Sunday, August 05, 2007

waiting for the ..

yalnız bir yürüyüşe çıkacağım, hava almam gerekecek. gri bir gökyüzü olacak gene tepemde, kulağımda discman'im olacak hala ihanet edemeyeceğim. yeni bir cd yazmış olabilirim, Hamburg'daki ya da Berlin'deki gibi gri olma ihtimali yüksek olacak gökyüzünün. ürpermek istediğim için, çamurlu bir yağmurun yağıyor olmasını dert etmeyeceğim heralde. yeni bir albüm dinliyor olacağım, bordo ceketimin son ayakta kalan düğmesi kopmasın diye parmaklarım arasında sürekli kontol ederek oynuyor olurum heralde kendisiyle. muhtemelen İngiliz gruplarından birini dinliyor olabilirim, ya da cool New York gruplarından birini. üzgünüm ama serin bir havada soğukta tek başıma yürürken müzik zevkim geçtiğimiz son bir iki seneye göre çok da değişmiş olmayacak tahminimce. belki karışık cd'nin içine farklı bir iki janradan bir şeyler atarım.

yalnız en zor kısmı şehirlerin detaylarını hatırlamak. hatırlama kısmı zor değil, zor olanı en ufak detayı bile hatırlıyorken o an soluduğun havanın orada nasıl bir karışım içerisinde olduğunu bilmemek. aslında bilmemek de zor değil, işin en güzel yanı tahmin etmek zaten. eğer kuş olsaydım, zevk için uçuyor olmazdım. izlemek ve görmek için uçuyor olurdum. aynı anda nerede aynı renkleri yakalayabileceğimi görebilmek için uçuyor olurdum, sonunda da o kadar çok yorulurdum ki tünediğim ilk yerde daha önce hiç görmediğim bir şeyin farkına varmanın mutluluğunu yaşardım. çok sıcak bir yaz pazarında sadece güneyli ve zenc göçmenlerin meraklı bakışları arasında ürperdiğim Napoli sokaklarında karanlık bir sokağın ucunda köşede işlenen o kıyımı gördüğüm gibi bir şey olabilir. soğuk bir yağmurun altında, çamurların içinde debelenen bir güzellik. Hamburg'a yedini kere gidersem, bir gecemi Reeperbahn'da konaklayarak geçirmek istiyorum. Bir FC St. Pauli maçı çıkışı olabilir mesela. Bergen'de sokakta yatmaya karar verdiğim gecedeki gibi aniden bir yağmur bastırırsa, zatüre olmadığım müddetçe tadına varabilirim üşümenin. Aarhus'ta bir Mart soğuğunda çırılçıplak denize girdiğim anı anımsarım, ya da "Breakfast on Pluto"da Londra sokaklarında yalnızlığını kovuşturmaya çalışan çocuğun ürperişini düşünebilirim. Her zaman karşıt hisleri anımsayarak dilediği hislere kavuşabilmek insanoğlunun (veya tüm canlı tabiatının) en riyakar karakter özelliği olsa gerek.

İstanbul'un pis halini anımsarım yürümeye tekrar başladığımda. Kış günleri akşam iş çıkışı saatlerinde birkaç saat sonra Aksaray'dan Vefa'ya doğru, oradan Süleymaniye'ye ve aşağıya Unkapanı'na inerken bacalarda tüten isli havanın kokusunu düşünürüm. Fatih'in arka sokaklarından birinde çıkan bir kavgada yediği bıçağın dışarı püskürttüğü sıcak kanın soğukluğunu. Ya da Caddebostan'da veya Nişantaşı'nda sıcak kaloriferden sıkılıp camı açtığında bütün bu karanlığın içeri dolmasıyla gelen ürpertiyi. Sonra çok terlemeye başlayabilirim. Jeff Buckley koymuşsam cd'ye, muhtemelen o şarkıya geçer, Brügge'deki hostelde Rosario'yla tanıştığım gece, o uyumaya gittikten sonra Avustralyalı kızın hostelin giriş katındaki barda Grace albümünü çalmaya karar vermesiyle koridorda bir yandan kitabımı okurken, sadece birkaç gün önce Pere Lachaise'de yağmurlu bir günde ziyaret ettiğim ruhlar gelir aklıma. Jeff Buckley'nin ruhuna Fatiha okurum, dünyanın en iyi biralarından birini sipariş eder, buz gibi biramı içerim. Baharın son günlerinden Edith Piaf'ın filmini izlemek için sinemaya girmeden önce yaptığım telefon konuşmasını anımsar, bir cep telefonum olduğu fikrini tekrar aklıma getirirsem birine mesaj çekerim belki. Ya da mesajı yazar ve kaydederim.

Sonunda gene Cecom'u dinlerim bir noktada. Belki Motosiklet Günlüğü'nü hatırlarım, ya da belki lise sonda aldığım sinema dersinde çekmeye çalıştığımız uzun ve sıkıcı "long shot"ları. Likya Yolu'nda karla karışık yağmur, Gavurağılı'nın tepesindeki çorak araziye hayat veriyor olabilir, yapraklar çamura karışınca garip bir kokuya bürünüyorlar. Nehire bozuk para atarım, eğer bir yerlerden kuzey denizine, oradan misal Elbe'ye karışır da, sonra karaya çıkıp otostop çeker güneylere iner, İtalya'dan bir gemiye binip de Kuzey Afrika'ya geçerse bozuk para, belki sonrasında kervanlardan biriyle cangılların içinden daha da güneye, karşıya Arjantin'e ve sone en güneye Ushuaia'ya ulaşır param. Deniz fenerinin ışığı yansır üzerinden, bir gemicinin gözünü alır, İspanyolca bir küfür sallar gemici, balgamını fırlatır okyanusa, sonra da Norveç'ten ithal ettikleri somonlu sandviçini yer. Global bir dünya tabii bu.

En güzeli, kimselerin olmadığı sakin bir köşe bulurum kendime. Hiç bir binanın bile olmadığı bir yer. Belki otoban kenarı gibi bir yer olabilir, ya da bir kamping bölgesi. Hiç gitmediğim en uzak yerleri düşünürüm. 2008 için koyduğum İstanbul-Katmandu planını gözden geçiririm. Eğer vakit geçmemişse ve ben çok yaşlanmamışsam. Ya da umrumda bile olmaz yaşlılık, "koy götüne" der yürümeye devam ederim nasolsa gerekirse. Eğer sızıp kalmazsam bir köşede Bukowski gibi, ya da evinden kovulmuş bir Beckett gibi. Seyrettiğim güzel filmleri ve seyrettiğim kötü filmleri düşünürüm. Yaşadığım abzürd anıları. Berlin'de master programlarına başvurmak için şansımı denediğim günlerden birinde, Internet'te bir üniversitedeki "öğrenci bilgilendirme günleri" başlığı altında bölüm tanıtımı sanıp kalkıp gittiğim olayın, final sınavları öncesi ders değerlindermesi örneğinde olduğu gibi. Fantastik gerçeklik sendromunu yaşarım. "Medya yönetimi" tanıtımı diye gidip 5 Alman kız ve düzgün İngilizcesiyle ders anlatıp benim nereden ve neden oraya geldiğimi kestirmeye çalışan ama varlığımı yadırgamayan Alman hocanın anlatımında Leonard Bernstein hakkında izlediğimiz belgeseli anımsarım. Bir 80'ler Atıf Yılmaz filmindeki gibi, karanlık bir dekorun içinde, hiç de ait olmadığı bir yere konuşlanmış bir karakter gibi biraz dışarıdan, ama biraz da katılımcı olarak takip ederim. Aynen hayatın tümüne yaydığım tarz gibi.

My Morning Jacket varsa eğer cd'de, Danimarka'da bunalıp saatlerce bisiklet sürerken ağlamaya başladığım anları hatırlayıp sırıtabilirim. Nostaljiden sıkılıp kendime güzel bir küfür sallayabilir veya tekrar "Hey You" yu üstüste 45 kere dinleyebilirim. Dünyanın en basit ve güzel sololarından birinde tekrar kendimden geçerken, eski sevgililerimi, eski şehirlerimi, ayaklarımın altındaki nasırı, yapmam gereken işleri ve tanımadığım herkesi düşünürüm. Noviembre'yi, Im Juli'yi düşünürüm, sonunda ne düşüneceğini düşünerek hiçbir şeyin düşünülemeyeceği fikrini tekrar anımsarken, hayatın milyarlarca bilinmeyenli basit bir algoritmik denklemden oluştuğunu hatırlarım. "Fountain"ı ikinci kez seyrettiğimde Aronofsky'ye karşı oluşacak hayranlığımı bildiğim için, ikinci kez seyretmeyi tekrar ve tekrar ertelerim. Bir galeriye girerim, belki Bauhaus Archiv gibi içinde renk odaları olan eğlenceli bir şeydir, belki Prada gibi sıkıcı ve kocaman bir müzedir, belki "bu resimde ne anlatmış anlayabildin mi?" diye soran Fransız kıza cevap verirken yanımdan uzaklaştığını farkederim. Belki bütün duvarlar, resimler ve heykeller teker teker uzaklaşmaya başlarlar. Bergama elimin altından kayıp gider, İştar Kapısı yerle bir olur, bisikletin tekerleri parçalanır, bordo ceketimin son düğmesi kopar, çığlık atarak aşağı düşen insanların görüntüleri siyah kareler halinde birer birer ekranda patlar, karnaval sona erer, herkes evinin yolunu tutarken ortada kocaman bir boşluktan başka hiçbir şey kalmadığını gördüğümüzde hüzünle birbirimize bakar, yakınlaşırız insan alemi olarak. Gider soğuk bir bira söyler, televizyonu açar, Abramovich'in kibirli bakışının altında Chelsea'nin yediği gole sevinirken, Putin'in yeni bir gaz anlaşmasına imzası haberi altyazı geçtiğinde Berlin'i soğuk kış günlerinden ikiye bölen duvara okkalı bir küfür sallar, eski radyo programlarımdan birinde çaldığım bir şarkıya geçerim cd'de.

No comments: