Wednesday, November 29, 2006

kış griliği.. son seçmeli dersimi "türk yönetişimi" olarak seçmenin verdiği saçma bir tembellik. seçilecek onca ders içinden, biyoloji laborutavarları, fotğraf dersleri veya herhangi bir matematik/iktisat dersi bile alsam sanırım daha çok hevesli olurdum. sadece "bölüm"le ilişkillendirmek için alınmış bir ders.

kış griliğinde bir rüya.. kampüsün ortasında upuzun bir duvar. "türk yönetişimi" dersi hocamın Korel Göymen, eski müsteşar, okulun eski Üniversite Hizmetleri Direktörü olarak (Hüsnü müydü neydi adı) arz-ı endam ediyor. Vücut Korel, kişi Hüsnü. Yemek fiyatlarından gene çok şikayet etmeye başlamışım; bu sefer acısı, sınavı bir kabus gibi çöken Korel'den çıkacak galiba. terliyorum. terledikçe hareketleniyorum. müzikal gibi bir rüya. Ağır Roman'ı hatırladım. Ama rüyamda Korel güneşli, suratına pembelik ve turunculuk yansıyor. Sanırım pembeliğin kaynağını biliyorum. Benim gibi yemek fiyatlarından şikayetçi 30-35 kişi dansederek Korel'i duvara sıkıştırıyor. Sonra geri çekiliyoruz, sonra tekrar sıkıştırıyoruz. Ertesi gün, okulun web sitesi'ndeki duyurularda Müzik Kulübü'nün konser duyurusunun altına Korel, 12 madde halinde "öğretmenlere karşı takınılması gerekilen adab-ı muaşeret kanunlarını" yayınlıyor. gece çok ağlamış diye hissediyorum.

asıl konum ağlamaktı aslında.

şu kış günün griliğinde daha karanlık bir salonda oturduğumu hatırlıyorum. Çengelköy dolaylarında yürürken birinin bahsettiği, daha sonra Fındıklı dolaylarındaki müzede başka biriyle gördüğüm bir film. Tesadüf ya, dün gece rüyamda gördüğüm başkaldırı hareketinin orijinali olan 2 sene önceki yemek boykot'umuzla aynı dönemde görmüştüm o filmi de. Ve o rüya gibi, o film de gelip buluyor burada. Gözyaşlarıyla gelen tekerrür. Ağlayan Deve'nin Öyküsü.

Haftaya başlayacak Cengiz Han & Moğol İmparatorluğu Sergisi (Sabancı Müzesi) kapsamında sunumlar yapacağım. Muhtemelen ve yaklaşık 6 tane. Hazırlayacağım sunumların ilk 2si için konu seçmeye çalışıyorum. Moğol Budizmi. "Şaman"lık. Şamanlık da geldi beni buldu bu dönemler sanırım. Erdenezuu Tapınağı ve Karakurum şehri (Moğolistan'ın bir dönemki başkenti) arasından uçsuz bucaksız uzanan Gobi Çölleri'ne uzanıyorum web sayfaları üzerinde. Oryantalist bir müzik yok kulaklarımda, ama Jim Morrisson'un rüyalarını tekrar görebileceğim yaşlarımı da geride bırakmışım. Ağlayan Deve'nin Hikayesi'nde uyukladığımı itiraf edecem, bu kış grisinde çok daha karanlık salonda, ama gene de çok sevmiştim. Bugün gene Gobi Çölü'nde bir deve doğuyor ve çadırlarının dışında, hiçbir zaman keçmeyecek kervanı beklemeyi çoktan bırakmış olan bir Moğol kabilesi, yavrusuna alışamayan deveyi sakinleştirmeye; annesizlikten ürken deveyi etrafına alıştırmaya çalışıyorlar. Küçük deve ağlıyor, duvarın kenarındaki Koca Korel de ağlıyor. Ağlama Duvarı'nın kenarındaki yüzlerce Filistinli de. Çinliler başlattı "büyük duvarlar" işini, gözyaşları en başından beri vardı ama.

Wednesday, November 22, 2006

anayasal hukuk üzerine bir yazı

son seçmeli dersimi de "türk yönetişimi" üzerine almakla hala çok büyük bir hata yaptığımı düşünürken, gene de bir hafta sonraki sınav için çalışmayı ihmal etmemem gerektiğini biliyorum. ilk parça ile başlıyorum işe girişmeye. "anayasal hukuk" ve Türkiye'nin anayasal geçmişi ile ilgili uzunca bir makale. 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile başlayan bir dönemin günümüze kadar uzantısı ve ilk sayfalarda 2. Anayasamız olan 1924 Anayasası ile ilgili bölümleri okurken kışın yaklaştığını hissediyorum karanlık gecede. Arkafonda karanlığımsı bir müzik.

Gözümün önüne 1924 dolaylarında, tam da bu tarihlerde, Kasım-Aralık aylarında, sobaların etrafında toplanmış, takım elbiseleriyle, derin tartışmalara dalmış, matematik denklemi çözer gibi anayasa hazırlamaya çalışan insanlar geliyor. 7. maddenin üzerinden geçmek için tekrar maddeyi okuyan idealistin ağzından yoğun yoğun dumanlar çıkıyor. Ankara'nın kışı soğuk ve serttir. Kendi memleketinde kanunlar üzerine vatandaşla konuşan köy muhtarı sıcak çayı yudumlarken, yılın ilk karları düşmeye devam ediyor. Soğukluğu görüyorum. Mütevazi, uğraşan, bir film setinde siyahları ve renksizleriyle çok can sıkabilecek, ama bu mütevazi akşamımda, bir şeyler üzerine uğraşmanın verdiği kekremsi tadı alıyorum; o gri ağırlığı değil. çok büyük kavgalar da öngörmüyorum. "anayasayı değiştirmeye çalışmak"tan dolayı idama mahkum edilecek 47 yıl sonranın kırmızı günleri de canlanmıyor gözümde. veya, 82 yıl sonrasının laiklik-milliyetçilik ekseninde dönen kurşunî yeşilliği de değil midemi bulandıran.

saf bir aşık, saf düşünmeyi tekrar ve tekrar keşfedebilir. 1924'te saf bir şehir, elektriği yok, eli kalem tutan birkaç vatanperveri var; biraz sıkılmışlar. bolca sigara içiyorlar, bazen çay, bazen rakı yudumluyorlar. bir şeyler üretmenin heyecanı içerisindeler. mütevazi bir akşam onlar için de, ve mütevazi bir makale okuyorum ben de..

Saturday, November 04, 2006

bir, iki, üç, sekiz.... ve zyth!

sayıların aşkı:

8 kadın 8 ayrı kapris mi demeli
8 ayrı heyecan, 8 ayrı ses ve müzik derlemesi

8 kasım'da "8 kadın" saat tam 8'de. 9'una alındı şimdi.
8 gün 80 saat süren provalar
bir hafta 8 gün oldu, son gün 8 saat hiç durmadan çalışıldı.
8 kadın, 1 sesçi ve 2 boyacı acıktı
pizza söyledi
11 kişi 88 lira ödedi; kişi başı 8 lira düştü.
--------

A-Zyth:
okumaya başladığımı ufak yaşlarda becerdiğimi iddia ettiler. ablam, ya da anneannem, ya da "çok erkenden becereceğiz bu işi" hevesine bulaşmış biri halletti saolsun bu işi. edebiyatı 20lerine doğru, o da derme çatma yerleştirebildi ancak bu erken okuma ama en azından ufakken ve dedem hala sağken, bizim evde de bulunan Meydan Larousse'lara göz atmaktan alıkoymadı beni.

peki hep bu güzel ahşap kokan ve yaş ilerledikçe ağırlığı hakkındaki düşüncülerimiz sürekli değişen, en çok da ön kapağını açmayı ve içindeki eski fotoğrafları izlemeyi sevdiğimiz ansiklopedilerin yanlarındaki alfabetik sıralama 12. ciltte Zyth ile biterdi? A ile başlaması çok normaldi, bunu düşünmezdim bile, aradaki ciltlerin bile Tunh veya Muh'la başlayıp bitmesini de sorun ettiğimi hatırlamıyorum, ama "aile soyağacını iyiden iyiye çıkarma projeme başlayayım en iyisi" dediğim bu gün, Türkan Teyze'nin nefis puflarının ardından, ufaklığımın en garip saklambaç oyunlarının geçtiği dede evinde "Zyth", artık cesurca bir keşfi beklercesine çıktı karşıma.

Zythos: bir çeşit biraymış. epey de eski çağlardan kalma bir tarihi varmış sanırım. tevekkeli değil, içki dostu olmayan bir ailenin oğlu yıllarca bu zyth'ın gizeminden uzak durabilmiş.

peki bu olağanüstü keşiften sonra ne yaptım? tam da son ciltin ortalarına denk gelen Türkiye sayfasına rastladıktan sonra, 1973'te halen, (teasdüfe de bak ya! hep beni bulurlar!) saatler önce vefat ettiğini öğrendiğimiz Karaoğlan'ın 6 yıl sonra Demirel'le birlikte kendisini iyiden iyiye sıkı fıkı edecek TSK'yı henüz göndermediği Kıbrıs'ın yekpare bir ülke olarak göründüğü haritaya göz attım. Tunceli'yi aradım, aradım, bulamadım; meğersem il merkezi olan Kalan isimli köymüş Tunceli'nin olduğu yer haritada. İftihar abidelerinden "Efes Oteli'ndeki yüzme havuzu, Ataşehir-İstanbul" gibi o çok sevdiğim yağlı kağıdın üzerindeki fotolara göz atarken annemler soyağacında nereye düşeceğini şimdilik kestiremediğim bir uzak akrabanın dedikodusunu yapıyorlardı. Tunceli'ye bulamadığıma babaannem pek içerlememişti zaten. Sanırım "komünist"lerin varlığından çok da hazzetmesini beklemiyordum da.

güzel bir gündü; karın ertesinde kabarık ve masmavi bir deniz vardı ve de rüzgar öylesine şiddetli esiyordu ki, hava almak için camı açmaya yeltendiğinizde kendinizi bilinmeyen uzak diyarlarda veya Zyth'ın hemen yanıbaşında bulabilirdiniz..