Showing posts with label Aarhus. Show all posts
Showing posts with label Aarhus. Show all posts

Monday, July 02, 2012

devasa gokyuzu, bozuk bagaj kapagi ve sicak pizzalar


“Bak işte, her şey o kadar da kötü değil. Hiç bu kadar büyük bir gökyüzünün altında durup yıldızları izlemiş miydin? Kuzeyde olmanın da avantajları var!” Waterworld filmini izlerken babamın söylediklerini hatırladığım kadarıyla Ekvator’a yaklaştıkça Ay’ı daha büyük görebiliyorduk; peki Kutuplar’a yaklaştıkça da gökyüzü mü daha büyük oluyordu?

Coğrafya bilgimi sınamayı boşverip başımı sağa ve sola doğru çevirdim. Göğün görebildiğim sağ uç köşeleri koyu bir lacivert ile boyanmışken, sola doğru baktığımda giderek açıklaşan bir maviyi görebiliyordum. Sadece 10 gün önce, yazın en uzun günlerinden birinde 63 derece enleminde neredeyse 24 saat gündüzü yaşamıştım. 3 gün sonra yola çıkacak, otostop çekmeye çalışırken muhtemelen bir iki kamyon sürücüsüne dalga malzemesi olacak, ama sonra arkadaşça bir gencin ya da bir ailenin arabasına binecek, Almanya’da Dünya Kupası finalini seyrederken biramı yudumlayacak, Tuna’nın kolu Sava üzerinden Zagrep’teki arkadaşlarıma uğrayacak, Eidomeni’den Yunanistan’a giriş yaparken Hulusi Kentmen’e benzeteceğim sevimli, yaşlı sınır karakolu görevlisi Yunanlı’nın Türkçe “Ömer’cim” diye başlayıp vizemin son gününde giriş yaptığım için beni uyarmasının ardından soluğu Selanik’ten İstanbul’a dönüş yapacağım trende alacaktım. Bunların hiç birini, 5 ay önce, kar fırtınasında mahsur kalıp haftasonunu kampüste geçiren arkadaşlarımı bırakıp, kız arkadaşımla vedalaştıktan sonra çıktığım değişim programı yolculuğumun başında planlamamıştım bile.

Aslına bakılırsa, Erasmus Değişim Programı’na katılmak için tercih ettiğim üniversite listesini doldururken, Aarhus’u ilk seçenek olarak yazıp yazmamak konusunda da pek emin değildim. O günlerde her ne kadar seçenekler çok fazla değilse de, istersem Berlin, Amsterdam ya da Barselona (veya Madrid) tercihinde de bulunabilirdim. Bunlardan ilkine daha yeni gitmiştim, soğuk bir Ağustos haftasonu geçirmiş olmama rağmen, halen bugün de süregelen, ‘en sevdiğim şehir’ sıfatını kazanmıştı bile. İkincisi ve üçüncüsünü daha önce Interrail seyahatimde görmüştüm; nedense orada almam gereken derslerin sürmekte olan eğitimime çok uyumlu olmayacağını hissetmiş, zaten ikisinden birine gidersem de kesinlikle hiç bir şekilde derslere konsantre olamayacağımı, sadece eğlence amacı ile yapılan bir Erasmus programının da bana biraz zarar verebileceğini hissetmiştim. Stratejik düşünmeyi seven biriyimdir. Öyle ki, belki 1. seçeneğime kabul edilmem diye Berlin’i 2. seçenek olarak işaretlediğimi anımsar gibiyim. Ya da belki de, Arjantinli birine vurulduğum için İspanyolca öğrenmeye başladığımdan, İspanya almıştır 2 numarayı. Her nasılsa, Aarhus’u 1 numaraya koyarken stratejik planlamamın yanında bir olgu daha vardı aklıma takılan: “Diğer 3 yeri de gördüm. Bir daha hayatımda ne zaman Aarhus gibi bir yere giderim ki!?” Gelin görün ki, bir şehri 3-5 günlüğüne ziyaret etmekle, orada 5-6 ay yaşamak arasında çok da ince olmayan bir çizgi var. Ben o çizgiyi ya görmemiş, ya da göz ardı etmiştim. Aarhus’a gideceğim belli olduğunda ufak bir pişmanlık hissettiğimi anımsıyorum; zira o an henüz, hayatımın en güzel kararlarından birini vermiş olduğuma hakim değildim elbette.

Lea’nın bana gökyüzü ile ilgili söylediği şeyden bir-iki saat önce, büyükçe bir çadırın içinde tam çadırın girişinin kenarında hayatımın en etkileyici müzik olayına tanık oluyordum. İsmini o sene arkadaşlarımdan sıklıkla duyduğum bu İskandinav grubun çaldığı müzikle bambaşka alemlerde gezinirken, boy ortalamasının yaklaşık 15 cm. altında olmam ve sahneye çok uzak olmamdan ötürü, müzisyenleri ancak ve ancak, hareket ettikçe daha da büyüyen, çadırın tepesine yansıyan gölgelerinden takip edebiliyor, mavi ve kırmızı ışıklar ve sis perdelerinin ortasında kendimi hiç bilmediğim bir evrenin ortasında buluyordum. Kamp alanındaki en büyük eğlence ve temizlik kaynağımız bol toprak ve tortulu havuz, Mart ayının ilk gününde “hadi gelin bakalım, ancak böyle resmi olarak Viking olabilirsiniz” diyerek Kristoffer’ın bizi 3 derece havada, çırılçıplak bir şekilde attığı, 1 derece sıcaklıktaki ve üzeri karla kaplı olan denizin yanında cennet kalıyordu. 3 Türk arkadaş 8 Danimarkalı ile 5 gün boyunca festivalde eğlenirken anlamıştım ki, geçirdiğim 5 ayda ortama çok iyi entegre olmuş ve uzun yıllar sürecek dostlukların temellerini atmıştım. Tabii, başta hiç de bu kadar olmamıştı.

Danimarka’nın ufak bir ülke olduğu aşikar; fakat Aarhus’a geldiğimde 5te 1i öğrencilerden oluşan bu kentin nüfusunun sadece 300,000 olduğu, ve 7 değil 70 tepeli bir şehirde büyüyen biri olarak, en yüksek noktasının kilise çanının zirvesine denk düştüğü gerçeklikleri ile yüzleşmek önemli bir çaba gerektiriyordu. Hem de gitmiş, sırf odamda kendime ait banyom, İnternet bağlantım bulunacak ve odam 26 metrekare olacak diye, şehrin haritasını bile düzgünce incelemeyip, şehir merkezinden, üniversiteden, arkadaşlarımdan ve etkinliklerden olabilecek en uzak yurdu seçmiştim. Gidiş yolculuğu uçağına bindiğim gün meşhur ‘Karikatür Krizi’ patlamış ve benim yurdum, karikatürü yayımlayan gazetenin ana binasının karşı sokağındaydı! Tevekkeli değil aylar boyunca binaya ne giren, ne de çıkan gördüm. Ama hepsinden daha önemlisi, şehirde tepe demeye bile dilimin zor vardığı tek eğimli yol benim yurda giden yoldu, ve ilk bir ay boyunca hava sıcaklığı mütemadiyen -3 ila 3 derece arasında oynarken, bisikletle gidip-gelirken 5 kat giyindiğim vücudumun altından terler boşalırken sakalımdaki tükürüğümün donuyor olması beni şimdiden Darvinsel bir evrime uğratmaya başlamıştı bile.

O günlerde arkadaşlarım birer birer blog siteleri açarken, ben de İskandinav yalnızlığımı paylaşmak için neden bir şeyler yazmıyorum ki diye düşünmüş olmalıyım ki, yazdığım ilk yazıda ‘paylaşmayı pek sevdikleri soğukluğu da ziyadesiyle öyle bir verdiler ki adama, önce 1 hafta hasta yatırıp, şimdi etraftaki kimseyle tanışmaz etmez, konuşmaz gitmez biri ediverdiler beni de. Adaptasyon diye buna derler işte’ deyiverdiğim bir blogcu olmuşum. Belli ki, ilk günlerde kanım çabuk kaynamış! Velhasıl kelam, ikinci yazımın başlığı ‘muntazaman Danlaşmak’ olmuş; bir mücadele haline getirdiğim entegrasyon sürecinden yavaş yavaş keyif almaya başlamam da, sanırım 3., 4. haftayı bulmuş. İşte tam da bu dönemlerde farketmiştim ki, Erasmus Komisyonu her ne kadar İskandinav ülkelerinde yaşamanın çok daha yüksek bir maliyeti olduğunu farketmiş olsa da, diğer ülkelere giden öğrencilere verdiği aylık burs olan €400’unun bizim nezdimizde €440 olmasının aradaki farkı kapatmadığını anlayamamışlardı. Masrafları karşılamak için ek gelire ihityacım vardı, dolayısıyla başka bir Türk arkadaşımın tavsiyesi üzerine, bir Türk’ün işlettiği pizza dükkanında, arka camı kırık ve bagaj kapağı tam olarak kapanmayan bir araba ile pizza dağıtımına başlamıştım. Hava 5 derece iken kapanmayan bagaj kapağında sıcak pizza dağıtmak ne kadar İskandinavlar’ın kara mizah anlayışına yakışıyor olsa da, bunun ne kadar iyi bir ticari strateji olduğuna dair derin şüphelerim vardı. Her neyse, benim için hava hoştu; şehrin her bir köşesini ve sokaklarını öğreniyor, endüstriyel birikimli mahallelerinden, deniz kenarındaki villalara, okul yurtlarından, konser mekanlarına kadar her türlü dokusuna hakim olmaya başlıyor, bir Sosyoloji ve Siayset Bilimi öğrencisi ve Aarhus Üniversitesi’nde İskandinav Siyaseti üzerine ders alan biri olarak, yerinde gözlemler yapma şansında bulunuyordum. Hem de, sağ olsun İskandinavlar çocukken bile TV programlarını İngilizce (ve kendi dillerinde alt yazı ile) izledikleri için, tek kelime bile Danimarkaca öğrenmeme gerek kalmıyordu; rakamları bile. Gerçi sonradan bu şansı teptiğim için pişman olacaktım; kaldı ki, eminim Danimarkaca sempatik bir kaç kelime kullanımı bahşişlerimde yüksek bir artışa neden olabilirdi!

8 Türk arkadaş olarak birbirimizle uyum içerisinde, bol bol yardımlaşıyorduk. Tabii ki her birimiz, bir Erasmus gerçeği olan İspanyol ve İtalyan cemiyetlerinin sürekli partiler düzenlemesi veya partilerde bir arada bulunması fikrine epey yakın hisler içerisindeydik; ama sanki biraz da, hepimiz için geçerli olabileceğini hissettiğim, ismi konmamış bir ortak pakt da vardı: Büyük yabancı gruplarla değil, Danimarkalılar’la arkadaş olmak istiyorduk. Aarhus Üniversitesi öğrencilerinin bu konuda en az bizim kadar can atıyor olması da işimize yaramıştı. Ayrıca, o dönemlerde Avrupa geneline yayılmış ciddi bir ‘nargile içme’ ritüeli vardı; ve yaklaşan bahar ayları ile birlikte Üniversite Kampüsü’nün çimlerinde ‘mangal sefası’ geleneğini Danimarka’ya ithal eden bir grup genç olarak, oranın yerlileri ile iyi ilişkilerimiz her geçen gün gelişiyordu. Zaten Erasmus deneyimimden sonra hep düşünmüşümdür: Bir Erasmus öğrencisinin kendisine yapabileceği en büyük katkı, kısa bir süreliğine de olsa, misafiri olduğu o coğrafya, kültür ve insanlar ile çok yakın ilişkiler kurabilmek. Hele bir de öğrenci normalde turist rehberlerinde bile gördüğünüzde ‘herhalde belediye turizm bürosunun harcayacak çok parası vardı’ diyebileceği bir şehre gitmişse, oranın ve etrafının değerini, eminim ki zaman geçtikçe çok daha iyi anlayacaktır.

Danimarka’da bahar ve yaz ayları bir başka oluyor. Hayır, çimlerin farklı bir şekilde büyümesinden, çiçeklerin farklı bir şekilde açmasından ötürü değil. Hiç bir zaman gelmeyeceği hissine kapılmışken bir anda, bütün şiddetiyle üzerinize çullanıvermesinden! Türk arkadaşlarımız arasından diğerlerinden önce ayrılanlar da olmuştu belirli sebeplerden ötürü. Bir tanesi için yazdığım bir şey, hem onun, ama daha çok da kendi deneyimi özetler gibi olmuş; alıntılayayım: “bir şehre gelmişsinizdir… şehrin bir havası vardır, solur onu soluduğunuz gibi; ışıkları vardır, bazen gözleri parlar, bazen körleri oynar. tadı vardır, tuzu, suyunda, yemeğinde. karşıdan karşıya kırmızı ışıkta geçmeyen insanında da kimliği vardır şehrin. sevemezseniz şehri başta… birkaç ay geçer, arada havalar güzelleşir, şehirde çiçekler açmış, arada yağmurun ve bulutun arasına da saklansa; hava kokuyor, o bir kaç aydır ciğerlerine doldurduğun kimliğiyle… trenin kapıları kapanırken camın arkasından son kez heyecanla el sallamaya yeltenme. şehrin kimliği üzerinde, bakışları gözlerinde. Fotoğrafı çeken, o anı şans eseri de olsa yakalar. Diğerleri gordüğünde beğenseler bile, manasını bir çeken bilecektir, bir de çekilen. fotoğrafa bir iki kere daha bakılır. bakılır ve görülür. şehri terk eden mutludur; fotoğraf her şeyi ifade etmektedir: mutlu bir ayrılıktır bu, o şehri her daim iyi olarak hatırlatacak...”. Haziran ayının başında Aarhus’u terk eden arkadaşımızın arkasından, bu yazdığım cümleleri tamamlayabilecek en yoğun dönemlerden biri yaşanmıştı. O ünlü kavurucu 2006 yazının başlarında, bir-iki haftamız final ödevlerini hazırlamakla geçmiş, fakat sabrın karşılığı da bir o kadar ödüllendirici olmuştu.

Derslerin son haftalarında sunumlar yapılmış ve ödevler teslim edilmişti. Ortak çalışma dönemi herkes için farklı geçiyordu. Ben Tarih Departmanı’nın bilgisayar odasında sabah-akşam yazı yazarken ara sıra odaya gelip muhabbet eden Danimarkalı arkadaşların, hala o sevemediğim telaffuzlarına maruz kalıyordum. Bazı arkadaşlar yurt odalarına kapanmışken, diğerleri gruplar halinde çalışmaya devam ediyordu. 5 ay içerisinde, başka hiç bir okul veya enstitüde sahip olamayacağım garip ve çeşitli bir bilgi birikimine sahip olmuştum. İskandinav siyasetinin işleyiş biçimini öğrenirken, Nazi Almanyası’nın sanatı propaganda ve anti-propaganda malzemesi olarak nasıl kullandığına dair bir makale hazırlıyor, Danimarka’daki siyasi partilerin tabanları hakkında fikir sahibi olmaya çalışırken, bir yandan da vaktim oldukça yerel bir müzik festivalinin mutfağında salata (ve parmağımı) doğrayarak şehirdeki etkinlikleri kaçırmamaya çalışıyordum. Akademik dönemin sona ermesini takip eden bir gezide İsveç’in göllerinde yüzüp, dağlarında trekking yaparak, kalacak yerimiz olmadığı için bir geceleğine de olsa bir dönercide çalışarak sabahın 3’ünde döner kesip fritöze patates kızartması atma şansına erişmiştim. Norveç’te hiç bitmek bilmeyen yağmurların altında, o an için de olsa dünyanın en sempatik toplumu olduğunu hissettiğim insanlarla tanışmış, gene evrenimizdeki sayılı tren yolculuklarından birinde karlı dağları aşıp fiyörtlere selam geçmiştim. Bazen acımasız bir benetmeyle “Ankara’nın en güzel yanı, İstanbul’a dönüş yoludur” derler, velhasıl kelam, ilk haftalarımda Aarhus’un en güzel yanının da Hamburg’a kaçma imkanı olduğunu düşünürken artık ustası olduğum bu güzergah üzerinden, olağanüstü bir festival deneyimini takiben 15 günlük bir otostop-otobüs-tren yolculuğu silsilesinin ardından da, Türkiye’ye dönerken arkamda birçok anı ve arkadaş bırakmıştım.



Erasmus deneyimimden 2 yıl sonra, sıcak bir Mayıs haftasında 4 günlüğüne Aarhus’a gitme şansım oldu. İlk öğrendiğim andan itibaren 4 elle sarıldığım Erasmus imkanını sağlamış olan Sabancı Üniversitesi’ndeki eğitimimi bitirdikten sonra, biraz da sancılı bir sürecin ardından kendimi Londra’da master yaparken bulmuştum. Yoğun bir çalışma yılında, sınavların başlamasına az bir dönem kala, kafamı rahatlatmak için bir kaç günlüğüne gezmeye çıkma ihtiyacını hissettim. Ryanair sağolsun, Aarhus çok ekonomik bir seçenekti. Fakat, esas motivasyon kaynağımın bu olmadığını anlamam uzun sürmedi. Her ne kadar Schengen vizesi alabilmek için bin dereden su getirmiş olsam ve sonunda Belçika’dan vize alarak daha sonraki başvurularımı riske atacak bir işe girişmiş olsam da, Danimarkalı arkadaşlarımın yoğun ilgisini geri çevirmek istemiyordum. Bazıları ile zaten 2 yıl içerisinde görüşme şansım olmuştu, ama kendimi Aarhus’a dönerken bulabileceğimi bilmiyordum. Neredeyse her şey bıraktığım gibiydi. Kanal kenarında yeni bir yürüyüş yolu açılmış, bazı köprüler inşa halindeydi. Yurdum hala eskisi kadar uzak, oraya giden otobüs hatları, hatta muhtemelen şoförleri bile aynıydı. Avrupa Sineması’ndan bağımsız örnekler gösteren Øst for Paradis yerli yerinde duruyordu. Çalıştığım pizzacı da aynı yerde iş görmeye devam ediyordu, fakat soğuk kış akşamları aç kaldığımda yanına sığındığım İranlı Azeri Rıza Abi’nin dükkanında kepenkler kapanmıştı. Kendisinin oradan ayrıldığını ve İsveç’e ayrıldığını söylediklerinde üzüldüm; ve bana anlattığı hikayeleri anımsadım. Şehirde müzik festivali zamanıydı ve gündüz konsere, akşam üstü ateş yakıp sahile gitmeyi ihmal etmedik. 4 harika günden sonra Londra’ya döndüğümde Aarhus’taki 5.5 ayda başarmış olduğundan emin olduğum bir duyguyu anımsadım: daha önce hayatımda adını bile duymadığım bir yerde, hayat boyu sürecek dostluklar oluşturmuştum ve yeni bir evim olmuştu.

Aarhus’a gitmeye karar vermek, belki biraz istemeden de olsa, hayatımda verdiğim en güzel kararlardan biriydi. Roskilde Festivali’nde dedikleri gibi: “tusind tak Danmark”.

Ömer Çavuşoğlu.
15 Haziran 2012, Londra.

Monday, June 02, 2008

min gamle by

Ciktim M3'lerin evinden, sola dondum. Karsidan karsiya gecerken ve kulagima muzigi takarken eski gunlerdeki gibi, karar vermistim sola donmeye. Bu sefer "ayaklarimin goturdugu yere" degil anilarimin ve goturdugu yerlere gitmeye karar verdim. Emprovize degil de, calisilmis bir rota izledim, gene de pazar gecesi spontanliginda. Gunu tembellik yaparak, dondurma yiyerek, kitap okuyarak ve hep beraber M2'in evinde film izleyerek gecirmistik. I. ve L. ile eve donerken bu ufak yuruyusu yapmaya karar verdim, onlar yorgun olduklari icin evde kaldilar.

Once sola dondukten sonra, ilk sagdaki sokaktan iceri girdim. Sehrin en merkezi ama benim hep en son donemlerimde tanimaya basladigim o sokaklardan biri. Hemen ilk bloktan itibaren tekrar sagda dar bir sokak vardi. Kendi icinde kirsal bir cevreyi andiran, turlu cicek kokularinin hakim oldugu agaclarin arasinda, on avlu ve ufak arka bahceleri ile hafif sikisik bir yapida olan sokak. Adini hatirlayamadim, ve karanlik oldugu icin de sokak tabelasini secemedim. Sokagin sonu duz giderseniz Aros'a cikan yokusun basina, tekrar sola donerseniz kanal boyuna cikartiyordu sizi. Kanal dogru yoneldim; dun farkettigim ve bugun kenarinda cilek ve dondurma yedigimiz yeni koprulerden birinin uzerinde durdum bir sure. Ogleden sonra R. ve M2'e demistim ki, "sadece yuzeyde hareket oldugu icin pislik fazla uzaklasmiyor ve kanal surekli camur renginde". Buyuk gel-git'leri olan Thames Nehri'ni dusununce kendi teorimden suphe ettim. "Kanali temizlemeye karar verdiklerinde 500'e yakin bisiklet cikarmislar" icinden demisti M2 de bana. Halic'i temizleyip sov yapan Istanbul Buyuksehir Belediyesi geldi aklima. Bir an icin de, hizli ucaklarin Formula yarisi yaptigi sabah Galata Kulesi'ne beraber cikip kahvalti ettigimiz E. ve B.'yi dusundum.

Suya bakarken muzik durdu. Pazar gecesinin olu sehrini mi dinlesem? diye dusundukten sonra "limana inince kaparim muzigi" dedim kendi kendime. Ucsuz bucaksiz deniz kenarina inmek cazibeli geldi o an. Rådhus'a cikip, tren istasyonunun arkasindan limana inerim diye dusunerek, daha once L. ile gittigimiz galerinin yanindan gecen yokusu tirmanmaya basladim. Caddeyi aydinlatan iki isik kaynagi vardi: Galerinin uzerindeki "HOL" yazisinin beyaz florasan isigi ve yokusun basindaki "Jyske Bank" tabelasi. 3-4 katli buyuk cepheler dogrultusunda uzanan kirmizi tuglali apartmanlarin hafif egimli sokaga hem kutlesel hem de hacimsel bir zenginlik kattigina ancak o gece isiklarinin altinda hukmedebildim. Tepeye cikip Rådhus'a gelmeden soldaki sokaga girmeye karar verdim. Arnavut kaldirimli sokak, pazar gecesi bu saatte sehirde acik barlarin olabilecegi yegane sokaklardan biridir diye dusundum. Taa ilk haftalarda gelmistik bir-iki kez buraya; bir kere de Ç. ve Ç.'nin tanidigi iki kizla gelmistik biraz dansetmek icin. Ç.'nin kampusteki odasinda kalmistim kisa Kuzey yaz gecesinin sabaha kavustugu saatlerden birinde barlari terk ettigimizde. Acik tek barin kapisinda belki de "exchange" ogrencisi olan iki-uc uzun boylu cocuk, bisikletinin basinda zor anlar yasayan, muhtemelen daha o gece tanistiklari belli kiza dogru bir sey soylediler yuksek sesle. Sevmedigim "Magasin" kesisimine indirdi yol beni. K. ve M2 ile bir binanin terasina sizip bira icerken yaptigimiz muhabbet geldi aklima. O terasta merakli ve sicak bir karanlik vardi, bu kesisimde ise tehditkar ve bunalimli bir karanlik. Beyazit'taki yer-altindaki bisikletci carsilarinin oldugu gecitin 3te biri boyutlarinda, yayalarin gecisinin yasak oldugu ve otobus duraklarinin bulundugu Magasin kesisimini pas gecip, ufak pasajlarin birinin icinden alisveris caddesine ciktim.

Otobus duragina geldigimde limana inmek icin tekrar sola donmeye karar verdim, iki-uc kararsiz adimdan sonra. Elinde alisveris torbalari ile bisikletinin basina gelen bir kadin, ani karar degisikligimden oturu tedirgin oldu. Goz temasindan kacinirken 50 m. ileride yolun karsisinda isiklari yanan Europcar'i gordum. Iceride 2 kisi konusuyorlardi. Muhtemelen araba birakmaya gelmislerdi. L. ile gelmistik buraya gunesli bir bahar gunu. Elimde yaklasik 100 adet, nereden buldugumu hatirlamadigim kartvizit vardi, guzellik yarismasi ile ilgili. Araba kiralayip Avrupa'da baska bir sehire birakabilir miyiz? diye sormak icin gelmistik, zaten araba kiralarinin pahali oldugunu gorunce vazgecmistik. Benzin istasyonundan sola dondum gene. Tek bacasi arkamda kalan fabrikanin oldugu sokaktan limana inerken polis karakolunun yanindan gectim. Her ayin 1'inde bisiklet acik artirmasi olurdu polis tarafindan duzenlenen. 1 Nisan'da gelmistim ben de bir keresinde. "Burada olmuyor, Viby'de oluyor" demislerdi, benim yasadigim o uzak yerde yani. Bosuna gelmistim oraya ve saka degildi bile bu. Sonraki 4 ay boyunca baskalarindan odunc aldigim bisikletler icin ise hic masrafa girmemistim. Kiz bisikletlerim olmustu ama olsundu. Karakolun karsisindaki muzik mekani Train'i pazar sabahlari 4 saatligine temizleyerek kirasini cikaran F. ise bisikletine cok yatirim yapmisti. Bense pizza dagiticiligi yapip kirayi cikariyor, uzerine artan paramla ufak, ucuz seyahatlar yapabiliyordum.

Limandaki "Studenterhuset"in etrafinda yudum. Bir haftasonu "azinlik toplumlari" ile ilgili bir festival icin gelmistik S. ile birlikte. Ç. ile birlikte calistigim Spot Festivali'nin kapanisindan sonraki partide burada olmustu. Kapanis konserine gittigim Ispanyol kizi epeydir goruyor, ama bir turlu konusma sansi bulamiyordum. Konserden sonra "partiye gidelim" demis, bir arkadasi sayesinde aldigi ve konserleri bedavaya izledigi "press karti" ile iceriye girebilmis, bense kapida kalmistim. "Gelip seni alcam" demesine ragmen gelmemis, yarim saat orada bekleyen zavalli halime aciyan adam sayesinde iceriye girmistim "bir bakip cikmak" icin. Tanidik kimseyi goremeyince kos kos eve donmustum. Yol boyunca bisikletimin uzerined kufrediyor, yuksek sesle muzik dinliyor, tukuruyor, otobus duraklarina tekme atiyor ve ara sira bagirarak agliyordum. Sinirlerimin cok bozuldugu yazin ilk haftalariydi. Kizin adini da hic bir zaman ogrenmemistim zaten. Muzigim durdu. Limanda demirlemis buyuk bir geminin mavi/mor isiklarinin yansidigi berrak deniz suyunu camlarindan takip edebildigim guzel bina, Stunderhuset, o geceki gunahlarinda cok uzka gibiydi bu sefer.

R. ile otostop cekip Kopenhag'a gittigimiz gun onune bisiklet biraktigim Mason Locasi binasinin yanindaki sokaktan yukari ciktim. Katedral Meydani'na geldigimde tekrar sola dondum. Bir iki tane daha barin acik olacagini dogru tahmin ettigim sokagi yurudum. Bu barlardan biri epey bitik bir halde, 3-5 musteriye servis yapiyordu. Factotum'u ve Øst for Paradis'i hatirladim, Bukowski uzerine dusundum kisa bir sure. Bitik bir bar icin fazla iyi aydinlatilmisti icerisi. Yolun sonunda biraz once gordugum benzin istasyonunun etrafindan 180 derece donus yapip kanal'in denize kavustugu yere vardim. Kanal boyunu cikarken annemlerin telefonda "bizi goturdugun yere git" dedigi kafe'ye baktim hafif ileride. Oraya varmadan bir iki ara sokak oncesinden saga donerek tekrar Katedral Meydani'na yoneldim. S. ile telefon hatlarimizi aldigimiz Telia magazasini ve gene S. ile birlikte bir gun kapisina gittigimiz, sonra da yanlis hatirlamiyorsam iceride sira beklerken maruz kaldigimiz muameleden sikayet edip (ki bu az yaptigim bir seydir) yemek yemeden dondugumuz Pizza Hut'i da gecerek tekrar Nørre Alle'ye girdim.

Genelde "iyi bir yuruyus"un ozelliklerinden biri olan "ayni sokaktan geri yurumeyerek basladiign yere donme" prensibimi uygulayabilmistim cok fazla bile dusunup kurgulamadan. Belki de sehir cok iyi planlanmisti bu acidan. Ya da ben bu -aslinda cok ozledigime bu haftasonu karar verdigim- yeri cok iyi biliyordum. Kapyi actim, iceri girdim, L.'nin anahtarlarini salona biraktim, I.'nin odunc verdigi parayi kendisine geri verdim, mutfaga cay koymaya giderken sunu dusundum:
"Tekrar eve donmus olmak cok guzel!"

Århus, 02.06.2008, 01:50

Monday, March 10, 2008

orumcek agi

Basit bir tesadufler zincirinin aci veren baglantilari...

Bugun Rikke'yle gorustuk yaklasik 2 yil sonra. Aarhus Universitesi-Cambridge ortak PhD'ye baslayan sevgilisi/kocasi Martin ile birlikte Londra'ya gelmisler bu haftasonu.

Bundan 2 yil once Mart ayinin ortalarinda bir yerlerde Rikke'yle otostop cekmistik Kopenhag'a. O ailesinin dogumgunune gidiyordu, benim ise herhangi bir amacim yoktu. Christiania'ya gidip biraz alisveris yapmak gibi bir niyetim vardi, bir de belki sinemaya falan gider, Aarhus'tan cikmis olup Kopenhag havasi koklamis olurdum. Isin en cezbedici yani ise otostop cekme kismiydi.

Sabahin erken bir saatinde bisikletimi liman kenarinda, kime ait oldugunu bilmedigimiz bir mason locasinin onune biraktim. Belki dondugumde bisikletim gizli bir orgute katilip bana ilginc rituellerini anlatir, ya da 'scientologist'lerin biraktigi 15-20 tane brosuru uzerinden silkeler, yagan yagmurda islanirken, daha once el degistirdigi onlarca sahibine gosterdigi pasli selesini partlatirdi gunesin atlinda. Agir bir bisikletti, her gun 7 km. okul mesafesini Ispanyol bir arkadastan aldigim bu odunc, 7. veya 8. el agir, kiz bisikleti ile gitmek ayri bir maceraydi benim icin. Tukurugumun soguktan dondugu sabahlari az eslik etmedi bana meret.

Anakara'dan Kopenhag'in oldugu adaciga gececegimiz vapura bedava binebilmek icin, hemen limanin onunde otostop cekip, aracinda bos yer olan bir ailenin yaninda gemiye bindik. 1.5 saatlik gemi yolculugunda daha henuz yavas yavas ayilirken, ufak birer kahvalti yapip, esten dosttan, okuldan vs. konusuyorduk. Limanda gemiden indikten sonra, sansli bir sekilde, 5 dakika icerisinde bir arabaya bindik, bizi biraktigi yerden tekrar bindigimiz araba yaklasik 1.5 saat sonra bizi Kopenhag'in gobeginde birakti. Hava gunesli ve serindi. Rikke ailesinin yanina giderken ben Christiania'ya yollandim.

Cafe'de malum madde tuketimini yaparken bir yandan Schalke 04 - Bayern Munih macinda, sevemedigim Bavyeralilarin maglubiyetine keyifleniyordum sanirim. Gol etrafinda uzunca bir yuruyusten sonra, hava kararmasi ile birlikte sehir merkezine yonlendim. Ertesi gun acilar icinde kivrandiracak olan, ve dava acsaydim muhtemelen milyon Kron'lar kazanacagim Burger King zehirlenmesinden birkac saat oncesine tekabul ediyor bu. Brokeback Mountain filmine girdim. Epey etkilendim, cikista Fatih'i aradim, hislerimi paylastim.

Aksam tren istasyonunda Rikke'yle bulusup Aarhus trenine bindik. Gece bastiran siddetli yagmur ve otobusculer grevde oldugu icin (Aarhus'ta cok sik tekrarlaniyordu bu) calismayan otobuslerden oturu eve donusum cok zorlu olacakti. Geceyi Rikke'lerin salonunda kanepede iki buklum gecirdikten sonra, ertesi savah ufak bir tesekkur notu birakarak bisikletime yoneldim. O sirada babamin beni aradigini hatirliyorum tesadufi bir bicimde. Bisikletim yerli yerinde, islak bir bicimde duruyordu.

Hafif bir bas agrisiyla eve gittim, ve bir daha yataktan kalkamacasina siddetli agrilar ve gida zehirlenmesi ile gunu gecirdim. Fatih ve Gokce'yi aradim, cok aci cekiyordum, sagolsunlar gelmislerdi yanima.

O yaz en sonra Roskilde Festivali'nde gordum Rikke'yi, diger Danimarkali arkadaslarimin cogunlugu ile birlikte. Daha sonra o arkadaslarin bir kismi Istanbul'a 1, hatta 2 kere ziyarete geldi, bir tanesi Istanbul'da exchange yapti fakat Rikke'yi 2006 yazindan beri hic gormemistim.

2 yil sonra universite bitip Londra'ya geldigimde, sinemayla daha cok hasir nesir olacagimi saniyordum. Gel gor ki, yuksek bilet fiyatlari ve bir turlu yaratamadigim zaman darligi yuzunden sinema salonlarini boslamak zorunda kaldim. Ama Londra Film Festivali'nde 3 guzel film izledim. Bunlardan biri, hayatimda izledigim en guzel filmerden biri olan, Todd Haynes'in Bob Dylan hayatindan uyarlama karakterlerle susledigi I'm Not There idi. Bob Dylan'i Roskilde 2006'da canli izlemis ve acikcasi epey sikilmistim. Filme hayran kaldim.

Rikke'yi bugun 2 yil sonra tekrar gordum. Rikke, Martin ve ben biraz yurudukten sonra London Bridge'de guzel bir pub'da oturup kahve icip, bir seyler atistirdik. Derslerin son haftasina girerken yogun bir calisma temposu ile gece haftasonumun geri kalaninda oldugu gibi, Rikke'leri ugurladiktan sonraki vaktimi de odada ders basinda gecirdim. Sikildikca ara sira baktigim dergilerden biri olan Sight&Sound'u elime aldigimda Todd Haynes roprotaji oldugunu gordum. I'm Not There hakkindaki makaleleri okurken gozume ilisen fotolardan birinin altindaki yaziyi okurken sok oldum.

Filmde de farkedip tam olarak kestiremedigim karakterlerden birini Heath Ledger canlandiriyordu. 2 yil once Kopenhag'da Brokeback Mountain'da izleyip begendigim Ledger. 2007'nin sonunda I'm Not There'de izleyip tam olarak cikaramadigim Ledger.

2 yil sonra Rikke'yi gordum, biraz eski anilardan, bolca da ileride yapilabilecek hayallerden bahsettik. Gurcistan'a sevgilisinin/kocasinin saha calismasi'na eslik etmek icin gidecegini, daha sonra Gurcu yemekleri ile ilgili bir kitap yazacagini soyledi. Ben de kitaba her yemekle ilgili birer hikaye uydurup ekleyecegimi soyledim.

Bu arada Heath Ledger bundan yaklasik 2 ay once, asiri dozdan yasamini kaybetti.

Sunday, June 04, 2006

bir sehri terk etmek

Fatih'e..



bir sehire gelmissinizdir. yillarca buyudugunuz, yasadiginiz yerlerden cok farkli. pek sevemezsiniz basta, insani da havasi da o kadar soguktur ki; disari cikasiniz bile gelmez. sozde eglenmeye gelmisinizidir, kendiniz gibi dunyanin bircok yerinden gelen cogunlugu universite ogrencisi insanlarla. fakat, bilirsiniz ki, sehrin kendi kara
kteri de bir parcasidir deneyimin degerini bicen. sehrin bir havasi vardir, solur onu soludugunuz gibi; isiklari vardir, bazen gozleri parlar, bazen korleri oynar. tadi vardir, tuzu, suyunda, yemeginde. karsidan karsiya kirmizi isikta gecmeyen insaninda da kimligi vardir sehrin. sevemezseniz sehri basta, zor gelir geri kalan zamanda orada olan diger insanlarla belirli motivasyonlari paylasmak.

birkac ay gecer, arada havalar guzellesir, sehir de. onu yalniz birakmissinizdir belirli araliklarla, baskalari ile sans denemek icin. ama sonunda kurkcu dukkanina tekrar donus. tam da alisilmaya baslanir, sehre diger gelenler de daha mutludur, sehir de, daha fazla guzellik sunar. terk etme vakti yaklasir. sadece birkac ay olmus. ama burasi, en uzun sure yasadigin ikinci ulke (ve hatta belki ikinci sehir). ve en uzun sure kendinle vakit gecirdigin yer. digerleri ile birlikteyken bile kendinle. cicekler acmis, arada yagmurun ve bulutun arasina da saklansa; hava kokuyor, o birkac aydir cigerlerine doldurdugun kimligiyle. gitme yaklastikca, gorduklerin ve goremediklerin. tren bileti alinmistir, arkadaslar ugurlamaya gelirler, bir iki tane de fotograf cekilir. terk etme anlari hep zordur. yeni yeni cikmaya basladigin bir kizla, bulusmalarin sonunda ayrilmak gibi. tam olarak ne diyecegini ve ne yapacagini kestiremeden. birkac sarki soylenir, birkac ani hatirlanir oraya dair, zaten onumuzdeki zamanlarda tekrar tekrar sohbete dusece anilar. tren yolculugunda, ileriye baktigin gibi geriye bakacagini da bilerek. terketme vakti gelir, trenler dakiktir (yani, genelde!), zorunlu ayrilik! fotograflar cekilmistir, vedalar edilmis, gozler son kez birlesmis. kapilar kapanir, son bir fotograf cekilir. cekildigini dahi bilmeden; cekilen seyi gormeden. belki arkada kalanlar gorecektir onu, arada bir bakarak, sehri terk edeni yad ederek.

trenin kapilari kapanirken camin arkasindan son kez heyecanla el sallamaya yeltenme. o anin heyecani, coskusu, karmasikligi. sehrin kimligi uzerinde, bakislari gozlerinde. fotografi ceken o ani sans eseri de olsa yakalar. digerleri gordugunde begenseler bile, manasini bir ceken bilecektir, bir de cekilen. fotografa bir iki kere daha bakilir. bakilir ve gorulur. sehri terk eden mutludur; fotograf her seyi ifade etmektedir: mutlu bir ayriliktir bu, o sehri her daim iyi olarak hatirlatacak...

http://www.deviantart.com/deviation/36547570/?qo=14&q=by%3Aocavusoglu&qh=sort%3Atime+-in%3Ascraps

Monday, March 20, 2006

1 derecede yuzmek


saat 10.00 telefona mesaj gelir, telefon titresir. aarhus'a geldigimden beri normal uyanma saatim 11.00e kitlenmistir bile. sadece 11.0de dersimin oldugu carsamba 9.30 gibi kalkarken, saat 13.00de dersim oldugu persembeleri de belki yarim saatlik uyku keyfimden feragat edebilirim. aksi takdirde hicbir surette, calmayi birak, iki kere cilizca; o da yatagin yaninda degil de odanin ucundaki masada, mesaj yuzunden titresen telefona uyanmak bana gore degil pek. bir keresinde de ipod geliyor diye posta kutumdan iceri atilan zarfin sesine uyanmistim hadi onu da saymayalim.

mesajda yazan sudur: "olum yuzmeye geliyor musun saat 11.00de?" simdi oncelikle benim bunu idrak edip de bu yapcagimiz garip aktivite icin tekrar motive olmam ve cevap yazmam 5 dakikayi bulakcaktir ki buldu da. ziyadesiyle once skeptik bir mesaj attiktan sonra zaman biraz zaman kazanbildim saglikli bir karar vermek icin. yatagimdan kalkip afyonu patlaip bir seyler atistirip giyinip cikmam 20-25 dakikayi gecmez, zira bu isleri hizli yapmayai seven biriyimdir. birileri bir yerlere gidioyr, ve gel diyorsa, neden biraz daha vakit harcayayim ki yatakta. sonucta en iyi ihtimal 1-2 kere daha yapma sansimiz olacagi (ki o anda bunun tek sans oldugunu dusunursun) bir seyi ertleyip gecistirmenin ne manasi var. "yapmak" varken "yapmamayi" tercih etmeyenlerdenim.

artik 3 haftadir hala bende odunc duran bisiklete de alistim ve otobuse de para vermek istmeiyorum ya, gene benim yasadigim yer bisikletle epey bir enerji ve 35 dakikarlik bir mesafede oldugu icin, "gidi oncesi bulusmayi" saat 11.00e aldirabildim ki zaten o mekanda ancak 11.06da olabilecktmi her yerimden terler akar ve kipkirmizi kesilmisken. tekliifn bana cuma gunu yapildigi olaya hareketlenmek icin cetin'in yurdunda bulustuk (okulun kampusunun icinde). bize teklifi yapan christoffer da hazir oldukta sonra 10 gece yola ciktik ki, guzel ormanlarin yesil alanlarin icinden gecerek 20 dakika sonra "olayimizi" gerceklestiriyor olacaktik.
geldigimiz yer sehir merkezinin kuzey sahilinde "vikingler kulubu" idi. chris'in uyeliginden ben ve cetin de yararlanarak iceri girdik. iceride viking usulu bir aktivite bizi bekliyordu. daha sonradan ogrendigimiz sekilde havanin 6 derece (cuimartesiden beri hava oncelikle ilk defa 3un uzerine cikti; cumartesi: 4; pazar hepimiz dumur olduk: 13 derece; bugun ise 5-7 arasi seyredecekmis); icine cirilciplak, evet cirilciplak girecegimiz suyun ise 1 derece sicakliginda oldugnu az cok tahmin edebiliyorduk.

kompleksin icinde kabinler, duslar ve 4 tane sauna vardi. butun bu kapali mekanin cevreledigi, denizi 3 tarafindan kapatan da tahtalarla cevrili havuzumsu bir alan. yapilmasi gereken sey, 6 dercelik havada cirilciplak soyunup, 1 derecedeki suya girip cikmak ve, ciktginiz andan itibaren ayaklarinizda olusan catlaklara ve aciya aldirmadan buz gibi yerin uzerinde yurumeye devam ederek kendiniz saunanin birine atmakti. ayni rutin tam 3 kere tekrar edildi ki, 2.sinde "biz cilgin turkler" bir taraftan baliklama atlayip obur taraftan yuzerek cikma cesaretini dahi gosterdik. mekana ilk girdigimizde karsilastigimiz 60larina merdiven dayamis yasli, ciplak bayan vucudundan sonra, manzaralar yaslar 40lara dustukce de daha katlanilabilir oldu. zaten buraya kimsenin vucudunu seyretmeye falan da gelmemistik ya neyse.
boylelikle vucudumuzdaki her kasi ve kemigi hissederek, once 6 dereceden 1dereceye oradan 90 dereceye olan ekstrem yolculuklarimizla birlikte (ki ayaklarimin alti halen aciyor) yeni bir haftaya zinde bir sekilde merhaba dedik.

ya o bu degil de, bu kadar sakin falan yazdigima aldanmak lazim, uzun lafin kisasi: gotum dondu lan!

ama cok guzeldi yahu =)

Thursday, March 16, 2006

yaklaşan bahar günleri ve kızıllaşmaya başlayan batı avrupa manzaraları


bahar günleri (21 mart'ı resmen baharın başlangıç günü almanın da ötesinde), tarihsel olarak yaklaşıyor gibi görünseler de, kuzey avrupa'da hava durumu, durumun böyle olmadığını gösteriyor gibi. ve fakat, nisan mayıs ayları gevşer gönül yayları hareketlenmesinden hemen önce, başka türlü hareketlenmeler de göze çarpmıyor değil.

almanya'da sanırım yaklaşık son 5 haftadır, kamu sektörleri sırasıylan greve gitmeye başlamışlar. hamburg'dan aldığımız bilgilere göre:

hükümet, 38.5 saatlik haftalık çalışma süresini 40 saata çıkarmayı düşünüyor. bununla ilgili, çalışanların, "1.5 saat daha çalışırız, hatta aynı ücrete de çalışırız sorun değil, fakat, işsizlik yüzde 10un üzerinde seyrediyor, ve de böyle ekstra bir iş gücüne ihtiyaç duyuluyorken, bunun bizden istenmesi, işsizlere iş sağlanmaması; hükümetin buna yeni kaynak ayırmayı gözönünde bulundurmaması" serzenişi, grevlerinin ana nedeni. 28 yıldır "öyle" kar görmemiş Hamburg'da karayollarında çalışanların grevi ile, yollar kapanmaya başladıktan sonra, Almanya'nın diğer yerlerinde de aksıyan kamu hizmetlerinden şikayet etmeye başlarsa (sevgili CDU-CSU ve liberalci FDP'lere kayan, pek kendi dertlerinde güçlerinde seçmenler) pekâla "senin yerine çalışacak birini mi bulamayacağız sevgili arkadaşım; nasolsa işsizlik yüzde 10un üzerinde ya dediğin gibi" diyen Merkel ve muadilleri belki de başka bir yöntem aramak zorunda kalabilirler.

Fransa'da, 26 yaş altında çalışan (ağırlıklı olarak öğrenci olan) nüfusun, işten çıkarılmalarını kolaylaştıran yasa tasarısına karşı, öğrenciler, 68'den beri ilk defa, öncelikle Sorbonne olmak üzere, üniversite kuşattılar. Direnişlere karşılık, de Villepin hükümeti diyaloğa hazırlanmaya başladı bile. Yıllarca sömürdükleri Afrika halklarının, ve buradan gelen göçmen ve onların çocukları/torunlarının geçtiğimiz sonbaharda yaktıkları yüzlerce arabadan sonra, hükümet "uzlaşma" konusunda toplumun önemli bir kesimiyle yeni bir diyaloğa girecek gibi.

3 yıl önce başlayan Irak Savaşı'nda, Amerika Mart 2003'ten beri en ağır saldırıyı bu günlerde Samarra'ya karşı gerçekleştiriyor. Avrupa'da (tüm dünyada olduğu gibi) çeşitli merkezlerde, 18 Mart Cumartesi günü yerel saatlerin genelde 12'yi göstereceği saatlerde Irak Savaşı'nı protesto toplantıları olacak. Bush da, savaşın başlangıç haftasını, bu tarz yeni ağır saldırılarla kutlamayı tercih etti demek ki.

gelelim ufak şehrimiz Aarhus'un bütün bunlardan aldığı nasiplere. Çarşamba sabahı bindiğim tren ile Hamburg'dan Aarhus'a dönerken (Danimarka sınırını geçer geçmez, inen Almanlar, binen Danlar'la birlikte, anında çehresi değişen vagonumuz, ve "hoş (geri)geldin dünyanın en "çirkin" dilinin konuşulduğu ve birazdan gırtlaklarımızdan çıkaracağımız (ses değil) çekiçlerle kafana vura vura seni bayıltıp donmuş bir gölün dibine monte edeceğimiz ülkemize" (hayır kabus gördüm galiba sadece, ayrıca, demiştim ya, gerçekten de iyi niyetli insanlar (gibiler) dinleri imanları para da olsa; napsınlar dünyanın en dandik kültürlerine sahiplerse; her neyse....) aldığım bir mesaj ile öğrendiğim kadarıyla, Aarhus Sporveje (belediye otobüsleri) çalışanlarının da bir kısmı greve gitmişti ve bazı hatlardaki bazı otobüsler işlemiyordu. Okula giderken bu konuyla ilgili bir sıkıntı yaşamadım, fakat, "Town Hall"dan evime götürecek otobüsüme giderken, gördüğüm kalabalık, bunun üezrine, Aarhus'ta da hayat olduğunu kanıtlayan cinste bir görüntü sunuyordu:

Eğitim Bakanlığı'nın, çıkarmaya çalıştığı bir dizi yasaya göre, öğrenciler, lise ve üniversite eğitimleirni daha çabuk tamamlamak zorunda kalacaklardı. Detayını tam olarak anlayamadığım yasalar, öğrencilere verilen devlet burslarının kısılmasına, öğrencilerin daha önce grup olarak alabildikleri sınavların sadece bireysel ve kısıtlı sayı/zaman aralıklarında alınabileceğine işaret ediyordu. Sosyalist Enternasyonel'in (ki Danimarka'da "Unity List" isimli yeni kurulan ve son seçimlerde 159da 6 sandalye kazanan bir parti onların üyesi; bizde de CHP'ydi sanırım, değil mi?! ÖDP olsa hani belki daha manalı olabilirmiş bile) kollarından, gazeteleri dağıtan iki arkadaşın öngördüğü üzere "80lerden beri kanımızı emen neo-liberal politikalar" klişesi (klişe, yanlış olduğu anlamına gelmiyor ya; ayrıca, burada ironi de yapmaya çalışmadım tam olarak) nin uzantısı olarak bu politikanın yürütüldüğünden dem vurdular. Danimarka'da Sosyal Demokratlar 1924'ten beri yapılan seçimlerde ilk defa 2001 (ve ikinci defa 2005'te) en çok oyu alan parti olamadılar. Bu pozisyonu Liberaller'e kaptırdılar. Daha önce kendilerinin hükümet olmadığı da olmuştu (SD) ama Liberaller'in artan oyları (ve aşırı sağcı Halk Partisi'nin de artan oy ve desteği ile) iyiden iyiye, Refah Düzeni politikalarından liberal politikalara kayıyorlar sanırım. Hayır, belki bir nebze, kan gelir renk gelir adamların ülkesine.
Zira, konuya dönersek efendim, bunu protesto eden bir grup genç Town Hall (valilik değil, kaymakamlık değil, bilemedim türkçe'sini, ne diyem Mahmut mu diyem?) önünde toplanmışlardı. Genelde rengarenk giyinmiş 17-18 yaş ortalaması bir genç grubu. Çok naifler, sanki içmeye gelmişler. Sosyal bir ortam, gerçekten naif bis sosyallik ama. Eleştirilir mi bilmiyorum, sadece, birkaç darbe görmüş bir toplumun çocukları olmadıkları belli. Ya da, pek fazla kovalanıp dayak yemedikleri gerçek toplandıklarında. Pekala, bunlar da genç olanlar aslında, örgütlü bir topluluktan, işi Eğitim Bakanı'na küfür etmeye ve biraz şarkı söyleyerek eğlenmeye dökmüş bir gençlik. Sosyalist Enternasyonal'deki çocuğun da dediği gibi, örgütlü (fucking bürokratik, onun dediği gibi) üniversite gençliği pek rabet etmemişti. (Danimarka'nın Komünist Partisi olmadığını biliyor muydunuz?) Her neyse, sonuçta 18 Mart günü, meydanları "anti-emperyalist" söyleymlerle donatarak, en soldan başlayıp, "sollaşma seviyesi azaldıkça ciddiye almaya seviyesi de azalan" bir hiyerarşi görecek miyiz merak ediyorum.
Bunları demişken, bizim de, "eylemcilik oynadığımı" 9 Mart 2005 Sabancı Üniversitesi Yemek Eylemi yıldönümü de geçtiğimiz haftaydı. Sanırım, yıldönümünde herkes afiyetle, cebimizi emmeye devam ettiğine dair iddialarımız bulunduğu Kurdoğlu firmasının muhteşem yemeklerinden afiyetle yedi. Menü neydi epey merak ettim, hayır internetten de bakabilirm, ama menü insanın kendine yakışanı yemesidir, herkes yediğini yazarsa sevinirim.

Kebablı pizzalı günler dilerim,
Jyllands Posten'ın en büyük rakibi, Aarhus Postmodern Haber Ajansı (msı gibi) muabiriniz.

Tuesday, February 28, 2006

muntazaman dan'laşmak


evet, ufaktan tranformasyonumuzu tamamlıyoruz.

daha 3. gün aarhus bakterilerini yutup, 1 hafta yatakta yatınca vücut şöyle bir silkinip kendine geldi. ardından ufak çaplı bir alkol abartısı (ciddi bir hangover diyelim, ki, kaldığım yurttaki elemanlar sağolsunlar, başka bir bina için bira içmece ve kapak toplamaca yapıyoruz, ay sonunda en çok bira için kat onlar olurlarsa bizim sayemizde olacaklar, haydi vikinglerin gücü adına gazı ile 9-10 tane bira içirince); vücudumun epey bi dan laşma sürecinden geçmesi anlamına geldi.
tabii, iş fiziksel değişim ile tamamlanmıyor. aslında dedikleri gibi "olay kafada bitiyor". sağolsun gene danimarkalı, hafif (!) milliyetçi bir profesör bugünkü Jean Monnet konferansında iyi bir beyin salatası üretti ki, bu hususta da danlaşma sürecinde epey iyi bir yol kat etmiş bulunduk.

neymiş efendim, aslında danimarka'da kendi tarihlerini çocuklar öğrenemiyormuş. aslında mütevazı bir şekilde, danlar savaş kaybetmeye alışıklarmış ya (17. yy.ortasında tamamen İsveç tarafından yutulmak üzere iken son anda paçayı kurtarmışlar) gene de ayakta kalabilen bu devlet 20. yy'a girerken Almanya kontrolü altındaki küçük devletçik olma sıfatını da aşıp artık 1990lardan itibaren "orta güçte" bir devlet olma safhasına kadar gelmiş. e yani, Avrupa Birliği'nin sadece %1'ini işgal eden bir ülke için oldukça iddalı bir açıklama olmakla birlikte, inanın o salonda kim bulunursa bulunsun (hangi milletten dahi olsa) yüzünü kırmızı beyaz gamalı bayrağa boyayıp, "yürüyün vikingin torunları, dağ (pardon dağ yoktu bu memlekette), tepe başını duman almış" nidaları ile önce kopenhag'a, oradan viyana'ya, oradan da zamanında milletimizin başardığı gibi (!) dünyanın 4 bir yanına yürürdü.

her neyse canım, aslında hiç de böyle militarist bir havada geçmedi ders. zaten adamcağız da yaşını başını almış bir halde, danimarka filmlerinden pek aşina olduğumuz (en son olarak "tutunamayanlar"da iyiden iyiye gördüğümüz) "yahu zaten biz kaybediyoruz, hani siz benim bu lafları da yarın öbür gün unutacaksınız" diyerek birkaç sempati puanı topladı da, içimizden "hoca, sen de amma attın, şimdi öyle bir oha çekecem ki bina tepemize yıkılacak" demekten alıkoyabildik kendimizi. gene de bu haliyle, türkiye'de olsaydı, hepimizin yıllarca okuyarak sonunda ezberlediği, kuruluş-yükseliş-duraklama-gerileme(-yıkılma) dönemleri ile "yeni başlayanlar için osmanlı devleti" temalı tarih kitaplarımızın yazarlarından biri olarak iş bulmakta zorluk çekmezdi. neyse sonuçta, fazla zaiyat vermeden dersi atlattık da, zihinsel olarak da "artık önümüzdeki müsabakalara bakacağımız" duruma kendimizi hazırlayarak evlerimizin yolunu tuttuk.

evet, yazının başlığı son anda "sosyal devlet demişlerdi, ama etrafta 3 cümle konuşan adam yok" olmaktan son anda caydığı gibi, biraz bilgilendirici-eğitici, biraz güldürürken düşündüren bir yazının sonuna gelinmiş oldu. 2 gün kendini gösteren güneşin ardından, balkanlardan gelen (dönerek) karlı havaya yerini bırakan aarhus semalarından, hissedilen sıcaklıklarınızın daima + olması temennilerimle ayrılıyorum.

not: hayır, bu bir (negatif) eleştiri yazısı değildir. ve evet, zihin olarak danlaşıyordun yavrum, hani nerede o zaman o tipik danimarkalı "comfortably numb" ekolün, gene abuk subuk yazmışsın diyenlere de başbakınımız ve maliye bakanımız laflar hazırlamışlar, onlara havale ediyorum.

Thursday, February 16, 2006

Takas (exchange) insana yakışanı giydirmeleridir...


demişlerdi ki..

"ahh şöyle partiler, ahh böyle partiler, şöyle eğleneceksin, böyle eğlenceye kusacaksın, altına yapacaksın, zevkten kutu kutu pense olacaksın..." yalanmış! diyerekten başlayıp "istanbul, pardon aarhus, sana yenilmeyeceğim!" arabeski falan yapmacam pekâla. ne bekliyorduk gelirken de ne bulduk ki.

neyse canım..
danimarkalılar hakkında duyduklarnız var ya, işte onların hepsi de pek bir gerçek. şu çinde mi ne, buzdan şehir yapyıorlar her sene, işte o buzdan kalelere, kulelere şu ülkeden 5-10 tane işsiz, güçsüz neyim varsa alsınlar, iki kuruş para versinler, diksinler başlarına bizim kurşun askerler gibi. buzdan evlerin üzerine buzdan adamlar misali (evet şu cümleye kadar metaforu anlamayan varsa dan olsun zaten). hayır, zaten kimse de bize, exchange, normalde iki cümleyi bir ara getirmeyi zahmeti göstermeyen danimarkalıların, iki türk üç ispanyol görünce, akdeniz soluyup bir anda normal dünyalılara dönüşmesidir dememişti. exchangein olayı, senin gibi herkesin olaya "fransız" olması! e gurbet ellerde birbirlerini bulan avrupa gençleri (bizim türkler dahi yani) o parti senin bu yemek benim, bir kaynaşma, bir buluşma, elleşme, koklaşma aktivitilerine girerler imiş öğretildi bize. tamam, benim zaten çok fazla temas girişimleirm olmayacağı belli idi, hatta sabancı yarı açık cezaevine girdiğim andan itibaren 8 dönemin tamamını burada geçirmenin hiçbir manası olmayacağı için tabii ki bu exchange denilen şey yapılacak ile gelinen 3. yılın ortasında, neredeyse artık, "yahu vaz mı geçsem" konumuna gelmiş olmam bile, buraya ne gibi "en büyük asker bizim asker" nidaları ile yollandığımın en büyük kanıtı elbet. e ama ne yaparsın. sen misin bu kadar mızlanan, ağlanan. bir de kalkmayan uçağın üzerine gitmeye bu kadar yeltenince, adama da işte böyle giydirirler başlıkta da belirtildiği gibi.

yaşadığım yerin tek atraksiyonunun jyllands-posten isimli tuvalet kağıdından bozma gazetenin ana binasının karşısında olması (ki, burası öyle bir ülke ki, müslümanları dahi karikatürleri sallamazken, kimse bu dağın başındaki mahalleye gelip de bu binada falan atraksiyona kalkmaz. adam kalkıp orta doğu'dan gelse, aarhus il sınırı, rakım: 15 yazısını gördüğü anda soluduğu hava ile, şehir merkezindeki bilumum iranlı dürümclerden shawarmasını yer, ülkesine geri döner) buranın tek hatırı sayılır özelliği heralde. kaldığım binada tek bir yabancı öğrenci olmayınca, pekala hiç bir danlı da gelip, gel senle almanca konuşurmuş gibi yapayım, gel sana ispanyol mutfağının lezzetlerini tattırayım gibi bir numaraya girmeyecek. paylaşmayı pek sevdikleri soğukluğu da ziyadesiyle öyle bir verdiler ki adama, önce 1 hafta hasta yatırıp, şimdi etraftaki kimseyle tanışmaz etmez, konuşmaz gitmez biri ediverdiler ben de. adaptasyon diye buna derler işte. 2 hafta danimarkalıdan daha danimarkalı kesilme eylemi. şimdi, hiç bir yabancı ile tanışmazsan, zaten şehrin bir ucunda otururkene, ne partilerden haberin olur (onların varlığından dahi şüphe ediyorum ya) ne de kimse seni, dünya mutfaklarının lezzetlerinden tatmaya davet eder.

nese, 11 mart'ta gilmour konseri var hamburg'da. temmuz başında da roskilde'ye waters geliomuş, dark side of the moon'u baştan sona okuyacakmış (hatta bir de tersten başa okuyacakmış, tersten okurken aralarda, "şeytan sen bizim herşeyimizsin", "şeytan gol gol gol" gibi gizli ayinlerle, gene çok gizli geğirikler duyulacakmış (neden bahsettiğimi anlamadıysanız, lütfen bkz. backmasking)). pink floyd'un iki elemanını hallettik, zaten nisan 9'da da jim morrisson'sız the doors konseri cabası (120 ytl'lik bilet fiyatı ile). yaş ortalaması 105 olan elemanların konserleri yani. zamanlar arası yolculuk mu, zamanın ötesinde olmak mı, yoksa dünya müzik endüstrisinin o kadar boktanlaşması ki, bu elemanlara kalmak mı (ya da terbiyesiz heriflerin paraya para dememesi durumu). işte her neyse, anlaşıldı ki, exchange dediğin tek dişi kalmış canavar.

acaba diyorum, bir dahaki exchange i tarlabaşı'na falan mı yapsam, bu seferki pek bi yavan kaldı.