Tuesday, February 17, 2009

cezve ve saat

malum yogun bir calisma programi icerisindeyim bir kac gundur. yarindan itibaren de stresli bir 4 gun gecirecegim. bir akademik, bir lojistik organizasyonla ugrasirken, biraz yorgun dustum, az once yedigim yemegin uzerine bayginlik cokmesin diye kahve icmeye karar verdim. evde de kimse yok, hemen mutfaga yonlendim. bir iki findikli kahve falan tadinda farkli bir sey aradim ama nafile. bir anda karsima ufak, turuncumsu bir pakette dr. oetker'den cikolatte diye bir sey cikti. 4 dakikada hazir cikolatali icecek...

dolapta sut var. gene annemin aldigi light sutlerden. insan ailesinin evine 'misafir' olunca umdugu degil buldugu sutu kullanmali. bir de minnacik, sirin mi sirin bir cezve buldum. sonra cezve cok kucuk geldi emin olamadim. cezve cahilligimden de olabilir, belki tum cezveler standard boydur ama bu bana epey kucuk geldi. bakindim daha buyuk bir sey var mi diye yok. tam bu bakinma aninda mutfaktaki o derin yalnizligimi yuzume tokat gibi carpan hadise gerceklesti. mutfak dolaplarindan birinin icine bakmak icin egilirken o korkunc sesi duydum. o karsi konulmaz, atsan atilmaz, satsan satilmaz, benligimin taa derinlerine yer etmis, sikintili dakikalarin, ozenle kuru temizlemecide temizlenmis hali kokularinin ve ucu kacmis coraplarimdan utanip sikilmalarimin o dayailmaz sesi!

basimi kaldirdim ve o minik saati gordum. tik, tok, tik, tok... dede ziyaretlerinde, dede otoritesinin altinda akip gitmeyen zamani kafam demir cubuklarla vurur gibi, minik minik gozlerle ve nefret ve merakla baktigim duvar saatindekinden daha kalin, eksi evlerde sabah ezanina uyanmaya calisan babaannelerin basucu saatindeki alarm zilinden daha derin, bu minik kutudan nasil ciktigi anlasilamayan o hipnotik tik tok... dede evinin kutuphanesindeki devasa meydan larousse'lar zamana ve artik eve gidip uyumak isteyen toruna meydan okurken o duvardaki ihtisami ile, deprem bile olsa en son yikilacakmis gibi duran duvar saati hep boyle benligime yer etmistir iste.

neyse daha buyuk bir cezvede bulamadim ama 2 bardak sut ile paketteki toz bu cezveye yetince basladim kaynatmaya cikolatteyi. yanlis mi yaptim bilmiyorum ama tahta kasikla da iyiden iyiye karistiriyorum toz parcaciklarini, obek obek hallerinin, sutun icinde parcalanmalarini izleyerek. ve tam o anda tahta kasigin ucu bakir cezvenin dibine degiyor. iste o keyif ani! tahta kasik ile cezvenin bulusmasindan gelen o 'hovka', 'hovka' efekti. ben 4 dakikalik pisirme aninda hovka hovka'larimla saatin tik tok'unu ekarte ederken muthis bir doygunluk ile sutun kararip tam cikolata kivamina gelmesini izliyorum.

neyse, sonunda kahve yerine bu garip seyi ictim, iyi de oldu, enerji verdi. "zihin acikligi" da. mutfagin isigini kapadim saati de biraktim tik tok'uyla bas basa. hakkini da yememek lazim, o olmasaydi 4 dakikanin gectigini falan anlamaz, muhtemelen cikolatte'nin dibini tutturur ya da cezveyi hirpalardim.

Thursday, February 12, 2009

Besiktas - Berlin

Cok hizli ve uzun bir hafta oldu.

3 Subat Sali aksami F. ile kisaca gorustukten sonra, Sabiha Gokcen Havalimani’nin yolunu tuttum. Yolda durup, Kurtkoy civarinda bir pideciden pideyi kapip, otoban ruzgarinda soguttugum pideyi yerken onumdeki uzun (9 gunluk) bir haftanin programi sekillenmisti.

Sali gecesi Londra’ya vardigimda, sehir 2 gunluk kar firtinasindan (1 Subat - 2 Subat) yeni yeni uyaniyordu. Rotarli, bol aktarmali yolculugum, Istanbul’daki evimden, Londra’da D.’nin evine kadar toplam 10 saatlik bir maceraya donustu.



Carsamba sabahi 6 saatlik bir uykuyla solugu Londra Alman Elciligi’nde aldim, Schengen Basvurusu icin. Henuz 6 haftalik bir Ingiltere Vizesi macerasini yeni noktalamistim ama Almanlarin 6 aylik bir turist vizesi icin cok sorun cikartmayacagini biliyordum.

Ertesi sabah Persembe saat 10’da tekrar Elcilik’e gittigimde, Schengen vizesi hazir, LSE’de Urban Age Ofisi’nde beni beklemeye devam eden isler de aynen duruyordu. Carsamba gecesi Turk yemegi gecesi yapmis, bol bol raki ve uzerine mangolu Malibu ictikten sonra, soguk Londra havasi Persembe sabahi zihnimi tekrar acmisti. Persembe tum gunu ve Cuma gununun onemli bir kismini yogun bir calisma temposu altinda Urban Age ofisinde gecirdim.




Cuma gunu ogleden sonra saat 4 civarlarinda Liverpool Street Station’da, Stansted Havalimani’na gidecek treni beklerken, ‘kotu hava kosullari’ndan oturu binmeyi planladigim trenlerden birinin iptal oldugunu gordum. Neyse ki, ucusta bir aksama olmadi ve 6 Subat Cuma gecesi saat 11 civarlarinda Salzburg’daki hostele sag salim vardik.

2 saatlik bir yuruyus; birkac ilginc shot (aralarinda muz likoru, Kahlua ve Vodka karisimi “Monkey Fucker” da bulunan) ve peynirli bir sosisli sandvic (Käse Kreiner) ile Salzburg’u hemence gezip gece biraz uyku icin hostele dondum. 5-6 saatlik bir uykunun ardindan Cumartesi erkenden kalkip Zell am See’nin yolunu tuttuk.



2.5 gunluk bu kayak tatili, taa Aralik ayinda planlanmis, ucak biletleri ona gore alinmisti. Aralik-Ocak aylarindaki Ingiltere Vizesi sikintisi hesaba katilmamisti. Dolayisiyla yeniden planlama cok pahali olacagi icin solugu Londra’da alir almaz Schengen vizesine basvurmus, boyle sikisik bir programin ortasinda kendimi Zell am See’de bulmustum.


Zell am See, Avusturya’nin batisinda, Salzburg’a yaklasik 1.5 saat mesafede, genis bir vadiye yayilmis, buzlarla kapli bir golun etrafindaki daglara konuslanmis bir kayak merkezi. Hava guzel oldugunda pistlerden Zeller See golunu izleyerek kayabiliyorsunuz. Cumartesi oglene dogru hostele vardiktan sonra, snowboard kiralama, skipass alma teferruatlarini atlatip saat 1 gibi pistlerdeydik. Havanin cok guzel olmasi cok buyuk bir sansti.

Uzun haftanin ilk yarisi sona ererken vucudum artik iflas etmek uzereydi. Cumartesi aksamustu saat 9’da uyuyup, ertesi sabah 8’de uyanarak 11 saatlik bir uyku festivali yasadim. Aralarda 6-7 kere uyanmama regmenm vucudum yataktan disari adim atacak mecali hic bulamadi. Sabah 8’de yataktan kalktiimda susuzluk ve asiri uykunun verdigi yorgunlukla kendimi hemen kahvalti salonuna attim.




Pazar hava cok kotuydu, ama Zell am See kayak merkezinin yamaclarindan biri, tepedeki ruzgarlara gore korunakli ve daha az kullanan kirmizi pistlere ev sahipligi yaptigi icin, Pazar gununu burada kayarak gecirdik. Pazar aksami klasik Avusturya yemekleri ve kesinlkle ugruna siirler yazilacak guzellikte irkci bir isme sahip Moor im Hemd ile tatli sonlandi.

Pazartesi Zell am See’nin hemen yanindaki, Kaprun isimli, genis buzul vadisi ile biraz daha soguk ama kayak icin de daha fazla alternatif sunan merkeze hareket ettik. Merkezin ortasindaki tamami kar ve buzdan yapilmis Ice Bar kompleksinin icinde birkac fotograf cekip, bir seyler yiyip ictikten sonra, ogleden sonra saat 3 gibi boardlari teslim etmek, esyalari almak, ve Zell am See’den ayrilmak uzere tekrar asagi dogru yollandik.


Schengen vizemi bu kadar acele icinde cikartmamin bir iyi yani daha olmustu. Pazartesi aksami D. ile yollarimiz Salzburg Tren Istasyonu’nda ayrildi. Saat 19:30 treni ile Viyana’nin yolunu tuttum. Avusturya’nin sagladigi yuksek hayat standardlarindan birini de, bos trende tamamen kendime ayirdigim 6 kisilik bir kompartmanda dinlenerek, uyuyarak ve film seyrederek yasadim. Saat 22:24 civarinda F. beni Viyana Westbahnhof’da karsiladiginda, bu guzel sehre kisa bir sureliginde olsa tekrar donus yaptigim icin mutludum.

Viyana’da topu topu gecirecegim 7 saatim vardi. Plan belliydi. Esyalari F.’nin evine birakip, O. ve E. ile bulusup sabahin erken saatlerine kadar muhabbet edip, esyalari tekrar aldiktan sonra Viyana Sudbahnhof’un yolunu tutmak... Gece yarisini biraz gece basladigimiz muhabbet sabahin erken saatlerine dogru bira bardaklarini devirmece, mekanin ortaklarindan Avusturyali Turk gocmeni genc Yusuf (sanirim) ile tanismaca, onun yardimlari ile neredeyse O. ve E.’yi spontan bir sekilde yolculugun devamia katilmaya ikna etmece ile evrildi. “Spontan” benim pek asina oldugum bir kavram olmakla birlikte, gecenin onemli masa muhabbetlerinden de biri oldu.


Saat 04:30’a dogru evlere hareket edilirken, icimden bir ses, esyalarini toparlamaya giden O. ve E.’nin her an yan cizebilecegini soyluyordu. Nitekim saat 05:00 civarlarinda O.’nun klasik bezginligi agir basti, ve 05:56’da Sudbahnhof’dan hareket eden trende yerlerini almadilar.

10 saatlik bir yolculukta karli manzaralar komur siyahindan beton beyazina, endustriyel mimari kir evlerine yerini birakirken, Cek Cumhuriyeti’ni boydan boya katedip saat 16:00 civarlarinda Berlin Hauptbahnhof’a yanasti tren. Uzun haftanin son duragi, artik okuyanlarin ve duyanlarin sikildigini tahmin ettigim betimlememle ‘en sevdigim sehir’ Berlin’di.


Uykusuz Viyana cikartmasina ve ceyrek uykulu Berlin tren macerasina eslik eden onemli telefon ve Internet haberlesmeleri olmustu. 10 Subat Sali gunu saat 17:00 civarinda Potsdamer Platz’da Berlinale merkezinde emaillerimi kontrol ederken, Urban Age’den Philipp Rode bir yandan telefonla taciz ediyor, ben de o sirada Pazartesi ve Sali biriken, ‘is hayatimin’ en yogun trafigine neden olan 35-40 emaili teker teker anlamaya calisiyordum.

Hic beklemedigim bir sekilde 1.5 gunluk Berlin gezisi bir anda en az 9-10 saat calismam gereken bir “is kampi”na donusmustu. Buna mukabil kafami toparlayabilmek ve rahat calisabilmek adina daha once sozlestigim Y. ve G.’yi aramayarak, 5. Berlin gezimde ilk defa olmak uzere parali bir konaklama opsiyonu ugruna Rosa-Luxemburg Platz dolaylarindaki hostellere yollandik.

Berlinale’de film gorme planlarim tamamen yalan olmak uzereydi ve 10 Subat Sali aksaminin onemli bir kismini hostelde laptopumla calisarak gecirmistim ki, saat gece 11:30’a dogru daha fazla kendimi sikmamaya karar vererek, Tacheles’in yolunu tutup F., S. (Dn.), Y. ve A. ile bulustum. Gece gene saat 04:30a dogru sonlanirken ertesi sabah 07:30 da kalkip hostelin barina kahvalti esliginde mail-telefon trafigine baslayacagim fikri hic hosuma gitmiyordu.



11 Subat Carsamba gunu hafif bir kirilganlik ile uyandim. 2.5 saatlik var ile yok arasi bir uykuyu 3 bardak portakal suyu ve 2 kahve ile bertaraf etmeye calisip sabah seansi calismami yaptiktan sonra, Berlinale kapsaminda Talent Campus programinda soylesiye katilan Reha Erdem ve Yesim Ustaoglu’nu dinlemek uzere HAU 1’in yolunu tuttum.

Urban Age’deki isim uzerinden, tesadufen daha 1 hafta once Londra’da (5 Ocak Persembe gunu) bir email trafigi ile tanistigim D.2 bu etkinlik icin davetiye hazirlamisti. Zira bu soylesi ayni zamanda Urban Age’in de finansoru olan Deutsche Bank’in Alfred Herrhausen Society’si tarafindan organize ediliyordu. Bu sayede soylesiyi biraz dinledikten sonra HAU 1’in fuayesinde Londra’dan gelecek is telefonunu beklerken, Alfred Herrhausen’dan D.2, Jessica Barthel, ve Ute Weiland ile tanisma sansina da eristim.

Bu sirada soylesinin cikisinda liseden arkadasim C.’ye ve universiteden arkadasim S.’ye rastladim. S., C.’nin kiz arkadasi, ve iki kiz daha Berlinale Talent Campus tarafindan, filmcilik alanindaki ustun yeteneklerinden oturu yaptiklari basvuru sonucunda Berlinale’ye davet edilmis, 5 gunluk bir atolye calismasinin son gununde Reha Erdem ve Yesim Ustaoglu’nu dinleyerek etkinligi destekleyemeye gelmislerdi. Isin ilginc yani, yaklasik 2-3 senedir kendisini gormedigim C.’ye bundan sadece 2 hafta once bir gece yarisi Besiktas Ihlamurdere’de rastlamis olmamdi. Ben komsum-arkadasim F.2 ile yaptigim kisa bir yuruyusun ardindan eve donerken, C. de Fulya’da yaptigi bir hali saha macinin ardindan evine dogru gidiyordu. Dunya hep kucuk ya, en cok da Berlin’de karsilasilan bu tesadufler beni epey bagliyor bu sehre galiba.

Potsdamer Platz’da bir cafe’de emailleri kontrol ettikten sonra D.2’nin daveti uzerine Unter den Linden’daki Deutsche Bank ofisine gittim. Kendisi ile verimli bir gorusme yaptik. Su anda Urban Age Direktoru icin ayarlamaya calistigim 18-21 Subat Istanbul toplantilari icin bana fikir verip yardimlarda bulunurken, biraz da dedikoducu ve ilgili tavri sayesinde oradan buradan muhabbetlerle epey ilginc haberler aldim.


Carsamba aksamina dogru atesim cikmaya, hastaligim iyice belirginlesmeye baslamisti. Burada fazla detaya girmeyecegim bir hadise uzerine de, daha once gerceklesmesini planladigim ve eski kiz arkadasim A.’nin da dahil oldugu bir 3luyu gorusmeye katilmamama A. ile birlikte karar verdik. Cok acikmistim ve cok sevdigim bir yerde bir aksam yemegi programi idi bu (Tiergarten S Bahn duraginin altindaki Alman pub’i) ama onun yerine acligimi Alexanderplatz istasyonundaki bir Cin bufesinden devasa bir noodle box ile kapatmaya karar verdim.

Saat aksam 6 civarinda hostele dondugumde uzun haftanin yorgunlugu, hastalik ile birlesmis agirligini iyiden iyiye hissetiriyordu. Fotografini birkac hafta once Istanbul Modern’de bir muzede de gordugum dogu Berlin’in unlu sinemalarindan Babylon’la ayni koseyi paylasan sokaktaki hostelimde yaptigim 2 saatlik is calismasindan sonra odaya donerek Berlinale programina son bir kez goz gezdirdim.

Saat 9’daki filme bilet bulamadik ama saat 10’da Potsdamer Platz’daki kisa filmlere gidebildik. Film gosteriminin yuzdek 80’ini uyuyarak gecirdigim icin, 1 kisa film disinda digerlerinin cogundan cok az sey anlayabildim. Gene detaylarina girmeyecegim bir aksamustu hikayesi olarak, keyif ve temp dozu dusuk gece saat 12’ye dogru agir bir hastalik uykusuna yolculukla sona erdi.

Sabah 8 gibi kalktim. Dune gore daha iyi hissederek. Bogazimda beklentilerimin cok altinda bir agri var ve belki de yarina kadar bir seyim kalmaz. Saat 10:30’a dogru Tegel Havalimani’na vardim. Ilk defa Urban Age ucus biletlerimi almisti. Zira Istanbul’a, Urban Age ile ilgili bir is icin donuyorum. 2 hafta daha Istanbul’dayim ve sonrasi Londra’da yeni bir hayat mucadelesine donusecek.


Besiktas’tan Berlin’e, uzun, yorucu, karmasik, genelde soguk, buzlu, karli ve gene hayatin inanilmaz temposuna girdiginizde sizi asla birakmayan o muthis enerjinin verdigi anlatilamaz hislerle eve dogru gidiyorum. Uzuuuunn ve guzel bir haftanin ardindan. Fotograflarina bakip yamaclarina gittigim mekanlarla, farkli cografyalarda hikayelerine birlikte baslayip birlikte bitirdigim guzel insanlarla ve bohcamda Y.’ye alip hediye edemedigim bir paket Mozartkugeln ve bircok bircok aniyla gene eve dogru donuyorum. Her defasinda yeni bir gozle bakmayi ogrendigim essiz guzellik ve essiz cirkinlikteki Istanbulumun silueti yagmur bulutlarinin arasinda hayal meyal secilen yeni gokdelenleri ve yigin yigin uzanan kirmizi damlari ile, sonsuz ceperlerini zorlayarak etrafindaki batakliklara yayilirken, son bir kez hemen altimizda enginlige uzanan, goz alabildigine masmavi Karadeniz’e son bir bakis atiyorum.