Thursday, November 15, 2007

Derin sulara girmişken..

Zürih'te geçtiğimiz haftasonu başıma gelenlerden esinlenerek yazdığım son blog'dan sonra, dün katıldığım bir söyleşinin de üzerne özellikle Kürtler'in yürüyüşü ile ilgili daha açıklayıcı bilgiler vermekte yarar var sanırım. Önce biraz Zürih gezisinden bahsedeyim:

Yaklaşık bir ay önce Schengen vizem olmadan, İngiltere'de oturma iznim ile gidebileceğim yegane ülkelerden birinin İsviçre olduğunu farkettiğimde, İlkay'ın "gel bir haftasonu, misafirim ol" teklifini "dönem arası kaçamağı" planım olarak belirledim. İyi ki de gittim. Dinlendirici ve keyifli bir haftasonuydu. Zürih soğuktu, kar sezonunu açtım, ama genelde her şey huzurlu, sakin ve aynı anda eğlenceliydi. İsviçre'den beklediğimden ötesi sanırım Zürih, hatta belki biraz güneyli havası bile var evlerinde, dar sokaklarında. Zaten aslen bir Roma kenti, ama Roma şehir yapısını ve mimarisini bulmak biraz zor bu günlerde. Şirin sayılabilecek bir yer, Zürichsee'nin kenarına kurulmuş şehir. İki önemli üniversiteye ev sahipliği yapıyor: Zürich Üniversitesi ve ETH Zürich (İlkay'ın mimarlık eğitimine devam ettiği okul). ETH'nın ana kampüsü Zürih Üniversitesi ile dipdibe şehir merkezinde. Öğrencilik için fena bir şehir değil gibi, ama yemesi içmesi Londra'nın bile iki katı... ETH'nın diğer kampüsü (mimarlık, fizik, kimya vs..) şehrin kuzeyinde, biraz dağ başında. Ama Sabancı gibi değil, gerçekten pastoral yaşamın dibinde, güzel bir dağın başında...

İspanyol meyhanelerinde sangria-tapas ekürileri, göl üzerinde şarap fuarı, gecenin son demlerinin caz tınıları, bol bol yeme içme, biraz kar biraz yağmur, biraz Le Corbusier derken güzel bir 3 gün... Cumartesi gününe damgasını vuran olay ise şöyle gelişti: Ana caddeden nehir boyuna doğru (Bellevue tarafına) yürürken, Kürtçe sloganlar atan ve bayraklar taşıyan bir grubun bizim geldiğimiz yöne, kortej halinde yürüdüğünü gördük. Tek bir fotoğraf çekmiş, grubun geri kalanını izlerken, arkamızdan yaklaşan uzun boylu yüzü yanmış bir adam önce gazeteci olup olmadığımızı sordu, ve daha sonra Türk olduğumuzu anladıktan sonra "uzaklaşmamız gerektiğini" ve "fotoğraf çekemeyeceğimizi" söyledi. Fazla diyaloğa girmeden uzaklaşırken, İlkay'ın ilk öfkesine karşılık sakin olmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Aklıma Kürt arkadaşlarım geliyordu bir yandan, Danimarka'da yanında çalıştığım Türk milliyetçisi Ümit Abi'm, köşedeki İran Azerisi, çocuklarının vesayetini tamamen kaybeden Rıza Abi, memlekette yaptığımız yürüyüşler, Hamburg Sternschanze'de bir köşede birbirine bakan Türk ve Kürt dükkanları ve daha niceleri... Ama bir yandan da, ilk defa seslerini dinleyen bir kitleyi karşılarında bulan ve uzun zaman baskı altında yaşamış bir toplumun herhangi bir mensubuyla bu şekilde bir diyaloğa girdiğimi düşününce işin içinde aslında hiç de kolay çıkılamayacağını bir kez daha hissettim.

Sadece bu olaydan sonra hissettiklerim üzerine daha çok yazmadan önce, dün akşam Aylin'le Londra'da katıldığımız, "Is it time for a free Kurdistan (Özgür bir Kürdistan için zaman geldi mi?)" isimli söyleşiyi aktarayım ana hatlarıyla..

Katılımcılar:
Michael Howard, moderatör (The Independent gazetesi) - MH
Bayan Sami A. Rahman (Irak, Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Birleşik Krallık temsilcisi) - BR
Peter Galbraith, telefonla katılıyor - PG
Kamran Kardaghi (Celal Talabani'nin eski danışmanlarından) - KK
Adel Derwish (gazeteci, yazar) - AD
David McDowall (Kürt tarihçisi) - DM

Kısaca konuşulan konular, ana başlıklar ve kişilerin aktardıklarını iletmeye çalışayım sade bir şekilde..

Peter Galbraith: Şimdiki Irak sınırları içinde özgür bir Kürdistan
Bayan Rahman: Federal bir yapı olarak Kürdistan, ulus-devlet olarak Irak
Adel Derwish: Arapların Filistin için gösterdiği destek neden Kürtler'e hiçbir zaman gösterilmedi? (...)

David McDowall, Osmanlı Devleti'nin çöküş dönemlerinde, merkezci devletin doğudaki toprak ağalarına bıraktığı güçten, toprak ağalıyla yerleşen Kürt kimliğinden bahsediyor... Güçlü bir merkezci geleneği sürdüren Türkiye devletiyle, yerel güçler arasındaki güç çatışmalarından...

BR: 20. yüzyıl boyunca Kürtlere yapılan ayrımcılık ve zulümden bahsederken, Kürt şarkılarının kültürlerinden önemli bir yere sahip olduğundan dem vuruyor.


Konu Amerika'nın rolüne geldiğinde, genelde Irak hükümeti kadar Amerika'nın da son dönemde Türkiye'yle ilgili krizde yeterince akıllıca ve yapıcı hareket etmediğinden söz ediliyor, fakat aynı zamanda madalyonun öteki yüzünde Irak'taki Kürt oluşumunu kabul etmeyen yegane devletlerden biri olarak Türkiye'nin izlediği yanlış politika tartışılıyor.

Genel olarak Türkiye'nin yapıcı bir politika izlemesi gerektiğinden, önce kendi ülkesindeki Kürtler'i ve Irak'taki Kürt bölgesini tanıması gerektiğini tavsiye ediyor konuşmacıların bir çoğu.

PKK konusunda ise herkes hemfikir: "PKK'yı kabul etmiyoruz".

Ama BR önemli bir eklenti olarak, "PKK'yla savaşmayız, daha önce onları silahla yenemedik, ve artık insanlarımız PKK'yla da savaşmak ve onlara "gidin" demek istemeyeceklerdir. Biz dersimizi aldık, ama Türkiye'nin de dersini alıp, PKK'yı silah zoruyla yenemeyeceğini anlaması gerekiyor" diyor.

Genel olarak, Irak'ı temsil eden konuşmacılar, derhal özgür bir Kürdistan'dan söz etmek istemiyorlar. Zaten Irak cumhurbaşkanlığında da kendi halklarından birini görmekten memnunlar. Özellikle Kerkük referandumu öncesi iyice temkinliler. Kerkük'ün Kürdistan'a bağlanmaması durumunda çok önemli bir gelir kaynağını kaybedeceklerini (Kürdistan bölgesinde, veya diğer federal bölgelerde, elde edilen petrol gelirleri gibi gelirlerin yaklaşık yüzde 80'inin Irak Devleti'ne bırakılacağı kanununu da dile getirmelerine rağmen) biliyorlar. Şu anda daha sakin ve huzur içinde görünen bölgelerini, Irak'ın geri kalanından ayırıp gerilim yaratmak da istemedikleri bir gerçek. Ama BR'nin de kendi gönlünden geçeni ifade ettiği gibi "bir gün mutlaka özgür bir Kürdistan görmek istiyoruz", bu ekolün esas görüşü.

Konuşmadan ayrılırken, sorular kısmında sorduğum soru yanlış anlaşılmış olsa dahi, 3 Kürt asıllı (2 genç 1 orta yaşlı) dinleyici bize yaklaşıyor. "Milliyetçiliğin zararları"ndan, PKK'nın konumuna kadar genelde yüzeysel bir iki diyalog paslaşmasından sonra 27 yıldır Türkiye'den sürülmüş bir şekilde yaşayan Kürt gazeteci, bazılarımızın inandığı, bazılarımızın sevmediği, Abdullah Öcalan-MİT-Ordu-PKK ilişkileri bazlı komplo teorilerini, ve gerçek hayattan basit örneklerle betimlediği "köylü yöneticiliği" konseptlerini paylaşıyor...

Tekrar aklıma, yıllarını anavatanından uzakta geçirmiş Kürtler, Türkler, Filistinliler, Cezayirliler, Afganlar geliyor. Tanıştıklarım, duyduklarım, arkadaşlarım... Verdiğimiz anlık tepkiler, sırf bu tepkilerden beslenen kurumlar. Ve sonunda, sadece ve sadece daha çok düşünmemiz gerektiğine, bunu daha çok paylaşıp, aslında hep bildiğimiz ama göz ardı ettiğimiz hikayeleri tekrar tekrar kendimize anlatıp bunların yaşanmaması için bilinçli olduğumuzu birilerine ve birbirimize sürekli anlatmamız gerektiğine kanaat getirebiliyorum. Daha fazlasını düşünüyorum, aklım bazen silahlara gidiyor, bu fikir hoşuma gitmiyor, yollara gidiyor bir yandan aklım, havayı düşünüyorum Kandil Dağı'nın eteklerinde veya Erbil'de veya Şemdinli'de. Elektrikleri olmayan Göynük civarına bir köyde veya Gümüşhane'de. Televizyonunu izlerken karşısına çıkan yüzlerce imge karşısında hep aynı tepkileri vermeye şartlandırılmaya çalışanları, sıkıldığımızda kolaya kaçan kendimizi.

Tekrar bunları konuşmanın, üzerinde düşünmenin, ve şu satırları bile tekrar yazmanın ürettiği düşünce ağını düşünerek bağlantıları birleştirmeden, kapatmadan ama kesinlikle de koparmadan yollanıyoruz soğuk Londra gecesinde, başımızı yaslayabileceğimiz sıcak yastıklarımızın olduğu evlerimize...

4 comments:

Notos said...

Ömer, bu son iki yorumunu okudum ve benim gibi yaklaşık yirmi beş yıl boyunca epeyce etkin bir siyasal düşünüş içinde olmuş birisiyle arasında tam bir kuşak bulunan genç bir insanın hemen hemen aynı düşünce ve duyguları paylaşıyor olması gerçekten çok güzel. Tanık oldukların karşısında sanırım aynı refleksleri gösterir, aynı konuma çekilir ve senin gibi gözlemci olmayı seçerdim. Yoksa bu son zamanların sıcak tartışmalarında taraf olmaya gerek yok. Taraf olmamız gerekiyor, ama şiddete karşı; hayatın ve bizim çaresiz ülkemizin yaşadığı bütün siyasal sorunlara karşısında yalnızca demokratik tercihler doğrultusunda; elbette devletin yanında değil (bireylerin devletin yanında yer almasını anlayamamışken aydınların devlet tapıncından iyice uzak duralım) ama herhangi bir siyasal arti ya da iktidar amaçlı hareketlerin yanında da değil. Sanırım en doğrusu, iktidar olmayı amaçlamayan bütün küresel hareketlerin yanında olmak. Dünyanın geleceğinde olumlu taşları koyacaklar onlar olacak. Silahlarını yirmi beş yıl boyunca kendi parçasına çevirmiş bir devletle nasıl ki yapacağımız tek sözcüklük bağlaşıklık yoksa, savaştan başka mücadele yöntemi bilmeyen örgütle de yoktur. Bireyliğimiz bize yettiği zaman, güçlülere gereksinim kalmaz.
Blogu izleyip gözlemlerini bundan sonra sık sık okuyacağım.

Ömerillo said...

Çok teşekkür ederim öncelikle okuduğunuz ve tabii ki yorumlarınız için. Şahsen, son birkaç yılda edindiğim, içinden geçtiğim süreçler içerisinde devletçi (yer yer güçlü merkezci) politikalarla tamamen devlet yapısından bağımsız fikirler arasında gelip giden biri olarak, kesin bir ideolojik taraf takınamadığımı belirtmem lazım sanırım. Fakat, tabii ki, taraf olmamız gerekmediği gibi, tarafsız, ve taraflardan bağımsız bir dünya için de, aramızda ve başkalarıyla bunları paylaşabilen bir taraf da olmamız lazım. Bazen benim için, ve sanırım çoğu insan için, bu çok zor, ama sizden de bu yorumları almak o "taraf"ta ne kadar güçlü ve çok insan olduğunu da hatırlatıyor. Bazen, malesef sadece konuşmadığımız, dinemediğimiz, paylaşmadığımız ve okumadığımız için bunu bilmiyoruz.
O yüzden, çok memnun olurum başka yazıları da okuyup yorum yaparsanız elbette.

Notos said...

Ben de aslında ideolojik bir taraf olmayı yanlış buluyorum. Gecmiste boyle değildi, ama oyle olmadığı için kazanılmış bir deneyim olarak alabilirsin bunu. Ayrıca, herhangi bir taraftan yana olmak bile geçerliğini yitirmiş durumda. En olumlu olan için bile söyleyebiliriz bunu. Ya da şöyle diyelim: Düşünen taraf olalım.
Devlet, ne burada, ne başka bir yerde, düşünen taraf olmadı, olamaz da. Doğasına aykırı bu. Bu nedenle düşünen insanlar devletten yana olmaz.
Kurumlar da düşünemez. Partiyse iktidar amacı var, dolayısıyla ona uygun ideolojisi, kendi ideolojisinden yana olmayanlara karşı horgörüsü olacak. Sivil toplum kuruluşuysa, kendi tabanına uygun çıkarların kollayıcısı olacak ki, en olumlusu bile demek ki kendi dışındakilerle çelişecektir.
Demek istediğim, yalnızca bağımsız bireyler ve bağımsız aydınlar düşünebilir. Onların da bir başına kalması gerekmez. Bugün bu nedenle dünyada en çok ilgimi çeken ve kendi düşüncelerime yakın bulduğum hareket, tamamıyla örgütsüz, kendiliğinden oluşmuş, dünyanın bugüne dek gördüğü en kitlasal hareket olma özelliğine kavuşmuş, siyasal ve ideolojik bağları olmayan, kendini içinde gören her türden çevrenin içinde olduğu "küreslleşme karşıtı", "antikapitalist" hareket.
Orada iktidar amacı yok, çıkar yok, yokoluşa karşı refleks var.

Ömer, ayrıca şunu söylemek istiyorum:
Ben yazılarını beğeniyorum. Dili, üslubu da çok güzel, kendine özgü, doğru dürüst. Kesinlikle pırıltısı var. Merakla ve tatlı tatlı okunuyor. bunlar çok önemli.
O zaman sana, daha kapsamlı, bütün, bir kitabın parçaları gibi tasarlanmış metinler yazsana. Dağınık metinleri böyle kayboluşa terk etmek yerine, genç bir insanı gözünden dünya, hayat üstüne her konuda gözlemlerini yazman bile yeter. Düşün bakalım.

Ömerillo said...

Siz deneyimlerinizden ötürü ideolojik taraflılıktan vazgeçmişsiniz sanırım, ben daha henüz tam bir taraf olma noktasına bile hiç gelmedim galiba. Gerçi "idealist" olarak nitelendirilirim genelde ama, tarafsızlık veya taraf belirleyememe konusunda epey idealistim sanırım. Aslında "ideolojik olmama"yı savunduğumu söyleyemem, yani umarım öyle anlaşılmamıştır bir önceki yorumumdan, sadece belirli bir noktada olamadığım durumu mevz-u bahis.

Ama kesinlikle düşünen taraf olmak gerekiyor. Hiçbir ideoloji düşünce ürünü olmadan ortaya çıkamayacak olmasına rağmen, kendini o ideolojiye adamış olduğunu hisseden birçok insan malesef düşünmeden o ideolojinin bir tarafı oluyorlar. Varoluş amacı ile kullanılış amacı çok çarpıtılmış ideolojilerin varlığı bir yana, "küreselleşme karşıtı" veya "antikapitalist" hareketlerin de üzerlerine oturduğu "tepkisel" fikir temelleriyle ne kadar sağlam durabileceklerini düşünüyorum ben de. Daha doğrusu, bu hareketleri, dediğiniz gibi büyük kitlesel hareketler olarak algıladığımızda dahi, bir sonraki aşama, bu hareketlerin ne kadar etkili olduğu, yaptırım güçlerinin ne olduğuna geliyor. Tam olarak proaktif bir gündemi olmayan hareketler, aslında "kitle"lerin desteklemediği ama muhakkak parçası olduğu ve küçük ama güçlü çevreler tarafından üretilen ve uygulanan diğer ideolojiler karşısında ne yapabiliyorlar? Aslında, aynı "sivil toplum hareketleri"nin varlık amaçları gibi, bu gibi hareketler de, karşıtları bu kadar güçlü ve muktedir olmadığı sürece var olamazlar gibi. Tam bu noktada sanki tekrar, sağlam bir ideolojiye ve onu uygulayacak yapılara ihtiyacımız var gibi geliyor bana.

Teşekkür ederim tavsiyeniz için. Tam olarak nasıl bir yöntem izlemem gerektiğini anlayamadım ama,ya da anladığım kadarını da becerebilir miyim, bilemedim. Daha kurgusal ve bir bütünün parçasıymış gibi duran şeyler yazmayı da düşündüm ve denedim de sanırım ama açıkçası yazmaya başladığım ana kadar hangi konuyu nasıl yazacağım üzerine fazla da düşünmüyorum. Hatta geçenlerde bir arkadaşımla tartıştığımız gibi "yazıya dökülecek" nesneler olarak algılamaya başladıkça bazı şeyleri, sanırım başka keyiflerde yoksun kalabiliyorum.