Saturday, April 28, 2007

Sn. Ömer Çavuşoğlu 16:45'te bir basın açıklaması yapacak


sevgili basın mensupları, siyaset uzmanları, eli kalem tutan degerli vatandaslar, eli silah tutan utangaçlar, kadınların elini tutmayan allah-sizi-nasıl-biliyorsa-öyle-yapasıcalar, parçalı bulutlu gökyüzü, küresel ısınma ve mart ayı geldiğinde dama çıkan kediler,

ufak odamın arka binanın çirkin mimarisine bakan penceresinden içeri ezanla karışık Türk Milli Marşı dalga dalga girerken, son günlerde tekrar zihnimi kurcalayan şu fikir üzerine sizlerle teati yapmak isterim:

bazen zaman, taharrür edebileceğimizden ve etmek istediğimizden de hızlı akmaktadır.

öncelikle, kendimden güncel bir örnek vererek olaya açıklık getirmek isterim:

Efendim, 27 Nisan 2007 günü ulusumuz için olduğu kadar, benim için de önemli bir gündü. Bir önceki gece izlemiş olduğum bir futbol müsabakasında gördüklerim karşısında hayrete düşmüş ve "çok sert bir darbe yaptı bu oyuncu" tarzında bir şey söylemiş olmalıyım ki, ertesi gün arkadaşlarım televizyonda çıkan haberler konusunda beni uyarmayı tercih ettiler. 26 Nisan gecesini 27'sine bağlayan saatlerde çocukluk aşkım olan futbol topunun peşinden yaptığım 1.5 saatlik koşu ve ertesi sabah girmem gereken sınav için yaptığım son dakika çalışmalarının ardından istiharata çekilmeye karar verdiğimde, yeni doğan güneşin, inanın bir öncekiler kadar saf ve zararsız olduğunu düşünmek sadece benim saflığımın bir göstergesi imiş.

Dün, benim için, birçoklarına göre çok daha şanslı bir gün oldu nitekim. Sınavım fena geçmedi, daha sonra İngiltere'den beklediğim telefon görüşmesinin de olumlu geçtiğini ifade edebilirim, kafamın arkasında zihnimi kurcalayan (-soyut ve somut manada kullanıldı bu-) şişliğin de çok önemli bir şey olmadığını öğrendiğimde saatler tam da "saat kaç?" sorusuna "dün bu vakit" şeklinde cevap verebileceğimiz anı gösteriyordu. Doktor kontrolüne gitmek için okulu araba ile terk ederken, her "trafik seyrindeki Türk vatandaşı" veya her 1960'lar öncesi Türk vatandaşı gibi haberleri radyodan dinlemekle meşguldüm.

Bir zat-ı âli "uyguladığım metod doğrudur" diyordu belirli bir oylamanın sonunda. Bu sesin Millet Meclisi'nde geldiğini ve sözün sahibinin meşhur çayını doğru bir metodla demlemekten gurur duyan meclis çaycısı ya da başka bir görevli değil de, bizatihi Meclis Başkanı olduğunu öğrendiğimde, sanırım Meclis Oturumları prosedürü üzerine yeni bir bilgi edinmiştim. Beyefendi, metodunun kabul görmesinde pek bir mutlu idi. Daha sonra sanırım, uykusu tutmayan biri (bunun Kültür ve Turizm Bakanı Sn. Koç olması muhtemeldir) 361, 368 gibi rakamlarla koyun sayma işine girmişti ki, evden çıkmak gerektiğini, dışarıda da bir yaşam olduğunu hatırladım.

Haftanın yorgunluğunu atmak için, takdir edersiniz ki, benim de yemek üzerine hafif bir şekerleme yapmam gerekiyordu. Sanırım, heyecanını atlatamamış bazı kesimler ardı ardına açıklamalarda bulunuyorlardı bu sırada. Velhasıl kelam, saatler 22.00'ye yaklaşırken Pinhani isimlı güzel müzik topluluğunun konseri olduğunu öğrenip, arkadaşların davet teklifini geri çevirmemeye karar verdiğimde, tam da bu satırları sizlere iletmemde emeği geçen Internet arkadaşımın, 2000'li (yabancıların "decade" olarak tabir ettiği) onyılın beklenen atağı gerçekleşmek üzereymiş. 1960'lar, 70'ler ve gerisinden ne farkı vardı canım bu içinde bulunduğumuz on yılın? Mantalite aynıydı, sivil toplumumuz ve bilinçli vatandaşlarımız yıllar öncesinden gelen kanat ortalarını görememiş, son dakikada kalelerinde yaşanacak büyük tehlikeyi savuşturmak için hakemi manipüle etmeye karar vermişlerdi. Afedersiniz, fazla futbolla içiçe olmuş olmalıyım son günlerde ki, sizlere bu örneği aktarmayı uygun gördüm. "Sözün" "özü" (yani sözde değil, özde özne) kaçan balık olacaktı gene. Kendi yarattığımız düzenin içinde, bir zamanlar birilerini görmek için kurduğumuz abuk matematiksel düzlem bizi bu heyecanlı günde, elinde bolca yetkilerle 360 civarında (evet, bu sayının koyunlarla bir ilgisi olmadığını öğrenmiştim bu sırada) seyreyleyen 4 işlem aritmetiğinin içinde "tam da onları orada görmemek için" hazırladığımız tuzaktan kurtulmaya çalışıyor gibiydik sanırım ki, ben kendimi müziğin ritmlerine kaptırmış ince dans figürlerimle, muhafazakarlara, gericilere ve faşistlere çalımlar atmaya çalışıyordum.

Fazla dağıtmayayım değerli arkadaşlarım. Mantalite değişmemişti demiştik. Tüketebileceğimiz kadar krediyi son ana kadar tüketmeyi başarmıştık yine, kendi ellerimizle değiştirme imkanı varken tepkimizi gene silahlı abilerden bekler hale gelmiştik ve küresel ısınmayı saymazsak kediler halen mart aylarında damlara çıkıyorlardı. Dünyanın düzeni (ki biz bundan, sadece içinde bulunduğumuz küçük dünyalarımızı anlıyoruz sanki zaman zaman) gene aynıydı. Belki bu aynılığı ve "sıradanlığı" değiştirmenin zamanı gelmiştir artık.

Monday, April 23, 2007

homo sapiens non urinat in ventum - I

Bir "hergele" yapımı..

Müzik: emektar discman eşliğinde "karışık" (onu bile almadım yanıma)
Özel efektler: Amsterdam cofee-shops
Kamera: "gene yanıma almayı unuttum" ve "her zaman en güzel anlarda yanınızda bulundurmayı eksik ettiğiniz şey"
Kostüm: Elbette iki günlük bir yolculuk için yanıma yedek kıyafet almamı beklemiyordunuz, değil mi?
Makyaj: ??
Sanat Yönetmeni: Anne
Görüntü Yönetmeni: gökler, denizler ve orada, yukarıda kimler varsa... ha bir de "Mutluluğun Mimarisi"
Senaryo: Güvercinler (Anne ve Baba)
Yapımcı: Pederbank (Baba)
Yönetmen: Biraz ben, biraz algoritma, biraz olasılık..

-bu yapımdaki tüm karakterler ve olaylar gerçektir, en azından ben öyle olduklarını iddia etmekteyim-

20 Nisan 2007 sabahına her zamankinden çok da farklı olmayan bir biçimde uyanıyorum. Tamam, kendi evimde ve yatağımda değilim, hatta yatakta bile değilim. Kendi yatağını Elif'e feda etmiş Erdem'in salonunda, kendisinin de yattığı kanepenin hemen arkasında uyuyan ev sahibimizi uyandırmadan, her zamanki misafir titizliğimle çarşafı, yorganı katlayarak ayağımın ucunda yürüyerekten arabama doğru yönleniyorum. 1 saat 15 dakikada bir İstanbul gerçeği olan 6 km. lik mesafeyi kat edebildikten bir yarım saat, 45 dakika sonra Galata'daki eve varıyorum ki, karşı kapı komşum ışıkçı abiye verdiğim selam, "seni bekleyen bir hanım vardı" cevabı olarak geri dönüyor. Leyla Abla geleli çok olmamış da gene de arayınca bana ulaşamamış, meraklanmış. Kapıyı açtığım andan itibaren önümdeki birkaç saatin beni nasıl yönlendireceği konusunda çok ciddi fikirlere sahip değildim elbet bu noktada.

Bahar ışıldıyor, ve ev "bahar temizliği"nden nasibini alıyor, ve ben birkaç yıl önce başka bir baharda "gideceğim! beraber ya da yalnız!" diye karar verdiğim yolculuğun önemli duraklarından birine tekrar yolculuk edeceğimden birhaber, bilgisayarımın güç kablosunu Erdem'de unutmanın sıkıntısını yaşıyorum. 5 gün sonraki ödevim için okumam gereken 4 makale, izlemem gereken 3 film var. Hocama email atıyorum, zira bana sıra gelmezse, ödev ertelenecek ama ben, önümdeki 2 gün içerisinde ödevi 1 kerede bitirmeyi hedefliyorum. Güç kablosunun varlığı önem teşkil ediyor! Begüm saat 3.30'da gelebileceğini bildirmek için arıyor, yıkanmam lazım, ev temizleniyor, bahar güneş ışınlarıyla girerken, aynı zamanda çamaşır deterjanından da parkelere dökülmeye devam ediyor.

3 yaz önce, Interrail seyahatimin sonunda, tren değil de uçak ile geri dönüş yapmaya karar verdiğimde tanışmıştım Germanwings adlı havayolu şirketi ile. Bu sayede, Brügge'de tanışıp da Amsterdam'a gelmesine ikna edebilmiştim onu ve Venedik'te tekrar buluşabilmiştim. Germanwings'i sevdim ondan sonra; Ryanair, Easyjet de fena değillerdi, Ryanair Türkiye'ye uçmuyordu malesef, ama Corendon hakkında çok da iyi şeyler duymuyordum ya, sevgili anneciğim arayıp da ablamın da doğumgünü sürprizi yapmak için yola çıkacağını söylemeseydi ve baba da teşvik priminin ucunu göstermeseydi, son gün ucuzcacık biletleri ile bana göz kırptığını farketmeyecektim bu dandik "dolmuş havayolu"nun. "Yola çıkma zamanı geldiğinde fazla düşünmemeli" prensibini unutmaya başlamıştı neredeyse bünyem son zamanlarda, ama bahar kapıdaydı ve güneş olan her yere gidilebilirdi. Ailemin biraraya geldiği bir yerden de güneşin eksik olamayacağını düşünüyordum, şükür, bonkör komşum bedava Internet'ini de hizmetime sunmuştu...
Önce Fatih Akın son filmini Cannes'a yollamış, sonra Orhan Pamuk Cannes'da jüriye alınmış, sonra çok üzücü birçok kötü haber, Messi'nin attığı inanılmaz gol, vizyona giren filmler, hocaya atılan bir "yoklama" emaili, birkaç festival haberi ve "your order has been confirmed"...

Tam 1 yıl önce aynı tarihte, "tatil bitti kaldık Aarhus'ta" diyordum kendi kendime "paskalya" yumurtaları teker teker ortaya çıkıp da Avrupa'nın 4 bir yanına çil yavrusu gibi dağılan arkadaşlar geri dönerlerken kuzeyli memleketimize. Tam o sırada İstanbul'daki aileden gelen telefon ile Aarhus-Rotterdam seferim üzerine, Eindhoven'dan atladığım Internet otostopu ile Hamburg'da buluşmuştum benimkilerle. Şimdi sabaha karşı uçağa binmeden önce "hukuk ve etik" üzerine (yapmam gereken ödevin dersinin kitabı yerine bu kitabı aldığım için) çalışırken Eindhoven'dan bu sefer "tren" ile ulaşacağım Amsterdam'da nasıl bir sürpriz yapacağımı düşünüyorum anneme. Gene bir tatilin sonuna gelmişim (bu sefer Sabancı'da ve "bahar tatili") neredeyse hiç bir düzgün plan yapmadan, ve "çağıran yol"a doğru hareketleniyorum.

Sadece 2 hafta önce Assos dönüşü Türkiye'nin en çok alkol tüketilen ve çingene dansı yapılan Keşan adlı şirin ilçesinin, "sarı arkaplanın içine kahverengi ile yazılmış" tabeladan daha fazlası olan Yunanistan'a 29 km. uzaklıkta olduğunun farkına varmasaydım, iki Avrupa Birliği vatandaşı arkadaşımı, halihazırda vakt-i zamanında Almanya'ya çoklu seferler yapacağıma dair sabahın 07.45'inde ikna ettiğim vizeci teyzeden aldığım uzun süreli vizem de varken, Ege'nin öbür ucuna ve politik Avrupa'nın köşesine geçmeye ikna edebilmiş olsaydım, "vizeyi de aldık, ama hiç kullanmıyoruz" diyor olmayacaktım tam şimdi uçağa binmeden önce. Hem zamanında, vize başvurusunu yaparken "neden 6 ay istiyorsunuz" diyen teyzeye "bahar tatilinde de gideceğim" demiştim ya, şimdi yalan söylemiş olmayayım. Velhasıl kelam, tam da uçağa binmeden önce sarı Hollandalı'larla dolurulmuş bembeyaz Sabiha Gökçen atmosferi içinde, hiç de Avrupa'ya gidesim yokken, annemin gözlerinin içi parlayan gülüşünü hayal ederek yollanıyorum, koltuk aralığı "dar alanda kısa paslaşmalar"a müsait uçağıma.

zorlu bir yolculuk, Eindhoven'a iniş ve Amsterdam'a yollanış.
(Tabii, Eindhoven'dan trene binebilmek için önce havaalanından şehre inmek gerekiyor da, otobüs şöförü binmeye yeltendiğimi göre göre "tam saati geldi" diye içinde tek bir kimse bile olmayan otobüsü hareket ettirince tekrar Avrupa'ya hoş geldiğimi anlıyorum. Neyse, benzer bir anti-kadercilik sayesinde, zamanında başka bir treni kaçırmamış mıydım da, kaderin ağları güzelce örülmüştü akabininde...) Haftasonunu, "annem dönene kadar ona ne hediye almalıyım" stresi ile geçirmeye gerek kalmıyor, hediye olarak kendimi getiriyorum işte. ve baba ile yapılmaya çalışılan başarısız plan, "meşgul şebekeler", inşa halindeki tren garı ve en sonunda bir şekilde de olsa gerçekleştirelebilen müthiş sürpriz! Amsterdam baharı yaşıyor, ve yaşatıyor. Sanırım ilk geldiğimdekinden daha çok seveceğim bu sefer...

Thursday, April 12, 2007

gece serinliği

İçimde garip bir ürperti. “istanbul hatırası” dinlediğim şarkının adı ama gecenin serinliğine eklenen görüntüler İstanbul’dan değil sadece. Ya da İstanbul gibi karmakarışıklar sadece. David Gilmour konserine girmeden hemen önce Kültür Kongre Sarayı’nın hemen dışındaki soğukta bekleyişimi hatırlıyorum. Bir konser izlemek için 400 km. ötede ve başka bir ülkede gerçekleşen bu etkinliğe giderken ne kadar yalnızdım böyle ürperti zamanlarında anımsayabiliyorum. Gerçi koskoca bir festival boyunca akşamları hissettiğim ürpertilerde de yalnız değildim ama soğuk sanırım en güzel “tek başına”lıkla birlikte açıklanabilecek bir kelime. Ya da, yalnız olmadığım anlarda bile kendi hikayemin görüntüleri beni yalnızca enterese eden. İstanbul gibi biraz belki de, başka onlarcasının içerisinde ama eninde sonunda, gürültülerden uzaklaştığında serin bir ürpertinin ortasında.


Boğaz boyunca uzanan şeritte, Rumeli Hisarı’ndan Emirgan’a doğru sürükleniyor hatıralarım. Ortaokulda akşam servisine kaldığımda eve giderken çöken karanlığa, 2. köprünün altına arabayı çekip müthiş demir yığınının görkemli karanlığına bakarkenki şaşkınlığıma... Karadeniz şeridinin yol haline getirilmesi, karayolları haritasının kırmızı çizgilerini aşmak isteyerek keşfetmek için yola çıkan benliğimi heyecanlandırırken, güzelim doğanın ve Karadenizlilerin başına gelenlerin etkilerini ancak bu üşüme anlarında farkedebiliyorum demek ki. Ya da daha önceden okuyup da anlamadığım bir sürü gerçekliği de. Gene köylerin içinden geçiyor zihnim, yolların içinden geçerek sonsuzluğa uzandığı, kükürt kokusunun ormanlara karıştığı, az ışıklı köyler. Köprülerinin üzerindeki heykellerin bile altın kaplama olduğu zengin, minik bir kasaba olan Brügge’de geçirdiğim ikinci gecede tek başıma yürüyüşe çıktığım soğuk yağmurdan, dağların arasında unutulmuş ve sobası güç bela yanan, en yakınındaki yerleşim merkezine günlerce uzak Karadeniz köylerine doğru savruluyorum. Bütün günün yürüyüşünün ardından nerede kamp yapacağımıza karar veremediğimizde sığındığımız Toroslar’ın eteklerindeki köylerden birinde yediğimiz akşam yemeğinde ki bir sıcak tasa dokunuyor dilim. Ürpertim azalıyor, Assos’ta yağmur yağıyor, etraf toprak kokuyor, İstanbul hüzün kokuyor. ODTÜ’de şimdi herkes yurtlarına dönmüştür, gece ile birlikte soğuk çökmüştür, Mimarlık Fakültesi’ndeki işleriyle uğraşmaya devam ediyorlardır, Hasan odasında bilgisayarla oynuyor olabilir, Ankara’da yürüyüş hazırlıkları vardır. Aarhus’ta ise, eğer hala Malmö’ye kaçmadıysa, Rıza Abi dükkanı kapamıştır, bugün çarşamba olduğu için muhtemelen döneri bitmemiştir, kalanını buzluğa kaldırıp, sabah geri dönmek üzere evine yollanmıştır. Kesin, orası da serin bir akşam yaşıyordur.