Sunday, August 27, 2006

"kim?"lik


25 Ağustos 2004 gecesi, ertesi sabah 08.30 sularından Sirkeci Garı'ndan elimdeki Interrail bileti ile tek başıma 30 günlük bir kıta ziyaretine çıkacağımın yolculuğun arefesinde karnıma bolca ağrılar girmişti. Sanırım ÖSS'den beri ilk defa, gece uyku sorunu çekmiştim. 25 Ağustos 2006'da İzmir Foça'da kim olduğumu bile kanıtlayamacağım kadar "kimlik"!siz kalacağımı da tabii ki 2 sene önce aynı gün tahmin edemezdim.

Paramparça yatan camların arasında "Alarm" yazılı yapıştırıcıya bağlı parçalar enfes bütünlüğünü korurken, lime lime olmuş kırıkardan çok da farksız olmaksızca bu yekpare parçanın üzerindeki cam da sayamayacağım kadar çok kez çatlamış olmasına rağmen; parçalar her biri bir diğerine eşsiz bir güzellikle bağlı duruyorlardı. Biri demiş ki "yıkmak iyidir; yeniyi yaratmak için önce yıkmak gerekir" diye; cam kırığının her bir parçası gezdiğim başka sahillere, kentlere, kırlara; biraz önce denizin dibinde gördüğüm onlarca farklı renge ve araba kullanırken güneş gözlüğümde kırılan ışığın milyarlarca farklı tonlarına tekabül ediyordu heralde, ama sadece tek "kırılmayan" yekpare parça; fabrika yolunu tutmadan önce epey canlar beslemiş meşe ya da gürgen'in, kağıt haline geldiği o anın görüntüsünden biraz sonrasını canlandırdı gözümde. Kağıdın nereden geldiğini bilmiyordum, zaten önemli olan da kağıdın nereden geldiği değil, bana nasıl ulaştığıydı..

26 Ağustos 2004 günü kıtayı boylamasına katetmek için babama son kez el salladıktan birkaç hafta sonra; Güney Avrupa'nın kavurucu sıcakları yerini Felemenk diyarlarında patates kızartması kokuları arasında, balıkçı ve meyvecilerin doldurduğu ana meydandaki pazarda, elindeki torbaları güçlükle olmasa da; ileri yaşının verdiği belli belirsiz ağırlılıkla taşıyan yaşlı teyzelerden birinin üzerine damlayan ilk yağmur tanesine bıraktığında; 26 Ağustos 2006'da serinlemek için köşe bucak gölge aradığım bir günde; denize girdiğim Foça İngiliz Burnu'nda attığı oltanın altından geçtiğim için bana hayıflanacak adamın komik şapkasıyla denize girip de sonra balık kovası pek de dolmayarak, hoşnutsuz bir biçimde denizi terk edeceğini de görmemin imkanı yoktu. Brügge'e vardığımda aklımda çok fazla bir fikir yoktu bu şehirle ilgili. Zaten planlarım da burada 1 gece geçirmek üzerine kuruluydu ki, 3. gecenin ertesi sabahında Amsterdam'a yollanırken cüzdanıma koyduğum o kağıdı 2 yıl boyunca sakladıktan sonra; üzerinde 3 farklı dilde ismi yazılmış o filmi; şimdi o kağıdın içinde bulunduğu cüzdanı tutan adamın asla izleyeceğini de kesinlikle düşünmüyorum. Olsa olsa 3 farklı ülkeden 3 farklı banknotla ilgilendikten sonra cüzdanı bir yerlere fırlatacaktı ama 3 nesil sonra ancak fosilleşmiş halde bulunacak olan kağıdın üzerindeki 3 kelimelik isim hala aynı güzellikte duruyor olacaktır. Asıl önemlisi, o kağıtta neler yazdığı değil, o kağıdı bana kimin verdiğiydi sanırım..

Şimdi ona anlatacak yeni bir hikayem daha var. Belki Dünya Kupası'nda buluşamadık, belki zaten 3 gün daha bekleseydim Türkiye, Arjantin'le basketbol şampiyonasında oynarken gene yazacak şeylerim olurdu. Aslında, hiçbirini beklememe gerek yoktu, bir şeyler yazmaya da; zaten, yazmadığımız zaman da bir şekilde iletişimimiz yok muydu? Ben nerede olursam ya da o ne yaparsa yapsın... Görüntüler zaten hep canlı idi, ama, daha önce (sonradan da denediğimiz gibi) nasıl çalıştığını bile anlayamadığımız araba alarmı (arabayı nerdeyse ters çevirecektik ya gene de ötmezdi meret) sticker'ı o cam parçacıklarını birbirini bağlı tutarken, ve o parçalardan Emre'nin gözlerinin ışıltısı parlar ve gökyüzüne yönlenir; o sıcacık evde ailesine 100lerce kez tekrar mahcup olur ve anneannesinin bizden çok başımıza gelenlere üzüldüğünü görürken, teyzeler, enişte ve anneanne ve büyük teyzeyle hep beraber yenen yemeklerden birinin ertesinde veya olaydan hemen sonra babamın "hiç üzülme" tesellisinde daha da anlam kazanan ve aniden gözlerimin dolmasına neden olan o görüntü belki de hiç bir zaman işlenmeyecekti bu kadar güçlü şekilde beynime. Bir dahaki karşılaşmamıza (ki ne zaman olacağını bilmemize rağmen tek bildiğimiz böyle bir karşılaşma olacağı idi) kadar saklayacağımı kendi kendime söz verdiğim ve sonra ona gösterdiğimde belki yazdığını bile hatırlamayacağı veya, karşılığında o satırları yazdığı kalemi sakladığını söyleyeceği ama ne olursa olsun gözünde oluşacak o ışıltıyı zaten 2 yıldır her gün hayal etmişken; artık o kağıda bir daha bakamayacağımı bilmek, "kimliksizlik" durumundan daha acı geldi sanki bu kaza sonunda. Ya da aslında, "kimliksizlik" zaten de buydu.

O kağıt parçası, o ilk tanıştığımız akşam Brügge'deki eski ahşap mobilyalı taş bina hostelin ufak yuvarlak masasındaki 4lü sohbetimizde Rosario'nun "nasıl hatırlayamadığıma" şaşırdığı o film hakkında konuştuğumuz anı getirirdi gözümün önüne. Artık karşılaştığımızda ona ne vereceğimi bilmiyorum, yeni bir hikayem oldu sanırım ama onu anlatıp anlatmayacağımı da bilmiyorum. Ya da bir gün aklına gelir de sorarsa saklayıp saklamadığımı kağıdı ya da nerede olduğunu kağıdın. Gerçi o zaman da belki kağıdın nerede olduğunun önemi olmadığını söylerim ona ben de, önemli olanın ne olduğunu bilmediğimi de..

Thursday, August 10, 2006

Roskilde 2006 - part i


yıllardan beri, festivali takip ettiğim kaynak olan ve bana düzenli olarak e-mail ile haberler yollayan “roskilde newsletter”; aylardan beri beklediğimiz line-up’a haziran başına doğru yaklaşık 100 tane de grup/sanatçı eklendiğinde nedense hala içimizi titretecek bir “headliner” veya yeni/çıkışa geçmiş bir “upcoming band” veya geri dönüşünü muhteşem bir şekilde gerçekleştirecek bir efsane göremedik. belki roger waters burada bir istisna sayılabilir (aslında çok da geçerli bir istisna!) hal böyle iken; 2003’te metallica, iron maiden, queens of the stone age, blur veya coldplay’li; 2004’te müthiş geri dönüşü gerçekleştirmiş morrissey, veya yılın bombası franz ferdinand’lı (hepsi pixies, david bowie, iggy veya korn’un yanında); 2005’te audioslave, black sabbath, foo fighters, duran duran ve interpol’lü listeler karşısında 2006, hem de glastonbury’nin yapılmadığı bir yılda, gene aynı hafta sonu gerçekleştirilen rock werchter festivali karşısında sanki biraz daha zayıf bir alternatif sunuyor görünüyordu. sadece isminin ve geçmişinin tüm festivalleri yutabileceğini iddia edebileceğimiz bob dylan, şahsımı çok fazla olmasa da, çok insanı ilgilendiren guns n’ roses veya en basitinden dünyanın en iyi müziğini yapan grubun beyni roger waters tabii ki bir türk okurun, işbu satırlarda yapılan serzenişe içerlemesine neden olacak bir potböri sunuyordu elbet. fakat zaten hepsinden önemlisi; son bir iki yılda arkadaşlarımızı temsilci olarak gönderdiğimiz ve ünü artık memleketimizde de iyiden iyiye yayılan “gerçek festival deneyimi” roskilde’nin ne olursa olsun, katılan için paha biçilmez bir deneyim yaşatacak olmasıydı. 6 tane sahnede 4 (+3) gün boyunca devam edecek müzik, keşfedilecek grup/sanatçının cazibesinin yanı sıra; festivalin bir bütün olarak sağlayacakları bütün bu tartışmaları; o turuncu sahneye kim çıkarsa çıksın etkisiz hale getirecek cinsten etkenlerdi. bunu da yıllardır özümsemiştik artık. dolayısıyla, yapmamız gereken tek şey, güzel bir hava için dua edip, festival haftasının gelmesini beklemekti. hem de; danimarka’da geçirilecek bir “bahar dönemi” değişim programı için ta bir yıl önceki yaz başvuru yaparken, motivasyon mektubuma, “büyük bir festival deneyimi ile sona erdirmek istediğim” bir dönem olarak kaydetmemiş miydim bu anı?

geçen seneki güzel havada çekilmiş fotoğrafların, internet sitesinde epey ilgi toplamasının da büyük bir katkısı olacak ki, festival biletleri birkaç yıl sonra ilk defa tamamen satıldı. bunda glastonbury festivali’nin bu sene lisans anlaşmaları ile ilgili bir husustan dolayı yapılmamasının da etkisi büyük olacak ki, festival haftası boyunca alanda dolaşan “cheers, mate”ci ada’lıların yoğunluğu da çok rahat fark ediliyordu. tüm biletlerin satılması, yaklaşık 22.000i gönüllü 32.000 çalışan ile birlikte, festival alanında 110.000 kişi ile canlanacak toplam 1 milyon 250bin metrekarelik bir alanda geçirilecek bir haftaya işaret ediyordu. bu, yıllardır yurtdışında gördüğü festivallere özenmiş, kendi büyük açık hava rock festivali ilk defa 2000 yılında ömerli’de gerçekleşmiş (içinde bulunma şansına o zaman erişebildiğim) kitlenin gördüğünden yaklaşık 7-8 kat daha büyük bir kalabalık anlamına geliyordu. son yıllarda ülkemizde de benzer bir şekilde yaş ortalaması giderek aşağıya çekilen festivalleri bir yana bırakırsak; 2000’deki h2000’de özellikle o anı yıllardır bekleyen katılımcıların yukarılara çektiği yaş ortalaması çıtası, benim için şaşırtıcı bir biçimde roskilde’de de epey aşağılarda seyrediyordu (en azından konser alanlarında en önü kapan seyirci yaş ortalaması). her ne kadar, festivalin son günü 65 yaş üstü katılımcılar için tek serbest giriş günü ve bu günün kapanış konseri roger waters, hem de festivalin birinci “headliner”ı bob dylan iken halihazırda, 1 haftalık eğlence, alkol, toz, toprak, üre ağırlıklı festival için çok fazla yadırganmaması gereken bir durum olmalıydı bu. belki tüm bunlar dünya kupası çeyrek finallerini evinde rahatça izlemek isteyen babalarla; festival ortamında bu heyecana ortak olacak gençler ile de bir nevi açıklanabilecek bir formül oluşturmuş olabilir. sonuç olarak, 3 türk arkadaş, elimizde, 110.000 kişilik bir katılımcı listesi ve 170’den fazla sanatçı/grup ile günde 16 saate varan aralıksız müzik şöleni ve kendine has “insan hakları” hareketleri, sivil toplum kuruluşları ve “hümaniter odak”ı ile avrupa’nın en büyük festivallerinden birinin bileti ile, bu kalabalıkları her yıl bu dönemde görmeye alışık roskilde kasabasının yolunu tuttuk.

110.000 kişilik kasaba

çadırımızı devasa kamp alanın doğu kısmının güneyine doğru, danimarkalı ve isveçli arkadaşların kamp alanına atıp; çeşitli badireleri atlattıktan sonra, pavilion sahnesinin kamp yapılan ilk 3 gün için dönüştürülmüş hali pavilion jr.’da birkaç grup izleme şansımız oldu. fakat, asıl konserler perşembe günü saat 17.30da odeon sahnesinde, rock n coke kapsamında da türkiye’yi bu yaz sonu ziyaret edecek olan editors konseri ile başladı. britanyalı topluluk, hatırı sayılır britanyalı seyirci desteğini de arkasına alarak, 1 saatlik enerji ve melankoli dolu performanslarıyla festivalin açılışını yaptılar. günün hatırı sayılır konseri orange stage’in de ilk gün kapanışını yapacak ve festivalin 2. büyük headliner’ı olarak lanse edilen guns n’ roses konseriydi. saat 20.00’de ünleri belçika’dan avrupa’nın geri kalanına yayılmış, 6 yıl aradan sonra son albümlerini geçen yıl piyasaya sürmüş deus, arena’daki konserini yaklaşık 1 saatle sınırlamadan hemen önce, seyircilerin çoğu orange stage’e hareketlenmeye başlamıştı bile. yoktan var ettiği yeni kadrosuyla hayranlarının karşısına çıkacak axl rose hakkında günün ilk saatlerinde, birkaç gün önce başka bir konserlerinden sonra tutuklandığı haberleri zaten kulaktan kulağa yayılıyordu. 90lı yılların başında ergenlik çağını yaşayanlar için bir efsaneye düşmüş figür, konsere yaklaşık 55 dakika geç başladığında saatler 21.55 olmuştu bile. bir yandan, sahnedeki dizilişten anlam çıkarmaya ve üyeleri tanımaya; bir yandan “sweet child o’ mine” dan hemen önceki gitar solosunu takip etmeye çalışırken, axl rose’un ne kadar ihtiyarladığını ve şişmanladığını hayretler içerisinde takip ettik. fakat kendisi ne sesinden ne de enerjisinden bir şey kaybetmiş gibi görünmüyordu. ilginç gitar solosunun sweet child’a intro olduğunu anladığımız an, bir şarkı için daha kalmaya karar verdik; fakat 6 parçadan sonra, arena’daki 22.30da başlayan sigur ros konserini kaçırmamanın daha akıllıca bir fikir olduğuna emindik. ne de olsa, hepimiz 80 sonları 90 başları grunge ve hair metal kasırgasını ıskalamış; bunları sonradan takip eden bir nesil olarak sigur ros’un shoegaze tınılarına kendimizi vermeyi daha mantıklı bulmuştuk. perşembe gününün kapanış konseri bu açıdan kesinlikle tüm beklentileri karşılayacak bir havadaydı.

sahneye vardığımızda konser henüz başlamıştı ki bu kadar tıklım tıkış bir sahne beklemiyorduk. iskandinav boy ortalaması engeline bir kez daha takılarak arkalarda; daha ziyade ekranı ve çadırın üzerine yansıyan gölgeleri seyretmek ve hipnotize eden müziğe kendimizi kaptırmakla yetiniyoruz. bütün basmakalıp klişelerin geçerli olduğu; meleksi vokali ile jón sór birgisson’un, çoksesli ama saf ve duru enstrümanlarıyla grubun geri kalanının; hissettirdikleri karanlık ve belki de aynı zamanda kör edici derecede beyazlara bürünmüş, nefes zorluğu çektiren “mentollü” müziğin ve sahneyi boydan boya kat eden kırmızılar içerisindeki aktörlerin; ekrandan akan simge, görüntü ve renkler ile bir bütün oluşturduğu konser festivalin kesinlikle en iyi beş konserinden biriydi. şahsen, aylarca ertelediğim ve etrafımda pek yaygınlaşan sigur ros’u keşfetme şansına böyle bir canlı performans ile erişebildiğim için roskilde’nin nelere gebe olabileceğini daha iyi anladım bu ilk gecede.

ikinci günün açılışını, yerel bir üne kavuşmuş veto ile yapıyoruz. troels abrahamsen’in vokalleri interpolvari melankolik post-rock tınıları ile bezenmiş bir sound’a sahip grubun en güçlü elementlerinden biri. zira, grup bir sene içerisinde başarılı bir albüm yayınlayarak, önce yerel konserlerde iyi bir dinleyici kitlesi oluşturmayı ve daha sonra da odeon sahnesinde roskilde’de yer almayı başarabilmiş. fakat bizim için günün ilk, önemle beklenen ismi saat 14.00’de arena’da arz-ı endam edecek olan gogol bordello. geçtiğimiz sene içinde yayınladıkları albümleri, ve hit single “start wearing purple” ile “küresel” bir üne kavuşan grubun en önemli özelliği sahne performansları. zaten çingene ateşini en iyi hissedebileceğiniz yer, sahneyi tamamen kendi çöplüğüymüş gibi kullanan eugene hutzve orkestrasının bütün enerjileri ile karşınızda oldukları yerdir. son albüm ağırlıklı hazırladıkları şarkı listesinde ön plana çıkan şarkılar “dogs were barking”, epey değişik yorumuyla “start wearing purple” ve klasikleşmiş ve 9 buçuk dakikalık bir şölen havasında geçen kapanış parçaları “baro foro”. bilindiği üzere, 2000 yılındaki 9 kişinin ölümü ile sonuçlanan pearl jam konserinden sonra güvenlik önlemlerini en üst düzeyde tutan festival yetkilileri; herhangi bir konserde, seyirciler arasında oluşacak en ufak itişmeye de mahal vermemeye çalışıyorlar. dolayısıyla, 1 saat boyunca deliler gibi dansettiğimiz bu konserin başında da, görevlilerden kuşku dolu bakışlar yakaladıysak da, konserin ilerleyen bölümlerinde sahne önünü doldurmaya başlayan ve ritme ayak uydurmak zorunda hisseden herkesin hareketlenmesi sonucu; sahne-seyirci şölenine onlar da tebessümle ayak uydurmaktan başka bir şey seçenek bulamadılar. (bu arada, görevlilerin, tamamen güneşli ve sıcak bir havada seyreden festival boyunca özellikle susuzluğa karşı sürekli su dağıtmaları ve baygınlık/hastalık geçirme ihtimali gördükleri herkese derhal ilkyardım müdahalesi yapmaya çalışmaları konularında ne kadar profesyonel ve başarılı çalıştıklarının da altına çizmek de yarar var.) dansçı kızlar; çingene çalgıcılar ve küresel punk ateşi bir kez daha, morrissey’in 2004’teki efsanevi geri dönüş konserini verdiği, arena sahnesindeki seyircileri mest eden bir gösteriye dönüşüyor.

ince hesaplar

2000’deki pearl jam faciasından sonra; orange stage’in önündeki devasa alandaki izleyici dağılımı için festival görevlileri bu yıldan sonra yeni bir sistem oluşturmuşlar. bu şekilde, sahnenin önündeki yaklaşık ilk 50 metrelik alan, artık ülkemizde de duymaya alışık olduğumuz “sahne önü” bölümünü oluşturuyor. bu alan arkadaki büyük alandan güvenlik demirleri ile ayrılıyor. aynı zamanda bu alanın içi de iki ufak alana bölünmüş. bütün bu ön alana girmek içinse, konserden önce sahnenin iki yanındaki giriş bölümlerinde sıraya girmek gerekiyor. ana alanda yer tutmak için ise sadece erkenden bu alanda bulunmak yeterli. bu bilgiler ile ince hesaplar yapan bizler orange’daki, örneğin günün 2. konseri olan morrissey konseri için ilk konser olan kaizers orchestra’dan daha ön sıralara yerleşmeyi planlıyoruz. evdeki hesaplar çarşıya uymuyor.

orange’daki; arjantin – almanya maçı boyunca arjantin golü (ve yanlış bir istihbarat olarak gollerini) sevinç ile duyuran çılgın vokalist ve buldukları her şeyden müzik üretmeye çalışan gaz maskeli orkestra üyeleri ile, “iskandinavya’nın en ünlü grubu” kaizers orchestra konseri öncesi düşündüğümüz planları uygulamaya geçirmeye karar veriyoruz. fakat, iyi bir yer tuttuğumuz bu eğlenceli konserden sonra, herkesin ön alanları, temizlik için boşaltması ve her konser için tekrar tekrar sıraya girmesi gerektiğini öğreniyoruz. alandan çıktığımızda ise morrissey için başlayan kuyruk çoktan bira standlarının arkasına kadar uzanmış. demek ki, orange’daki bazı konserleri önden izlemek için bir önceki konseri feda etmek gerekebilecek.

morrissey’i ana bölümden izlemek çok büyük bir üzüntü yaratmıyor. zira, istanbul’daki konsere gidenler dahi, aynı şarkı listesini morrissey’in bis’iyle birlikte dinleme fırsatına sahipti. roskilde’de ise, orange’da genel geçer (istisnalar hariç) bir kural olması ile, bis genelde yapılmıyordu ve istanbul’da 3 kere gömlek değiştiren moz’u burada 2 değişiklik ve yüzünde çok da hevesli olmayan bir tavırla karşıladık. belki bunun sebepleri, konserin epey aydınlık bir havada saat 19.00da başlamış olması, morrissey’in haklı olarak tanıtmaya çalıştığı son albümünün bir önceki kadar başarılı olmaması, orange’ın fazla büyük olması, seyircinin tamamının ise hazır olmaması; veya bunca yıldır ne yapacağını az çok kestirebilmiş morrissey’in o gün “böyle” hissetmesine bağlayabiliriz. the smiths’ten “panic” ve bir önceki albümden “first of the gang to die” ile “let me kiss you”nun alıp götürdüğü anlar dışında “how soon is now” (öncesinde morrissey, “still asking the same question (halen aynı soruyu soruyoruz) diyerek girişi yapar) ve “irish blood, english heart” ile yapılan kapanış konserin kayda değer anlarındandı. belki beklentilerin yüksekliği ve belki de, samimi bir konser havasının yakalanamaması, genel anlamda uğradığımız hayal kırıklığının başlıca sebepleri olarak hafızalara işlendi. sabırsızlıkla büyük ozanı beklemeye başladık.

festival boyunca, çok geniş bir içerikle hazırlanmış festival kitapçığından sanatçı tanıtımlarını okurken bob dylan’a fazla göz gezdirmemiştik bile. yeni bir stüdyo albümü çıkardığı haberlerinden uzak kaldıysak da, bu konserde, dünya müziğine kazandırdığı 50den çok albümünden, çok geniş bir repertuarda, fazlaca bilindik şarkılara yer verileceğini ümit ederek bekledik konserin başlangıcını. konser boyunca ise, bob dylan alışılagelmiş anti-sosyalliğinde seyircilere bir kere bile “merhaba” demezken her şarkının sonunda sahnenin kararması, orkestranın iki adım geri yürüyüp tekrar sahnedeki aynı noktalara geri dönmeleri ve yeni şarkının girişi ile formülize edilmiş bir konser izledik. klavyesinin başından ayrılmayan, arada bir mızıkasını eline alan ve herhangi bir gitara 5 metreden yakın durmayan efsane maalesef, pek onu anlayamadığımız bir dilden konserini icraa etti. bis ile birlikte çaldığı 12 parçadan, ben sadece sonuncusu olan “all along the watchtower”ı epey değiştirilmiş haliyle zar zor tanıyabilirken, “muhtemelen hep yeni albümden çaldı” diye düşündüğümüz parçaların hepsinin ünlü parçaların değiştirilmiş (epey dramatik bir şekilde olsa gerek!) halde olduklarını asla kestiremedim. belki yeteri kadar bob dylan repertuarım geniş değildi; fakat, farklı (ama nispeten sıkıcı) bir bob dylan dinlemek ve folk puzzle’cılık oynamak isteyenler için ideal olabilecek, bizler için ise epey hayal kırıklığı yaratmış bir konser oldu. günün diğer beklenen ismi 00.00’da sahne alan death cab for cutie; aşırı yorgunluğun ve serin akşam esintisinin kurbanı olurken, gecenin geri kalanı çadır alanında ısınmaya çalışmakla geçti.