Monday, March 20, 2006

1 derecede yuzmek


saat 10.00 telefona mesaj gelir, telefon titresir. aarhus'a geldigimden beri normal uyanma saatim 11.00e kitlenmistir bile. sadece 11.0de dersimin oldugu carsamba 9.30 gibi kalkarken, saat 13.00de dersim oldugu persembeleri de belki yarim saatlik uyku keyfimden feragat edebilirim. aksi takdirde hicbir surette, calmayi birak, iki kere cilizca; o da yatagin yaninda degil de odanin ucundaki masada, mesaj yuzunden titresen telefona uyanmak bana gore degil pek. bir keresinde de ipod geliyor diye posta kutumdan iceri atilan zarfin sesine uyanmistim hadi onu da saymayalim.

mesajda yazan sudur: "olum yuzmeye geliyor musun saat 11.00de?" simdi oncelikle benim bunu idrak edip de bu yapcagimiz garip aktivite icin tekrar motive olmam ve cevap yazmam 5 dakikayi bulakcaktir ki buldu da. ziyadesiyle once skeptik bir mesaj attiktan sonra zaman biraz zaman kazanbildim saglikli bir karar vermek icin. yatagimdan kalkip afyonu patlaip bir seyler atistirip giyinip cikmam 20-25 dakikayi gecmez, zira bu isleri hizli yapmayai seven biriyimdir. birileri bir yerlere gidioyr, ve gel diyorsa, neden biraz daha vakit harcayayim ki yatakta. sonucta en iyi ihtimal 1-2 kere daha yapma sansimiz olacagi (ki o anda bunun tek sans oldugunu dusunursun) bir seyi ertleyip gecistirmenin ne manasi var. "yapmak" varken "yapmamayi" tercih etmeyenlerdenim.

artik 3 haftadir hala bende odunc duran bisiklete de alistim ve otobuse de para vermek istmeiyorum ya, gene benim yasadigim yer bisikletle epey bir enerji ve 35 dakikarlik bir mesafede oldugu icin, "gidi oncesi bulusmayi" saat 11.00e aldirabildim ki zaten o mekanda ancak 11.06da olabilecktmi her yerimden terler akar ve kipkirmizi kesilmisken. tekliifn bana cuma gunu yapildigi olaya hareketlenmek icin cetin'in yurdunda bulustuk (okulun kampusunun icinde). bize teklifi yapan christoffer da hazir oldukta sonra 10 gece yola ciktik ki, guzel ormanlarin yesil alanlarin icinden gecerek 20 dakika sonra "olayimizi" gerceklestiriyor olacaktik.
geldigimiz yer sehir merkezinin kuzey sahilinde "vikingler kulubu" idi. chris'in uyeliginden ben ve cetin de yararlanarak iceri girdik. iceride viking usulu bir aktivite bizi bekliyordu. daha sonradan ogrendigimiz sekilde havanin 6 derece (cuimartesiden beri hava oncelikle ilk defa 3un uzerine cikti; cumartesi: 4; pazar hepimiz dumur olduk: 13 derece; bugun ise 5-7 arasi seyredecekmis); icine cirilciplak, evet cirilciplak girecegimiz suyun ise 1 derece sicakliginda oldugnu az cok tahmin edebiliyorduk.

kompleksin icinde kabinler, duslar ve 4 tane sauna vardi. butun bu kapali mekanin cevreledigi, denizi 3 tarafindan kapatan da tahtalarla cevrili havuzumsu bir alan. yapilmasi gereken sey, 6 dercelik havada cirilciplak soyunup, 1 derecedeki suya girip cikmak ve, ciktginiz andan itibaren ayaklarinizda olusan catlaklara ve aciya aldirmadan buz gibi yerin uzerinde yurumeye devam ederek kendiniz saunanin birine atmakti. ayni rutin tam 3 kere tekrar edildi ki, 2.sinde "biz cilgin turkler" bir taraftan baliklama atlayip obur taraftan yuzerek cikma cesaretini dahi gosterdik. mekana ilk girdigimizde karsilastigimiz 60larina merdiven dayamis yasli, ciplak bayan vucudundan sonra, manzaralar yaslar 40lara dustukce de daha katlanilabilir oldu. zaten buraya kimsenin vucudunu seyretmeye falan da gelmemistik ya neyse.
boylelikle vucudumuzdaki her kasi ve kemigi hissederek, once 6 dereceden 1dereceye oradan 90 dereceye olan ekstrem yolculuklarimizla birlikte (ki ayaklarimin alti halen aciyor) yeni bir haftaya zinde bir sekilde merhaba dedik.

ya o bu degil de, bu kadar sakin falan yazdigima aldanmak lazim, uzun lafin kisasi: gotum dondu lan!

ama cok guzeldi yahu =)

Thursday, March 16, 2006

yaklaşan bahar günleri ve kızıllaşmaya başlayan batı avrupa manzaraları


bahar günleri (21 mart'ı resmen baharın başlangıç günü almanın da ötesinde), tarihsel olarak yaklaşıyor gibi görünseler de, kuzey avrupa'da hava durumu, durumun böyle olmadığını gösteriyor gibi. ve fakat, nisan mayıs ayları gevşer gönül yayları hareketlenmesinden hemen önce, başka türlü hareketlenmeler de göze çarpmıyor değil.

almanya'da sanırım yaklaşık son 5 haftadır, kamu sektörleri sırasıylan greve gitmeye başlamışlar. hamburg'dan aldığımız bilgilere göre:

hükümet, 38.5 saatlik haftalık çalışma süresini 40 saata çıkarmayı düşünüyor. bununla ilgili, çalışanların, "1.5 saat daha çalışırız, hatta aynı ücrete de çalışırız sorun değil, fakat, işsizlik yüzde 10un üzerinde seyrediyor, ve de böyle ekstra bir iş gücüne ihtiyaç duyuluyorken, bunun bizden istenmesi, işsizlere iş sağlanmaması; hükümetin buna yeni kaynak ayırmayı gözönünde bulundurmaması" serzenişi, grevlerinin ana nedeni. 28 yıldır "öyle" kar görmemiş Hamburg'da karayollarında çalışanların grevi ile, yollar kapanmaya başladıktan sonra, Almanya'nın diğer yerlerinde de aksıyan kamu hizmetlerinden şikayet etmeye başlarsa (sevgili CDU-CSU ve liberalci FDP'lere kayan, pek kendi dertlerinde güçlerinde seçmenler) pekâla "senin yerine çalışacak birini mi bulamayacağız sevgili arkadaşım; nasolsa işsizlik yüzde 10un üzerinde ya dediğin gibi" diyen Merkel ve muadilleri belki de başka bir yöntem aramak zorunda kalabilirler.

Fransa'da, 26 yaş altında çalışan (ağırlıklı olarak öğrenci olan) nüfusun, işten çıkarılmalarını kolaylaştıran yasa tasarısına karşı, öğrenciler, 68'den beri ilk defa, öncelikle Sorbonne olmak üzere, üniversite kuşattılar. Direnişlere karşılık, de Villepin hükümeti diyaloğa hazırlanmaya başladı bile. Yıllarca sömürdükleri Afrika halklarının, ve buradan gelen göçmen ve onların çocukları/torunlarının geçtiğimiz sonbaharda yaktıkları yüzlerce arabadan sonra, hükümet "uzlaşma" konusunda toplumun önemli bir kesimiyle yeni bir diyaloğa girecek gibi.

3 yıl önce başlayan Irak Savaşı'nda, Amerika Mart 2003'ten beri en ağır saldırıyı bu günlerde Samarra'ya karşı gerçekleştiriyor. Avrupa'da (tüm dünyada olduğu gibi) çeşitli merkezlerde, 18 Mart Cumartesi günü yerel saatlerin genelde 12'yi göstereceği saatlerde Irak Savaşı'nı protesto toplantıları olacak. Bush da, savaşın başlangıç haftasını, bu tarz yeni ağır saldırılarla kutlamayı tercih etti demek ki.

gelelim ufak şehrimiz Aarhus'un bütün bunlardan aldığı nasiplere. Çarşamba sabahı bindiğim tren ile Hamburg'dan Aarhus'a dönerken (Danimarka sınırını geçer geçmez, inen Almanlar, binen Danlar'la birlikte, anında çehresi değişen vagonumuz, ve "hoş (geri)geldin dünyanın en "çirkin" dilinin konuşulduğu ve birazdan gırtlaklarımızdan çıkaracağımız (ses değil) çekiçlerle kafana vura vura seni bayıltıp donmuş bir gölün dibine monte edeceğimiz ülkemize" (hayır kabus gördüm galiba sadece, ayrıca, demiştim ya, gerçekten de iyi niyetli insanlar (gibiler) dinleri imanları para da olsa; napsınlar dünyanın en dandik kültürlerine sahiplerse; her neyse....) aldığım bir mesaj ile öğrendiğim kadarıyla, Aarhus Sporveje (belediye otobüsleri) çalışanlarının da bir kısmı greve gitmişti ve bazı hatlardaki bazı otobüsler işlemiyordu. Okula giderken bu konuyla ilgili bir sıkıntı yaşamadım, fakat, "Town Hall"dan evime götürecek otobüsüme giderken, gördüğüm kalabalık, bunun üezrine, Aarhus'ta da hayat olduğunu kanıtlayan cinste bir görüntü sunuyordu:

Eğitim Bakanlığı'nın, çıkarmaya çalıştığı bir dizi yasaya göre, öğrenciler, lise ve üniversite eğitimleirni daha çabuk tamamlamak zorunda kalacaklardı. Detayını tam olarak anlayamadığım yasalar, öğrencilere verilen devlet burslarının kısılmasına, öğrencilerin daha önce grup olarak alabildikleri sınavların sadece bireysel ve kısıtlı sayı/zaman aralıklarında alınabileceğine işaret ediyordu. Sosyalist Enternasyonel'in (ki Danimarka'da "Unity List" isimli yeni kurulan ve son seçimlerde 159da 6 sandalye kazanan bir parti onların üyesi; bizde de CHP'ydi sanırım, değil mi?! ÖDP olsa hani belki daha manalı olabilirmiş bile) kollarından, gazeteleri dağıtan iki arkadaşın öngördüğü üzere "80lerden beri kanımızı emen neo-liberal politikalar" klişesi (klişe, yanlış olduğu anlamına gelmiyor ya; ayrıca, burada ironi de yapmaya çalışmadım tam olarak) nin uzantısı olarak bu politikanın yürütüldüğünden dem vurdular. Danimarka'da Sosyal Demokratlar 1924'ten beri yapılan seçimlerde ilk defa 2001 (ve ikinci defa 2005'te) en çok oyu alan parti olamadılar. Bu pozisyonu Liberaller'e kaptırdılar. Daha önce kendilerinin hükümet olmadığı da olmuştu (SD) ama Liberaller'in artan oyları (ve aşırı sağcı Halk Partisi'nin de artan oy ve desteği ile) iyiden iyiye, Refah Düzeni politikalarından liberal politikalara kayıyorlar sanırım. Hayır, belki bir nebze, kan gelir renk gelir adamların ülkesine.
Zira, konuya dönersek efendim, bunu protesto eden bir grup genç Town Hall (valilik değil, kaymakamlık değil, bilemedim türkçe'sini, ne diyem Mahmut mu diyem?) önünde toplanmışlardı. Genelde rengarenk giyinmiş 17-18 yaş ortalaması bir genç grubu. Çok naifler, sanki içmeye gelmişler. Sosyal bir ortam, gerçekten naif bis sosyallik ama. Eleştirilir mi bilmiyorum, sadece, birkaç darbe görmüş bir toplumun çocukları olmadıkları belli. Ya da, pek fazla kovalanıp dayak yemedikleri gerçek toplandıklarında. Pekala, bunlar da genç olanlar aslında, örgütlü bir topluluktan, işi Eğitim Bakanı'na küfür etmeye ve biraz şarkı söyleyerek eğlenmeye dökmüş bir gençlik. Sosyalist Enternasyonal'deki çocuğun da dediği gibi, örgütlü (fucking bürokratik, onun dediği gibi) üniversite gençliği pek rabet etmemişti. (Danimarka'nın Komünist Partisi olmadığını biliyor muydunuz?) Her neyse, sonuçta 18 Mart günü, meydanları "anti-emperyalist" söyleymlerle donatarak, en soldan başlayıp, "sollaşma seviyesi azaldıkça ciddiye almaya seviyesi de azalan" bir hiyerarşi görecek miyiz merak ediyorum.
Bunları demişken, bizim de, "eylemcilik oynadığımı" 9 Mart 2005 Sabancı Üniversitesi Yemek Eylemi yıldönümü de geçtiğimiz haftaydı. Sanırım, yıldönümünde herkes afiyetle, cebimizi emmeye devam ettiğine dair iddialarımız bulunduğu Kurdoğlu firmasının muhteşem yemeklerinden afiyetle yedi. Menü neydi epey merak ettim, hayır internetten de bakabilirm, ama menü insanın kendine yakışanı yemesidir, herkes yediğini yazarsa sevinirim.

Kebablı pizzalı günler dilerim,
Jyllands Posten'ın en büyük rakibi, Aarhus Postmodern Haber Ajansı (msı gibi) muabiriniz.

Saturday, March 11, 2006

..ve tanrı david gilmour'u yarattı..

ve biz de bundan payimizi aldik..

hamburg da siradan bir gundu. yok hayir canim, nasil da sirada bir gun olabilirdi ki. bir gun once yagmaya baslaya kar, hamburg un 1978den beri gormedigi derecede fazla bir kardi. bir suru insan sehre otobanlardan gelemzken (tam da zamaninda kamu calisanlari eylem yapmaktaydi ki (ki eylemlerinde de goruldugu kadariyla hakliydilar) bu hafta eylem sirasi yol temizliyicilerindeydi). biri daha vardi sehre gelmesi gereken, k binlerce bilet sahibini hayal kirikligina ugratmamak icin muhtemelen bir sekilde gelecekti. belki de bu yuzden ilkde bu kadar soguk bir cumartesi gunu olmasina ragmen cok fazla ingilizce konusan insan vardi gunduz hamburg sehrinde. bircoklari 78den beri gormedikleri bu karla birlikte muhtemelen o zamanlarda hayranliklarinin dorugunda olan belki kanli canli onu da o zamandir gormedikleri david gilmour'u bekliyorlardi 11 mart aksami `cch`da geceklesecek konser icin.

cch yerel saat ile 8e dogru tamamen dolmaya baslamisti. sabirsiz birkac seyirci ise simdiden konserin baslamasi icin ufak tefek alkislara baslayacaklardi ki, zaten gilmour da geri kalanlari fazla bekletmeye niyetli degildi. 15 dakikda belki gecmisti ki, sahneyi korkunc bir sis bulutuyla birlikte, "pink floyd mavisi" renkler kapladi bile. gilmour 4 tane akustik/yumusak sarki ile girerken arada hic konusmadi bile. konusturdugu sey her zamanki gibi gitariydi. arada alistigimiz sololarini yinelerken, basladigi parcalar tamamen maviydi. arada klavyenin (tabii hangi bir kalvyenin, en en buyuk olaninin) arkasinda kim vardi ise bu gece, o da guzel bir seyler tingirdatmayi ihmal etmedi. saykedelik ezgiler biraz daha agirlik kazanmaya baslarken gilmour 4uncu parcanin sonunda, ilk bolumun sonuna kadar son albumu on an island ile takilacagini soyledi. kimsenin de bundan fzla bir sikayeti yoktu zaten. bir parca sonra, seyiriler icerisinden gilmourun (6 marttaki gecmis) dogumgununu kutlayan birileri cikti. gilmour ise "60yasinda olmaninin inanilmaz" bir duygu oldugunu soyledikten hemen sonra almanca bir seyler soyleyerek seyirciyi epey bir eglendirdi (bir tek ben anlamadim sanirim almanca dahi bilmeme ragmen ay cok). ufak bir tanitim ve aradan simsiki bir hard rock: sanirim take a breath olan parca bu. suratimiza suratimiza patlayan flas ampuller ve sahnede 3 gitar ile (1i bas olmak kaydi ile) dimdik ayakta baslari hafif one egik 3 siki rock ci. sanki the wall konserinde yeri gogu inletiyorlar. aradan smile, ufak sohbet,iki parca daha ve ara.. ikinci yari da gilmourun da sarfettigi gibi "oldies"i beklicez. bakalim daha nelere tanik olacak simdili 50 dakikalik bir solen yasayan cch diyerekten "kisa ara"ya girdik.

almanalrin sigara ve kahve keyfi fazla uzun suruyor olmali ki kisa ara yaklasik 30 dakikayi bulduktan sonra, eskiler calinmaya basladi. sanki pulse seyrecektik ikinci devrede. shine on you girer girmez ilk devreyi de gayet icten seyreden 1000lerce "koltukta" misafirin eli agayi titremeye basladi. ve crazy diamond biter bitmez tanitilan ekip. gilmour a gore hepsi ayri bir efsane ama iclerinde biri daha vardi ki pek tabii kendisi (haberim bile yokmus ki) on an islan albumunun de yapimcilarindan biri olmakla birlikte bu konserde de gilmour u yalniz birakmamis. evet ilk devrede klavyenin arkasinda cilgin attigini gordugumuz, ve sahnedeki diger orta yasini almislara ragmen (gilmourun kafasinda da sac kalmadigi icin) bembeyaz saclari ile rick wright da cch i yerinden oynatiyordu bu gece.ve ikinci devre tamamen bir gilmour wright sovuna donusecekti. ayin karanlik yuzune gecen ikili ve grubu utanmasalar yazin watersin etrafta yapacagi gibi dark side of the moonu batan sona gecebilirlerdi. breathe ile birlikte herkes kendinden gecmisti bile. sarkinin sonuna dogru live 8teki gibi time in sonu ile bir baglanti olur mu diye beklerken sarki sona erdi. erdigi gibi de timein tinilari, gecenin tamaminda anfisini ve pedallarini elektro gitarlarinin son raddine kadar kullanan gilmourun biraz once attigi son riff lerin uzerine kaymaya basladi bile. biraz sonra gelecek high hopes ve dehset isik oyunlari ile birlikte etrafta 100lerce, koltuguna civilenmis,kafanizi cevirdiginizde muhtemelen size robot veya et yigini gibi bakacak bir "suru" vardi bile. ve sizin de bunun parcasi olmaktan baska yapabileceginiz bir sey yoktu. herkes adeta hipnotize olmustu.gilmour gene gitarini aglatirken, high hopes ile birlikte izleyenlerin de tum benlikleri agliyordu onunla birlikte. zaten ardindan oyle bir echoes geldi, oyle bir echoes geldi ki, kasi gozu yardi (afedersiniz kici basi dagitti). kadro sahneyi terk etmeye hazirlanirken arkalarinda biraktiklari ekolar (hakikat eko lar) ile birlikte ayaga firlayan seyirci, olacagini (ve gecenin muhtesem bir finale suruklenecegini) bildigi bis icin coktan alkisa tutulmust bile. onumuzdeki yaklasik 20 dakika da bir daha oturmayacaklardi.

bis de wish you were here ile acildi. gilmour arada birakti, seyirci eslik etti. ikinci parca icin "istekleriniz var mi" gibi bir sey soyledigi anda bile bagiran onlarca kisiye karsilik ufakca gulumseyerek coktan hazirlamis oldugu final icin orkestrasina donup isaretini verdi. belki ikinci solonun sonunda live 8teki konserdeki gibi kendinden gecip inlemediyse de her zamanki comfortably numb ziyafetini cektikten sonra kendinisinden duymaya cokca alistigimiz "thank you very much indeed, thank you; thank you and good night" ile koluna aldigi rick wright ile sahneyi terkettiler. butun isik oyunlarinin, dumanlarin,sislerin, perdelerin,amfilerin,gitarlarin ve seyircilerin oldugu gibi de, 10 marrta dusseldorfta baslayan 2006nin tam gunes tutulmasi 11 martta da hamburg da arasiyla, beklemesiyle tam 3 saat 15 dakika boyunca gozlendi.

Thursday, March 09, 2006

Christiania, Danimarka'nın Fatsa'sı mıdır?

Bir şehri öğrenmenin en iyi yolu o şehirde kaybolmaktır derler, ki, genelde gezmeyi seven biri olarak katılırım. Fakat, artık yeni bir yol, bunu da biliyorum. Çalıştığınız pizzacının yanlış sipariş hazırlaması sonucu, aynı adrese, 15 dakika sonra bir kez daha pizza götürmek (arabayla) o sokağın beynine kazınması anlamına gelmektedir. Karşınızda yarı kızgın yarı iyiniyetli bir surat gördükten sonra asla almayacağınızı bildiğiniz bahşiş üzerine fazla düşünmeden bir an önce arabaya atlayıp gerisin geriye dükkana dönersiniz. Yeni siparişler bekliyordur. "Sosyal devlet demişlerdi, adamlar iki laf muhabbet etmiyorlar, nasıl bir sosyallik" şokunu atlattık da, artık, pizza bile isterken "ahanda 102.68 kronmuş, buyun öre'si öre'sine" gibi hesap yapan ırka aşina değilim. Nese, -8 derecede gecenin bir yarısı bisiklet kullanırken burnundan akan sümüğün donduğu Aarhus memleketi de böyle bir yer işte. Alışıyoruz haliyle...

Buralardan Dev-Yol geçmiş mi bilmiyoruz; ama birileri "Bir Yerel Yönetim Deneyimi olarak Christiania" isimli bir kitap illa ki yazmıştır sanırım. Öncelikle biraz bilgi: Christiania, Kopenhag'ın içinde, kendine has kurallarını oluşturmuş bir komüniteden ibaret bir yerleşim bölgesi. Kendilerini "özgür şehir" olarak tanımlıyorlar. 1971'de, daha önce askeri üs olarak kullanılan bu mahalle, ordu tarafından bırakılıp, devlet tarafından, değerli olan bölge, hiç kimseye satılamayınca, Avrupa'nın birçok yerinde olduğu gibi, işgal evleri olarak birçok ev ve arazi insanlar tarafından sahiplenilmiş. Barakalar ufak evlere dönüşürken, yanlarına yenileri eklenmiş. Daha sonraki direniş yıllarında "şehrin" etrafı duvarlarla örülmüş ve yıllarca hükümete varlıklarını kabul ettirmişler. Yasadışı maddelerin alışveriş noktası olarak ünlenen bölge, son yıllarda, bu konuda birçok kısıtlamaya gitmiş. 80lerle birlikte, kendileri de "no hard drugs" politikası ile esrar ve haşhaş dışındaki tüm maddelerin girişini yasaklamışlarsa da, bu maddelerin varlığı halen yüksek seviyede imiş. Burayı kendi içinde "sosyal bir deney" olarak gören, ve turistik amaca da hizmet edebeilecğini düşünen (üstüne üstlük muhtemelen, "o kadar demokratiğiz ki, kovmadık bakın bunları" diyen) hükümet son iki yıla kadar burası için ciddi anlamda bir "normalizasyon" sürecine girişmemiş. Son iki yıldır burayı şehrin geri kalanına entegre etmeye çalışırlarken, esas sorunlar da başlamış.

Christiania, eşsiz doğası (çok güzel bir gölün etrafında, ve sonu da Kopenhag'ın büyükçe kanallarından birine açılıyor, ile, tipik bir komünal yaşamın hüküm sürdüğü bir yer. Kararlar, konsensusa varmak suretiyle katılan herkes tarafında alınıyor (şehrin 250si çocuktan oluşan toplam nüfusu 1000). Genelde elişleri uğraşan halkın atölyeleri var, ve atölyelerde imal edilen şeyler genelde turistlere satılıyor. Üniversite hariç her seviyede okul olan şehirde, iş bölümü ve mağaş dağılımı da komünist bir rejim olmasa da ileri seviyede sosyal bir düzene işaret ediyor. Tabii, gelir düzeyi, geri kalan yerlerin altında, ama insanların da üremekten başka ciddiye aldıkları bir iş de yok zaten. Genelde yerleşenlerin çoğu 70den beri orda, ve artık yeni gelenleri almaları da çok zor. Herkesin güleryüzlü, yardımsever, biraz yorgun, biraz gezgin gözüktüğü bir yer. Başlarında bir "Terzi" de yok, organlara da dağıtmamışlar yönetsel yapılarını ama iyi bir uyum içerisinde oldukları gözlemleniyor. Tabii ki, geçim kaynaklarından biri de, içeriye girip, esrarını satan satıcılardan aldıkları komisyonlar. Gerçi, bu konuda pek bir açıklama yapılmuıyor ama, Christiania'lı olmayan bu insanların sadece iş için buraya girip çıkmalarından da memnun değiller. Herhangi bir sosyal bağları yok, ve, kültürlerine dışarıdan böylesine basit ama içten bir müdahele gelmesinden hoşnut değiller. Bunun haricinde, kapıları genelde sürekli açık, ve gerçekten de insanlara "açık", tekrar kopenhag'a girerken sizi "welcome to the eu" ile de uğurluyorlar. pek bir euroskeptic'ler canım.

evet, zenginliğin göbeğinde, sosyalist köy, pehh, dediğinizi duyar gibiyim. "Hani nerede, benim, faşist devlete karşı tek bir yürek vatandaşım.." Pekala, 70'lerdeki dayanışma hallerini bilmediğimiz gibi, bir turist gözüyle özendirdikleri yaşamlarında ne gibi şeyler yaşadıklarını de kestirmemiz zor. Christiania, bir Fatsa da olmasın zaten, sonra birileri gelip de "biz gelmeseydik Christiania'dakiler geliyorlardı (ulan adamlar 1000 kişi be, hani paramiliter bir örgütleri olmasını bırak, kışın ısınmak için kırdıkları odun var sadece)" diyecek de bir eleman olmadığı için etrafta, umalım ki dursun oracıkta öyle şimdilik.

kebablı pizza'nın ağırlığının çöktüğü yazının sonlarına doğru, herkesi, cereyan yapan açık pencere ve kapılardan korunmaları konusunda uyarırken, Danimarka'daki Denizkızı'na tecavüz olayıyla ilgili herhangi bir bağlantıımız olmadığını belirtmek isterim. yarın sizin de mahallenize, ön camı kırık, aynası dökük bir arabala pizza dağıtmaya çalışan bir çocuk gelirse onu hor görmeyin, eline 5 kron neyim tutuşturuverin...