKO said...

got ya :)ne güzelmiş senin bölümün öyle.
al biraz da eğlence.. bazen seni anlatıyo sandım http://www.newyorker.com/archive/2006/08/21/060821crbo_books