Şöyle bir baktım Atatürk Havalimanı’ndan havalanırken, coğrafi engellerden dolayı doğu-batı doğrultusunda alabildiğine genişleyen İstanbul’a. “Artık farklı bir gözle bakmaya başlamayı öğrenmem gerekecek sanırım” dedim. Gezip de amatörce sevdiğim yerleri başka bir gözle sevmek mümkün olacak mıydı emin değildim. Bütün bir yaz su sorunları üzerine gündeme gelen, adını hatırlayamadığım bitki türünden ormanların yok olması tehlikesi ile karşı karşıya kalan gölleri gördüm İstanbul’dan uzaklaşırken. Eğer yanılmadıysam Çatalca’ya el sallarken, deli dalgalarıyla Karadeniz’in üzerine doğru seyir eyledi uçak. Birkaç saat sonra griye döneceğini gördüğüm suyun rengi sonbaharın yaklaştığını hissetirecek serinlikte maviydi ve alımlıydı. “Bütün bir yaz”dan bahsetmişken bir anda aklıma gene İzmir-İstanbul yolu üzerinde Manisa’ya geldiğimizde üzerinden köprüyle geçtiğimiz demiryolu ve istasyonu geldi. Mezuniyet öncesi stresli dönem, Caz Festivali, Atina, doğumgünü, Bozcaada’yla başlayıp biten tatil ve Bienal’le noktalanan garip bir yaz. Geçen yaz ilk defa tek başıma sürmüştüm o İzmir-Manisa-İstanbul yolunda, bu yaz benzer yazlık mekanlar ziyaretlerinde arabasız olduğum için “alıp başımı gitme” hayallerimi de bu son dakika talihlisi “business class” uçuşla birlikte Ada’ya taşıyordum. İlk defa business class uçtuğum için, olağanüstü bir tevazu ve gerginlik içerisinde, 3 saatlik uykuyla durmama rağmen 11.45 uçağımın 3 saat 50 dakikalık yolculuğunda bir an bile gözümü kırpmadım. Milliyet gazetesini baştan sona okurken, önce sıcak havlu, sonra kabul etmediğim aperitif, daha sonra iki posta halinde gelen yemek, yemek sonrası aperitif içki servisi (bu sefer kabul ettiğim, zira ısınmaya başlamıştım artık bu fikre) ile birlikte gri denizin geniş yeşillik alanlarla buluşup hemen Thames’e ve ardından da Londra’ya kavuştuğu “iniş için lütfen kemerlerinizi bağlayın” ikazı ile yolculuğu tamamladım.
Pazar gelmeyi planladığım Londra’ya perşembe varmıştım bile. Hava beklediğimden daha ılık, Londra beklediğimden daha da alımlıydı ilk izlenimlerimde. Devasa bavulumu ve sırt çantamı dar sokaklarda ve metro istasyonlarında sağ salim taşımaya çalışırken, artık yeni yaşam alanımda temas halinde olacağım insanlarla yavaş yavaş iletişime de geçmeye başlamıştım. Gerçi bu ilk iletişim garip bakışlar, endişeli ve sinirli tepkiler, bavuluma çarpmalar ve irili ufaklı tebessümlerden ibaret olduysa da, kendi adıma mutluydum.
EPF Lausanne ve LAPA’dan Harry Krugger (Herzog & de Meuron’un ortaklarından) başkanlığında ve LSE’den okuyacağım bölümden (City Design & Social Science) bazı hocaların da katılımıyla gerçekleştirilen sempozyumda aldım soluğu ertesi sabah Tate Modern’da. Eski bir elektrik santralinden müze ve fakülteye dönüştürülen Santralistanbul’da geçirilen yazın son günlerinden sonra bir 16. yüzyıl eseri olan olağanüstü güzellikteki bir güç santralinden Tate Modern’a dönüştürülen bina karşısında zaten erken bir puslu Londra sabahında yeteri kadar heyecanla dolmuştum. Kahveler ve sandviçlerden sonra saat 10.00’da başlayan sempozyum öğlen yemeği, öğleden sonra ufak kahve molası ve 7-8 tane sunumla birlikte saat 18.00’e kadar sürdü. Öğle yemeği arasında LSE’ye gidip Ulaş ve/veya Maciej’le buluşup ev bakınmak yerine, “buradaki insanlarla biraz daha takılsam belki daha iyi olur, metroyla gidip gelmeye değmez” ve “bu bedava sandviçleri yeme şansım varken fazla uzaklaşmasam daha iyi olur” düşünceleri bütün günü Tate Modern’da geçirmeme vesile oldu. Bu sırada da dünyanın en değişken iklimlerinden birine sahip Londra’da güneş açıyor, bulutlar sokakları ıslatıyor, çöpçüler yerleri temizliyor, sigara molasına çıkanlar kapının önünde bekleşiyor ve Thames yüzeyden farklı, dipten farklı akıntılarıyla akmaya devam ediyordu.
Harry Krugger, bir sene boyunca EPFL öğrencilerinin, Tate Modern’ın da bulunduğu Londra’nın 32 borough (bölge)sundan biri olan Southwark için hazırlayacakları “urban constitution (kentsel anayasa)” ve kentsel dönüşüm projeleri için İsviçre’deki derslerin ve çalışma programının planını sundu. Bunlardan önce neden Southwark bölgesi ile ilgili çalışacağını, neden Londra’da bir proje yaptıklarını anlatmak için Londra’yı İsviçre’yle (Lozan’la karşılaştırmanın mantıklı olmayacağını da belirteren) karşılaştıran birçok data ve bu datalardan elde ettikleri izlenimleri güzel grafikler eşliğinde anlattı bize. Borough ve merkezi otorite (valilik) arasındaki tartışmalara ufakça bir girizgah yapıp, sırayı Tate Modern hakkında sunum yapan ilginç sakallı kel abimize bıraktı. Tate Modern, Southwark’ın kuzeyinde, Thames nehrinin hemen güneyindeki Bankside mahallesinde bulunuyor. LSE’nin beni yerleştirdiği Bankside House’ın da hemen önünde aynı zamanda... Tate Modern açıldığından beri bölge hem kültürel, hem de iktisadi anlamda büyük bir atılım yaşamış. Özellikle bölgede oturan birçok insana iş imkanı sağladığından bahsetti Tate Modern’cı abi. Öğleden sonra yapılan sunumlardan birinde Souhwark Bölgesi yönetiminden Allistair Huggett Southwark’ın tüm Birleşik Krallık’taki en az gelişmiş 17. bölgesi olduğundan dem vururken, bu müthiş zenginlik içerisinde görünen Bankside bölgesinin Southwark’ın geri kalanından ne kadar farklı olduğunu da daha iyi anlayabildim.
LSE’de iki yıl önce master yapmış olan bir öğrenci Londra’nın özellikle genişleyen bölgelerindeki altyapı (ulaşım ağında) sorununa ve orantısız gelişmenin getireceği sorunlara parmak basarak, şimdiye kadar da Londra’nın nev-i şahsına münhasır ve ilginç gelişmesinin tarihi süreci hakkında bilgiler verdi bize. Stratejik yeni bir planlamanın öneminden dem vururken, ikili bir yönetim sistemine (bütün Londra’dan sorumlu bir vali ve 32 ayrı bölge yönetimi) sahip Londra’da bu iş için fazladan bir emek sarfedilmesi gerektiğini, bu süreç boyunca yaşanabilecek sorunları gözler önüne serdi genç adam. Yemekten sonraki ikinci konuşmada LSE hocalarından Tony Travers “sizleri öğle yemeği sonrası rehaveti içinde uyutmak istemem” diyerek ve genelde İngilizlerdeki sevdiğim kendini de eleştiren (belki sözde, belki göreceli) mütevazi kinayeli tavrıyla bizi Londra’nın yönetimi ve politikaları hakkında bilgi yağmuruna tuttu. Londra’da yaşayan 7.5 milyon insanın %35’i “beyaz olmayan” bir nüfus ve %37’si de göçmenlerden oluşuyor. Londra’nın nüfusu her yıl 100.000 kişi artıyor. Gelen göçmen sayısı da her yıl 100.000 arttığına, doğum oranları düşük olduğuna göre, Londra’dan dışarıya verilen göçle birlikte her yıl 100.000 artan nüfusun büyük çoğunluğunun yeni mültecilerden sağlandığını anlayabiliyoruz. Doğal olarak da 2000li yılların başlarında %30 olan “mülteci oranı” da bu sayılara varabiliyor. Travers aynı zamanda Londra’nın, Berlin ve Tokyo gibi yapılanmış ikili yönetim sisteminden ve bu sistemin geçmişinden bahsetti. İlk defa kurulan valilik sisteminden ve valiyle bölge başkanlarının anlaşamamasından bahsederek esprili nüktelerle dinleyiciyi uyutmadan bitirdi konuşmasını.
Allistair Huggett Southwark bölgesi hakkında çarpıcı bilgiler verirken, “içeriden” ve direkt halk için projeler üretip uygulayan biri olarak, akademisyenler kadar rahat yaklaşamıyordu bizlere ve önündeki önemli meselelere. Travers’ın bir önceki konuşmasında özellikle vurguladığı Londra’nın (özellikle Berlin ve New York gibi) “kendi kaderini belirleyen” bir yapıya sahip olamaması özelliğine karşı örnek olabilecek şekilde Southwark bölgesinde yapılmış başarılı ve güzel sivil çalışmaları anlattı Huggett. Otobüslerin “kısayol” olarak kullandığı dar sokağı trafiğe kapatıp yaptıkları parkı, insanların içinden geçmeye korktuğu ve yerel halkın da fazla benimsemediği metro (yüzeyde giden) köprülerinin altgeçitlerini kaykay alanına dönüştürdükleri projeleri resimlerle de destekleyip paylaştı bizle. LSE’deki “Cities Programme” direktörü Robert Travernor “St. Paul’s Cathedral”ın görüş alanını dahilinde olan bölgelerdeki yapılanma yasakları ve son dönemlerde “City of London” (yani Londra’nın ezelden beri özerk kalan en merkezi, suriçi tarzı iç bölgesi)ın doğu sınırında bu “St. Paul’ün etki alanı” dışında kalan bölgelere dikilen gökdelenleri ve buranın geleceği ile ilgili olan proje ve tartışmaları sundu bize (bkz. the Gherkin). Dolu bir programla birlikte, üzerinde çalışacağım ve igileneceğim konular hakkında ayağımın tozuyla epey bir bilgi yüklendikten sonra ilk günlerde misafiri olduğum Mehmet Can’ın evine döndüğümde, okula hala kaydımı yaptıramamış ve “kendime ev bakma” konusunda da hiçbir gelişme kaydetememiştim. Akşam ilk “Londra gecesi” deneyimimi yorgunluk üzerine kısa kesip eve döndükten sonra, bugün sabah 3 Türk kızının teklif ettiği eve bakmaya gittik. Sonunda Bankside House’a girip, bir müddet orada kurulup “eve çıkma” işini sonraya bırakmaya karar verdim.
Yeni telefon hattı, Turkuaz Restoran’a yapılan bir ziyaret, tekrar Tate Modern’a uğrama, bahçesinde Thames kenarındaki bir bar’da güneşten yağmura dönen güzel bir Cumartesi akşamüstüsünde bira eşliğinde demlenmenin ardından, St. Paul’s’den Westminster’a doğru yapılan bir yürüyüşle Londra’yı iyice yaşama turlarına başlamış oldum. “Barlett mi LSE mi, mimarlık tarihi mi, şehir tasarım ve sosyoloji mi” düşüncelerini ve daha birçok soruyu sorduracak, sonunda “haftaya hangi konsere ya da bara gitsem”lerle bitecek, becerebilirsem Brighton’a hafasonu, İskoçya’ya uzun haftasonu kaçamaklarıyla renkleneceğini umduğum gezmeler, yağmurlar, griler, grill’ler ve hayallerle harmanlanan günlükler... böyle başladık işte.
No comments:
Post a Comment