Sunday, September 30, 2007

Tate Modern'da postmodernite üzerine tartışıyorduk, geçen gene Thames'ten tuttuğumuz istavritleri rakıya daldırırken

Şöyle bir baktım Atatürk Havalimanı’ndan havalanırken, coğrafi engellerden dolayı doğu-batı doğrultusunda alabildiğine genişleyen İstanbul’a. “Artık farklı bir gözle bakmaya başlamayı öğrenmem gerekecek sanırım” dedim. Gezip de amatörce sevdiğim yerleri başka bir gözle sevmek mümkün olacak mıydı emin değildim. Bütün bir yaz su sorunları üzerine gündeme gelen, adını hatırlayamadığım bitki türünden ormanların yok olması tehlikesi ile karşı karşıya kalan gölleri gördüm İstanbul’dan uzaklaşırken. Eğer yanılmadıysam Çatalca’ya el sallarken, deli dalgalarıyla Karadeniz’in üzerine doğru seyir eyledi uçak. Birkaç saat sonra griye döneceğini gördüğüm suyun rengi sonbaharın yaklaştığını hissetirecek serinlikte maviydi ve alımlıydı. “Bütün bir yaz”dan bahsetmişken bir anda aklıma gene İzmir-İstanbul yolu üzerinde Manisa’ya geldiğimizde üzerinden köprüyle geçtiğimiz demiryolu ve istasyonu geldi. Mezuniyet öncesi stresli dönem, Caz Festivali, Atina, doğumgünü, Bozcaada’yla başlayıp biten tatil ve Bienal’le noktalanan garip bir yaz. Geçen yaz ilk defa tek başıma sürmüştüm o İzmir-Manisa-İstanbul yolunda, bu yaz benzer yazlık mekanlar ziyaretlerinde arabasız olduğum için “alıp başımı gitme” hayallerimi de bu son dakika talihlisi “business class” uçuşla birlikte Ada’ya taşıyordum. İlk defa business class uçtuğum için, olağanüstü bir tevazu ve gerginlik içerisinde, 3 saatlik uykuyla durmama rağmen 11.45 uçağımın 3 saat 50 dakikalık yolculuğunda bir an bile gözümü kırpmadım. Milliyet gazetesini baştan sona okurken, önce sıcak havlu, sonra kabul etmediğim aperitif, daha sonra iki posta halinde gelen yemek, yemek sonrası aperitif içki servisi (bu sefer kabul ettiğim, zira ısınmaya başlamıştım artık bu fikre) ile birlikte gri denizin geniş yeşillik alanlarla buluşup hemen Thames’e ve ardından da Londra’ya kavuştuğu “iniş için lütfen kemerlerinizi bağlayın” ikazı ile yolculuğu tamamladım.

Pazar gelmeyi planladığım Londra’ya perşembe varmıştım bile. Hava beklediğimden daha ılık, Londra beklediğimden daha da alımlıydı ilk izlenimlerimde. Devasa bavulumu ve sırt çantamı dar sokaklarda ve metro istasyonlarında sağ salim taşımaya çalışırken, artık yeni yaşam alanımda temas halinde olacağım insanlarla yavaş yavaş iletişime de geçmeye başlamıştım. Gerçi bu ilk iletişim garip bakışlar, endişeli ve sinirli tepkiler, bavuluma çarpmalar ve irili ufaklı tebessümlerden ibaret olduysa da, kendi adıma mutluydum.

EPF Lausanne ve LAPA’dan Harry Krugger (Herzog & de Meuron’un ortaklarından) başkanlığında ve LSE’den okuyacağım bölümden (City Design & Social Science) bazı hocaların da katılımıyla gerçekleştirilen sempozyumda aldım soluğu ertesi sabah Tate Modern’da. Eski bir elektrik santralinden müze ve fakülteye dönüştürülen Santralistanbul’da geçirilen yazın son günlerinden sonra bir 16. yüzyıl eseri olan olağanüstü güzellikteki bir güç santralinden Tate Modern’a dönüştürülen bina karşısında zaten erken bir puslu Londra sabahında yeteri kadar heyecanla dolmuştum. Kahveler ve sandviçlerden sonra saat 10.00’da başlayan sempozyum öğlen yemeği, öğleden sonra ufak kahve molası ve 7-8 tane sunumla birlikte saat 18.00’e kadar sürdü. Öğle yemeği arasında LSE’ye gidip Ulaş ve/veya Maciej’le buluşup ev bakınmak yerine, “buradaki insanlarla biraz daha takılsam belki daha iyi olur, metroyla gidip gelmeye değmez” ve “bu bedava sandviçleri yeme şansım varken fazla uzaklaşmasam daha iyi olur” düşünceleri bütün günü Tate Modern’da geçirmeme vesile oldu. Bu sırada da dünyanın en değişken iklimlerinden birine sahip Londra’da güneş açıyor, bulutlar sokakları ıslatıyor, çöpçüler yerleri temizliyor, sigara molasına çıkanlar kapının önünde bekleşiyor ve Thames yüzeyden farklı, dipten farklı akıntılarıyla akmaya devam ediyordu.

Harry Krugger, bir sene boyunca EPFL öğrencilerinin, Tate Modern’ın da bulunduğu Londra’nın 32 borough (bölge)sundan biri olan Southwark için hazırlayacakları “urban constitution (kentsel anayasa)” ve kentsel dönüşüm projeleri için İsviçre’deki derslerin ve çalışma programının planını sundu. Bunlardan önce neden Southwark bölgesi ile ilgili çalışacağını, neden Londra’da bir proje yaptıklarını anlatmak için Londra’yı İsviçre’yle (Lozan’la karşılaştırmanın mantıklı olmayacağını da belirteren) karşılaştıran birçok data ve bu datalardan elde ettikleri izlenimleri güzel grafikler eşliğinde anlattı bize. Borough ve merkezi otorite (valilik) arasındaki tartışmalara ufakça bir girizgah yapıp, sırayı Tate Modern hakkında sunum yapan ilginç sakallı kel abimize bıraktı. Tate Modern, Southwark’ın kuzeyinde, Thames nehrinin hemen güneyindeki Bankside mahallesinde bulunuyor. LSE’nin beni yerleştirdiği Bankside House’ın da hemen önünde aynı zamanda... Tate Modern açıldığından beri bölge hem kültürel, hem de iktisadi anlamda büyük bir atılım yaşamış. Özellikle bölgede oturan birçok insana iş imkanı sağladığından bahsetti Tate Modern’cı abi. Öğleden sonra yapılan sunumlardan birinde Souhwark Bölgesi yönetiminden Allistair Huggett Southwark’ın tüm Birleşik Krallık’taki en az gelişmiş 17. bölgesi olduğundan dem vururken, bu müthiş zenginlik içerisinde görünen Bankside bölgesinin Southwark’ın geri kalanından ne kadar farklı olduğunu da daha iyi anlayabildim.

LSE’de iki yıl önce master yapmış olan bir öğrenci Londra’nın özellikle genişleyen bölgelerindeki altyapı (ulaşım ağında) sorununa ve orantısız gelişmenin getireceği sorunlara parmak basarak, şimdiye kadar da Londra’nın nev-i şahsına münhasır ve ilginç gelişmesinin tarihi süreci hakkında bilgiler verdi bize. Stratejik yeni bir planlamanın öneminden dem vururken, ikili bir yönetim sistemine (bütün Londra’dan sorumlu bir vali ve 32 ayrı bölge yönetimi) sahip Londra’da bu iş için fazladan bir emek sarfedilmesi gerektiğini, bu süreç boyunca yaşanabilecek sorunları gözler önüne serdi genç adam. Yemekten sonraki ikinci konuşmada LSE hocalarından Tony Travers “sizleri öğle yemeği sonrası rehaveti içinde uyutmak istemem” diyerek ve genelde İngilizlerdeki sevdiğim kendini de eleştiren (belki sözde, belki göreceli) mütevazi kinayeli tavrıyla bizi Londra’nın yönetimi ve politikaları hakkında bilgi yağmuruna tuttu. Londra’da yaşayan 7.5 milyon insanın %35’i “beyaz olmayan” bir nüfus ve %37’si de göçmenlerden oluşuyor. Londra’nın nüfusu her yıl 100.000 kişi artıyor. Gelen göçmen sayısı da her yıl 100.000 arttığına, doğum oranları düşük olduğuna göre, Londra’dan dışarıya verilen göçle birlikte her yıl 100.000 artan nüfusun büyük çoğunluğunun yeni mültecilerden sağlandığını anlayabiliyoruz. Doğal olarak da 2000li yılların başlarında %30 olan “mülteci oranı” da bu sayılara varabiliyor. Travers aynı zamanda Londra’nın, Berlin ve Tokyo gibi yapılanmış ikili yönetim sisteminden ve bu sistemin geçmişinden bahsetti. İlk defa kurulan valilik sisteminden ve valiyle bölge başkanlarının anlaşamamasından bahsederek esprili nüktelerle dinleyiciyi uyutmadan bitirdi konuşmasını.

Allistair Huggett Southwark bölgesi hakkında çarpıcı bilgiler verirken, “içeriden” ve direkt halk için projeler üretip uygulayan biri olarak, akademisyenler kadar rahat yaklaşamıyordu bizlere ve önündeki önemli meselelere. Travers’ın bir önceki konuşmasında özellikle vurguladığı Londra’nın (özellikle Berlin ve New York gibi) “kendi kaderini belirleyen” bir yapıya sahip olamaması özelliğine karşı örnek olabilecek şekilde Southwark bölgesinde yapılmış başarılı ve güzel sivil çalışmaları anlattı Huggett. Otobüslerin “kısayol” olarak kullandığı dar sokağı trafiğe kapatıp yaptıkları parkı, insanların içinden geçmeye korktuğu ve yerel halkın da fazla benimsemediği metro (yüzeyde giden) köprülerinin altgeçitlerini kaykay alanına dönüştürdükleri projeleri resimlerle de destekleyip paylaştı bizle. LSE’deki “Cities Programme” direktörü Robert Travernor “St. Paul’s Cathedral”ın görüş alanını dahilinde olan bölgelerdeki yapılanma yasakları ve son dönemlerde “City of London” (yani Londra’nın ezelden beri özerk kalan en merkezi, suriçi tarzı iç bölgesi)ın doğu sınırında bu “St. Paul’ün etki alanı” dışında kalan bölgelere dikilen gökdelenleri ve buranın geleceği ile ilgili olan proje ve tartışmaları sundu bize (bkz. the Gherkin). Dolu bir programla birlikte, üzerinde çalışacağım ve igileneceğim konular hakkında ayağımın tozuyla epey bir bilgi yüklendikten sonra ilk günlerde misafiri olduğum Mehmet Can’ın evine döndüğümde, okula hala kaydımı yaptıramamış ve “kendime ev bakma” konusunda da hiçbir gelişme kaydetememiştim. Akşam ilk “Londra gecesi” deneyimimi yorgunluk üzerine kısa kesip eve döndükten sonra, bugün sabah 3 Türk kızının teklif ettiği eve bakmaya gittik. Sonunda Bankside House’a girip, bir müddet orada kurulup “eve çıkma” işini sonraya bırakmaya karar verdim.

Yeni telefon hattı, Turkuaz Restoran’a yapılan bir ziyaret, tekrar Tate Modern’a uğrama, bahçesinde Thames kenarındaki bir bar’da güneşten yağmura dönen güzel bir Cumartesi akşamüstüsünde bira eşliğinde demlenmenin ardından, St. Paul’s’den Westminster’a doğru yapılan bir yürüyüşle Londra’yı iyice yaşama turlarına başlamış oldum. “Barlett mi LSE mi, mimarlık tarihi mi, şehir tasarım ve sosyoloji mi” düşüncelerini ve daha birçok soruyu sorduracak, sonunda “haftaya hangi konsere ya da bara gitsem”lerle bitecek, becerebilirsem Brighton’a hafasonu, İskoçya’ya uzun haftasonu kaçamaklarıyla renkleneceğini umduğum gezmeler, yağmurlar, griler, grill’ler ve hayallerle harmanlanan günlükler... böyle başladık işte.

Wednesday, September 19, 2007

Bienale üstü kuru

Sabah önce ben uyandım. Berk hala homurdana homurdana uyumakla meşguldü. Bugün hava biraz kapalıydı, sonbaharın habercisi bulutlar dolanmaya başladı gökyüzünde. İMÇ'ye gitmek için sözleşmiştik, evi terk edişimiz öğleden sonra 2'yi buldu. Esra öğle yemeği arası verdiği için kahvalt/yemek usülü takıldık ona. Fıccın'da bir şeyler atıştırırken akşamüstü kuru fasülye-pilav yemek istediğimi farkettim, bienal gezimizden sonra Süleymaniye'ye gitmeye karar verdik. Hem, her zaman çok sevdiğim Unkapanı-Süleymaniye arası yürüyüşü bu sefer Berk'le de paylaşabilecektim.

Yeni iki katlı kırmızı otobüslerden birine atlayıp İMÇ'ye gittik. Bilmiyorum "hiç bu kadar iyimser ol"muş muyduk, olmamış mıydık ama Bienal'in içeriğini ilk izlenimlerimde beğendiğimi söyleyebilirim. Bu seneki bienalin benim için özel yanı ise sanatçı asistanı olarak Atelier Bow-Wow'un projesinin kurulumunda çalışmış olmam. Daha önce Antrepo ve AKM'yi gezerken beğendiğim eserler de genelde çarpıcı, siyasi söylemi yerine oturtmaktan sakınmayan ve bence başarılı bir şekilde "taraf olabilen" eserlerdi. Özellikle Antrepo: No. 3'te çok fazla video çalışması var ve epey zaman ayırmak gerekiyor. Videoların içeriği de tarzları kadar çeşitli ve doyurucu. Antrepo zaten genel olarak büyük isimlerin büyük projelerinin mekanı olarak öne çıkıyor. Koolhaas'ın eseri belki bilmediğimiz şeyler sunmuyor ve artık alıştığımız bir tarza dikkat çekiyor ama hemen yanında bulunan Agoyan'ın video çalışması, dünya siyasi hegemonya tarihini renklerle gösteren animasyon ve ismini hatırlayamadığım (sanırım Hong Kong'lu) sanatçının eserleri özellikle o odada, öznel tarih (siyaset ve iktisat) ve zamana ve mekana dayalı aidiyet konularını harmanlıyor.

İMÇ'de ise genel olarak kentsel dönüşüm projeleri ve bunların sosyolojik ve iktisadi getirileri (ve götürüleri) ile ilgli genelde eleştirel ton içeren eserler yer alıyordu. Bir yandan A.B.D. - Meksika sınırındaki bariyerli ama geçirgen doku hakkında fikir sahibi olurken, bir yandan kadın bedeninin fahişelik vb. sömürülerine karşı oluşturulmuş bir grubun moda tasarımlarını inceliyor diğer bir yandan akşam yiyeceğimiz kuru fasülye-pilavı düşünmekten kendimi alamıyordum. Sanata doymaya başlamıştık ama ne de olsa sabah sadece atıştırmalık bir kahvaltıyla kendisine yeterli ilgiyi göstermediğim bir midem vardı. Ramazan ayı dolayısıyla "kamusal alanlarda" ise pek fazla yemek konusunu konuşmak istemediğimden ötürü ancak "kendi kendini yiyen" ve beni de vicdanımla baş başa bırakan mideme bir yandan acıyor, bir yandan da küfrediyordum.



(sanat sepet derken kafa da oldu bir dünya)

İMÇ'deki eserlerin çoğu 5. Blok'ta fakat 1. ve 6 . Blok'a da uğrayıp buraları görmekte yarar var. Özellikle 6. bloktaki "linç, sopa, darbe geçirmez mont"u ve "iş tekliflerinizi kabul etmiyorum" mektuplarını eğlenerek izleyebiliyorsunuz. Velhasıl kelam saat 19.00a doğru 6. Blok'u da aradan çıkarmaya karar verip mevz-u bahis komplekse yönelirken tanesi 3 YTL'ye satılan VCD'ler ve çakma popçu ve türkücülerin albümleriyle dolu mağazalardan birine uğramadan edemedik. Ingmar Bergman'ın "Persona"sını 3 YTL'ye almak epey sevindirici oldu ama Kutsişan (?)'ın albümünü alma cesaretini gösteremediğimiz için de içimizden bir şeyleri o dükkanda bıraktık.

Unkapanı'ndan Süleymaniye'ye çıkarken, o meşhur köşeli apartmanın yıkıldığını ilk defa birkaç hafta önce gene tesadüfen buradan geçerken farketmiştim. Etrafındaki bir iki bina daha yıkılmıştı ve Berk uyarmasa kafamı yiyeceğim taşla birlikte heralde bir daha o yıkıntıları göremeyecektim bile. Üstteki yokuştan alttaki yola koca koca taşlar atan çocuklar neredeyse bizi de kaza kurşununa kurban edecekti. Küçük sıpaların birkaç fotoğrafını çektikten ve yıkılan binalardaki evsahiplerinin "memleketlerine siktirip gittiklerini" öğrendikten sonra "ben de bi foto çekebilir miyim abi?" ısrarlarına dayanamayıp kamerayı çocuklara verdik. Her biri birbirlerini, Haliç'i ve bizi olmak üzere farklı konularda birer fotoğraflarını çektikten sonra elimizde komik ve flu bir Berk-Ömer resmi ile tam iftar vaktinde hıncahınç dolu Süleymaniye kurucularında aldık soluğu.



(miniklerinin objektifinden Berk ve Ömer)

Biz her ne kadar tutmadıysak da kendisinin bizi tutmasını temenni ettiğimiz ve "Ey Oruç Tut Bizi" şeklinde seslendiğimiz Süleymaniye Camii'nin karşısındaki kuruculardan birine yerleştik ve siparişleri verdik. Yalnız, foseptik sorunundan mı yoksa iftar vaktinde topluca kuru fasülye tüketiminin getirdiği biyolojik gerçeklerden ötürü mü olduğuna tam karar veremediğimiz nahoş bir koku da bize yemek boyunca eşlik etmekten çekinmedi. Akabinde, sanata doyan bünye, kuruya, pilava, bibere, acıya, suya, pideye ve çaya da doyduktan sonra keyfimiz iyice yerindeydi. Bu "otantik" günü nargile ve Türk Kahvesi eşliğinde klişelere meydan okurcasına tamamladıktan sonra gerisin Galata'nın yolunu tuttuk.



(Berk ellerini kaldırmış arkasındaki ışıkların resme girmesini engelliyor gibi görünse de, aslında bütün gün beklediğimiz bu kutsal yiyeceğe mütevazi bir secde pozisyonunda imana geliyor)

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin yanındaki "Esnaf Hastanesi Özel Business Hospital"a el salladıktan sonra Beyazıt'tan bindiğimiz tramvay bizi Sultanahmet'te indirmeye karar verince, Gülhane'den aşağıya doğru devam edip Sirkeci'de tekrar tramvaya binerek Karaköy'de, yeni başlayan yağmur eşliğinde muhitimize vardık. Cihangir'de iş arkadaşlarıyla içki içtikten sonra biraz da gecikmeli olarak yanımıza gelmeye karar verebilen (eğer birkaç ay önce Galip Dede Caddesi'nden kuleye doğru yürürken yolda bulduğumuz o koltuğu almasaymışız, takım elbisesiyle "yataklarda" oturmak istemediği için ziyaret kararını vermekte zorlanacak olan) Seçkin'le birlikte Fenerbahçe-Inter maçını 2 Fenerli bir Beşiktaşlı olarak 5. sınıfta Milliyet Sınavı yarışmasında kazanıp da ablama hibe ettikten yıllar sonra Galata'ya getirdiğim ve yarısı kırık bir antenle 10 kaplan gücünde sinyal alan televizyondan izledik.

Yorucu, keyifli ve uzun bir gün geçirmiştik. Geç kalktık ama nispeten erken yol aldık. Planladığımız aktiviteleri gerçekleştirmiş, araya bir de ekstradan bir yürüyüş ve yemek ziyafeti katmıştık. Fenerbahçe de kıskandıracak derecede iyi bir futbolla maçı kazanmıştı. Seçkin takım elbisesinin içerisinde, ben ve Berk de pis kıyafetlerimizin içerisinde mutluyduk. Sanırım, önemli olan da buydu.


(Seçkin'i jantili dünyaya erken kaptırdık.)

Tuesday, September 18, 2007

or

Sabah uyandığımda aklımda bir iki müze gezme fikri vardı. Dışarıda güneş vardı, "express"i aldım bir iki makale okudum. "Antrepo'ya mı gideyim, Pera'ya mı gideyim?" diye düşünürken Mehtap aradı. Morali bozukmuş, işten izin almış, Karaköy'e doğru geliyormuş. "Antrepo'ya gidelim" dedim. Bienal'de çalıştığımdan beri hala hiçbir sergi mekanını doğru dürüst gezmemiştim. Karaköy'e indim, yanıma bir adam yanaştı:

- Hocam, mektebin yerini biliyor musun?
- Hangi mektebi soruyorsun, birkaç mektep var bu civarda.

Hafifçe gülümsedi:
- Kerhane mektebini diyorum, dedi.
Tarif ettim, teşekkür etti, gitti.

Antrepo'yu gezdik, Mehtap'ın canı sıkkındı. Birkaç saat sürdü sergiyi gezmemiz, sonra Taksim'e çıkıp ofise uğradık. Mehtap'ı Taksim'e bırakırken Eniseler'in yanımdan geçtiğini gördüm. Enise'yi arayıp onların yanına çay içmeye gitti. Kazı Kazan oynadık, kazanamadıkça, Kazı Kazan'cı bizi kandırıp soyup soğana çevirdi. Yaklaşık 15 YTL kaptırdık ve hiçbir şey kazanamadık. Gizem geldi, Bengi geldi, "Difüzyon"cular olarak bir iki görüşmeye gittiler, peşlerine takıldım, sonra dağıldık. Galata'ya döndüm, müziğimi aldım, Teşvikiye'ye gidip ablamla ve babamla uzun bir aradan sonra beraber Beşiktaş maçı seyretmek için yola koyuldum. Bloc Party koydum kulağıma. Büyük Hendek Caddesi'nden Şişhane'ye otobüs durağına çıkarken cinsel kovalamaca ile meşgul olan iki köpek gördüm.

Otobüs beklerken mutlu ve coşkuluydum. Kele'nin sesinden Brighton'a yolculuk ediyordum. Kreuzberg'de icra ettiği anti-homoseksüelliğe karşı yaşadığı zorluklarla empati kuruyordum. Bir gün metrodan canhıraş bir şekilde kaçıp iyi niyetle Kreuzberg'e lahmacun almaya fırlarken arkamda yaşlar içinde bıraktığım bir çift güzel göz geldi aklıma. Otobüs geldi, eve gittim, Beşiktaş maçı kaybetti, canımız sıkıldı ama fazla umursamadık. Berk geldi, tekrar beraber Galata'ya döndük. Sabah bana soru soran adamı ve akşamki köpekleri düşündüm. Uçan kapluğmbaları düşündüm sonra da.