Tuesday, February 28, 2006

muntazaman dan'laşmak


evet, ufaktan tranformasyonumuzu tamamlıyoruz.

daha 3. gün aarhus bakterilerini yutup, 1 hafta yatakta yatınca vücut şöyle bir silkinip kendine geldi. ardından ufak çaplı bir alkol abartısı (ciddi bir hangover diyelim, ki, kaldığım yurttaki elemanlar sağolsunlar, başka bir bina için bira içmece ve kapak toplamaca yapıyoruz, ay sonunda en çok bira için kat onlar olurlarsa bizim sayemizde olacaklar, haydi vikinglerin gücü adına gazı ile 9-10 tane bira içirince); vücudumun epey bi dan laşma sürecinden geçmesi anlamına geldi.
tabii, iş fiziksel değişim ile tamamlanmıyor. aslında dedikleri gibi "olay kafada bitiyor". sağolsun gene danimarkalı, hafif (!) milliyetçi bir profesör bugünkü Jean Monnet konferansında iyi bir beyin salatası üretti ki, bu hususta da danlaşma sürecinde epey iyi bir yol kat etmiş bulunduk.

neymiş efendim, aslında danimarka'da kendi tarihlerini çocuklar öğrenemiyormuş. aslında mütevazı bir şekilde, danlar savaş kaybetmeye alışıklarmış ya (17. yy.ortasında tamamen İsveç tarafından yutulmak üzere iken son anda paçayı kurtarmışlar) gene de ayakta kalabilen bu devlet 20. yy'a girerken Almanya kontrolü altındaki küçük devletçik olma sıfatını da aşıp artık 1990lardan itibaren "orta güçte" bir devlet olma safhasına kadar gelmiş. e yani, Avrupa Birliği'nin sadece %1'ini işgal eden bir ülke için oldukça iddalı bir açıklama olmakla birlikte, inanın o salonda kim bulunursa bulunsun (hangi milletten dahi olsa) yüzünü kırmızı beyaz gamalı bayrağa boyayıp, "yürüyün vikingin torunları, dağ (pardon dağ yoktu bu memlekette), tepe başını duman almış" nidaları ile önce kopenhag'a, oradan viyana'ya, oradan da zamanında milletimizin başardığı gibi (!) dünyanın 4 bir yanına yürürdü.

her neyse canım, aslında hiç de böyle militarist bir havada geçmedi ders. zaten adamcağız da yaşını başını almış bir halde, danimarka filmlerinden pek aşina olduğumuz (en son olarak "tutunamayanlar"da iyiden iyiye gördüğümüz) "yahu zaten biz kaybediyoruz, hani siz benim bu lafları da yarın öbür gün unutacaksınız" diyerek birkaç sempati puanı topladı da, içimizden "hoca, sen de amma attın, şimdi öyle bir oha çekecem ki bina tepemize yıkılacak" demekten alıkoyabildik kendimizi. gene de bu haliyle, türkiye'de olsaydı, hepimizin yıllarca okuyarak sonunda ezberlediği, kuruluş-yükseliş-duraklama-gerileme(-yıkılma) dönemleri ile "yeni başlayanlar için osmanlı devleti" temalı tarih kitaplarımızın yazarlarından biri olarak iş bulmakta zorluk çekmezdi. neyse sonuçta, fazla zaiyat vermeden dersi atlattık da, zihinsel olarak da "artık önümüzdeki müsabakalara bakacağımız" duruma kendimizi hazırlayarak evlerimizin yolunu tuttuk.

evet, yazının başlığı son anda "sosyal devlet demişlerdi, ama etrafta 3 cümle konuşan adam yok" olmaktan son anda caydığı gibi, biraz bilgilendirici-eğitici, biraz güldürürken düşündüren bir yazının sonuna gelinmiş oldu. 2 gün kendini gösteren güneşin ardından, balkanlardan gelen (dönerek) karlı havaya yerini bırakan aarhus semalarından, hissedilen sıcaklıklarınızın daima + olması temennilerimle ayrılıyorum.

not: hayır, bu bir (negatif) eleştiri yazısı değildir. ve evet, zihin olarak danlaşıyordun yavrum, hani nerede o zaman o tipik danimarkalı "comfortably numb" ekolün, gene abuk subuk yazmışsın diyenlere de başbakınımız ve maliye bakanımız laflar hazırlamışlar, onlara havale ediyorum.

Thursday, February 16, 2006

Takas (exchange) insana yakışanı giydirmeleridir...


demişlerdi ki..

"ahh şöyle partiler, ahh böyle partiler, şöyle eğleneceksin, böyle eğlenceye kusacaksın, altına yapacaksın, zevkten kutu kutu pense olacaksın..." yalanmış! diyerekten başlayıp "istanbul, pardon aarhus, sana yenilmeyeceğim!" arabeski falan yapmacam pekâla. ne bekliyorduk gelirken de ne bulduk ki.

neyse canım..
danimarkalılar hakkında duyduklarnız var ya, işte onların hepsi de pek bir gerçek. şu çinde mi ne, buzdan şehir yapyıorlar her sene, işte o buzdan kalelere, kulelere şu ülkeden 5-10 tane işsiz, güçsüz neyim varsa alsınlar, iki kuruş para versinler, diksinler başlarına bizim kurşun askerler gibi. buzdan evlerin üzerine buzdan adamlar misali (evet şu cümleye kadar metaforu anlamayan varsa dan olsun zaten). hayır, zaten kimse de bize, exchange, normalde iki cümleyi bir ara getirmeyi zahmeti göstermeyen danimarkalıların, iki türk üç ispanyol görünce, akdeniz soluyup bir anda normal dünyalılara dönüşmesidir dememişti. exchangein olayı, senin gibi herkesin olaya "fransız" olması! e gurbet ellerde birbirlerini bulan avrupa gençleri (bizim türkler dahi yani) o parti senin bu yemek benim, bir kaynaşma, bir buluşma, elleşme, koklaşma aktivitilerine girerler imiş öğretildi bize. tamam, benim zaten çok fazla temas girişimleirm olmayacağı belli idi, hatta sabancı yarı açık cezaevine girdiğim andan itibaren 8 dönemin tamamını burada geçirmenin hiçbir manası olmayacağı için tabii ki bu exchange denilen şey yapılacak ile gelinen 3. yılın ortasında, neredeyse artık, "yahu vaz mı geçsem" konumuna gelmiş olmam bile, buraya ne gibi "en büyük asker bizim asker" nidaları ile yollandığımın en büyük kanıtı elbet. e ama ne yaparsın. sen misin bu kadar mızlanan, ağlanan. bir de kalkmayan uçağın üzerine gitmeye bu kadar yeltenince, adama da işte böyle giydirirler başlıkta da belirtildiği gibi.

yaşadığım yerin tek atraksiyonunun jyllands-posten isimli tuvalet kağıdından bozma gazetenin ana binasının karşısında olması (ki, burası öyle bir ülke ki, müslümanları dahi karikatürleri sallamazken, kimse bu dağın başındaki mahalleye gelip de bu binada falan atraksiyona kalkmaz. adam kalkıp orta doğu'dan gelse, aarhus il sınırı, rakım: 15 yazısını gördüğü anda soluduğu hava ile, şehir merkezindeki bilumum iranlı dürümclerden shawarmasını yer, ülkesine geri döner) buranın tek hatırı sayılır özelliği heralde. kaldığım binada tek bir yabancı öğrenci olmayınca, pekala hiç bir danlı da gelip, gel senle almanca konuşurmuş gibi yapayım, gel sana ispanyol mutfağının lezzetlerini tattırayım gibi bir numaraya girmeyecek. paylaşmayı pek sevdikleri soğukluğu da ziyadesiyle öyle bir verdiler ki adama, önce 1 hafta hasta yatırıp, şimdi etraftaki kimseyle tanışmaz etmez, konuşmaz gitmez biri ediverdiler ben de. adaptasyon diye buna derler işte. 2 hafta danimarkalıdan daha danimarkalı kesilme eylemi. şimdi, hiç bir yabancı ile tanışmazsan, zaten şehrin bir ucunda otururkene, ne partilerden haberin olur (onların varlığından dahi şüphe ediyorum ya) ne de kimse seni, dünya mutfaklarının lezzetlerinden tatmaya davet eder.

nese, 11 mart'ta gilmour konseri var hamburg'da. temmuz başında da roskilde'ye waters geliomuş, dark side of the moon'u baştan sona okuyacakmış (hatta bir de tersten başa okuyacakmış, tersten okurken aralarda, "şeytan sen bizim herşeyimizsin", "şeytan gol gol gol" gibi gizli ayinlerle, gene çok gizli geğirikler duyulacakmış (neden bahsettiğimi anlamadıysanız, lütfen bkz. backmasking)). pink floyd'un iki elemanını hallettik, zaten nisan 9'da da jim morrisson'sız the doors konseri cabası (120 ytl'lik bilet fiyatı ile). yaş ortalaması 105 olan elemanların konserleri yani. zamanlar arası yolculuk mu, zamanın ötesinde olmak mı, yoksa dünya müzik endüstrisinin o kadar boktanlaşması ki, bu elemanlara kalmak mı (ya da terbiyesiz heriflerin paraya para dememesi durumu). işte her neyse, anlaşıldı ki, exchange dediğin tek dişi kalmış canavar.

acaba diyorum, bir dahaki exchange i tarlabaşı'na falan mı yapsam, bu seferki pek bi yavan kaldı.