Tuesday, January 15, 2008

' Isle of Dogs' were Barking

Sabah 07.55'te terk ettigim odama, upuzuuuuunnn bir 'calisma' gununun ardindan saat 20.45 itibariyle donmus bulunmaktayim. Gecen hafta 2. donemin ilk Proje dersinde, bu donemki proje alanimizi gezmek icin 'Becontree' diye bir yerde bulusup Barking bolgesinde calisacagimizi ogrendigimizde "Off, ne isimiz var o kadar uzakta?" diye hayiflanmistik hafiften. Ta ki, ikinci derste William mimarimizin sunumu sirasinda, Becontree'nin metro ile 5. Zone'da oldugunu gorup (zaten Londra'da 6 zone var) "ooff ya..."lar yerlini "hass.."lere birakana kadar... Ya da bu sabah 07:45 te, biraz da temkinlice, odami terk edip, 9.00da bulusulacak alana 08:40da varmayi basarip da, bu seyahatin Oyster kardimdan £3.50 'ictigini' gorup de, "bu bir saka olmali, burya her gelisimiz ve donusumuz icin £7 (18.8 YTL) yol masrafi mi odeyecegiz?????!!!" sorusunu zikredene kadar...

Tabii, ilk donemde de farkli gruplarin farkli proje alanlarini ziyaret ettigi gunlerde de oldugu gibi, normalde yamgurluruyla unlu, biz geldigimizden beri sakin Londra havasi, bugun de, bu sefer her grubun (farkli temalar ve farkli uyelerle) ayni proje alani icin Barking'de toplandigi gun boyunca saatte 40 km. hizla ruzgarini ve yagmurunu eksik etmedi.

"Halen dunyanin en buyuk toplukonut alani" olarak tanitildigimiz Becontree Konutlari'ni gezerken, grubun onemli bir kismi ters donen, kirilan ve ucan semsiyelerine hakim olmaya calisiyor, bot giymeyenler sulara girmeden yurumeye calisiyor, biz de Lubnanli Lea'yla Louise Attaque'in Lea sarkisini tercume edip, sozlerini tartisiyorduk. Daha sonra, onemli bir kentsel donusum projesinden gecen Barking mahallesinin merkezini gezdikten sonra saat 11.30 gibi okula donmek icin yollandik.

Barking, Londra'nin dogusunda, St. Pauls'e yaklasik 9 mil, Trafalgar Meydani'na 11 mil, nispeten merkezi bir yerde yasayan herhangi birine de "oha be kardesim! gidilir mi oraya bu yagmurda?" uzakliginda, Londra'nin dogusundan kivrila kivrila Kuzey Denizi'ne acilan Thames Nehri'nin kuzey tarafinda, "bu sehri daha da yogunlastirmamiz, butun tasini topragini urban'lastirmamiz gerekir diyen" vali Ken Livingstone'in cilgincasina yatirima actigi bolgede kalan bir ilce. Yogunlugu halen Londra yogunlugunun (ki Londra, dunyanin buyuk sehirleri icerisinde yogunluk bakimindan kat be kat dusuktur) altinda olan bir bolge. Iki katli, terasli, birbirinden bagimsiz Georgian ve Edwardian tarzi evlerle domine edilmis bir mimariye ve eskiden Ingiltere'nin en buyuk endustri merkezi olan Ford fabrikasinin da bulundugu ve istihdamini saglayan mavi yakali beyaz isci sinifi ile, kalabliklasan gocmen demografisine sahip bir yer. Bu donem, 5 farkli tema ile (nufus; cografya; tipoloji ve yogunluk; cevre; yatirim) yaklasacagiz bu bolgeye.

Bel alti esprilerin nasil olduysa girla gittigi eglenceli ve kalabalik bir ogle yemeginden sonra (gene LSE'nin geri kalanindan kendini bir sekilde izole etmis 'sehir tasarimci, sosyal bilimci' grup olarak takildigimiz...) saat 3te bir konferans dinledik, ve ben kendi grubumla birlikte bizim grubu yoneten hocalarla toplanti yaptik. Ilk donemki nispeten ilginc grubumdan sonra, bu donem cok daha belirgin ozelliklere sahip, 29 yas ortalamali sinifta 39 yas ortalamasi ile 'olgun' sinifina giren bir gruptayim:

Caroline: Mimar, Ingiliz. 40 yili askin bir suredir mimarlik yapiyor, az ve ufak proje, bir donem ugrastigi ufak bir ofis ve daha fazla akademisyenlik kariyeri var.

Monica: Tarihci, Arjantinli. Buenos Aires, Berlin ve Portsmouth'da yasamis. Halen Portsmouth universitesi'nde ders vermekte.

Paul: Mimar, Amerikali. Aslen Idaho'lu Paul, hayatinin onemli bir kismini, egitimini de gordugu Denver'da gecirmis. South Park seviyor, halen gelecek secimlerde Demokratlara mi Cumhuriyetciler'e mi oy verecegini kestiremedik.

Hocalarimiz ise Adam Caruso ve Florin Z. (soyadini hic soylemedi sanirim, adindan bile emin degilim). Kendilerini soyle tanittilar:

Adam Caruso
(zaten ilk donemden taniyorduk biraz): Merhaba ben Adam Caruso, mimarim, ilk donem Zurih'teydim, bu donem Berlin'den gelen ve Londra'daki ofisimizde de beraber calistigimiz Florin ile birlikte bu grubu yonlendirecegiz.

Florin Z: Merhaba, ben Florin. Mimarim, Berlin'de hocalik yaptim. (nokta. yani 'Alman'im ben diyor...)

Evet, tam da Florin'e 'Berlin'de hangi universitede ders verdiniz?' diye sordugumda, 'Guzel Sanatlat' demez mi? Bir an 'biliyor musun?' diye sordu da, benim de heralde:

"Sorma hocam ya, bu yanindaki Adam Caruso'nun da calistigi ETH Zurih'te bir yakin arkadasim var, gecen oradaydim hatta.. Hah, iste onun da zamaninda basgoz ettigi bir kiz arkadasim olduydu da, o da senin okulda, UdK Berlin'de okuyordu iste, arada gelip gittigimde ugradiydim size de..." diyecek halim yoktu ya, zaten kim inanirdi canim buna?

Velhasil kelam, Adam Caruso aldi sazi eline ve aslinda kendisinin de tam olarak nasil yapacagimizi bilmedigi metodlarla bu 'tipoloji' hadisesinden ne anlamamiz gerektigini ve kendisi icin neler ifade ettigini anlatti bize 1 saatte, konferans gibi gecen toplantimizda. Ondan dinleyelim...

---
Tipoloji - bir binanin yapisi ve onun sosyal yaptirimlarinin butunudur...

Mimari ile (modern mimarlarin megaloman hatalara dusup dusundugu gibi) butun bir sosyal yapiyi degisteremezsiniz, ama kesinlikle sosyal yaptirimlarini incelememiz gerekir..

Ingiltere'de mimari projeler tipolojiye sadik kalinmadan yurutuluyor, artik sehir tasarimi diye bir sey kalmadi..

Apartmanda yasarsaniz komsularinizla farkli bir iliskiniz olur, villada yasarsaniz koydeki insanlari tanimayabilirsiniz bile. Tipolojilerin farkli acilimlari vardir..

--- Bunun gibi soylemlerle baslayip, birkac kitap ismi verip, daha sonra bizden once kendi proje alanimizi iyice anlayip sonra uluslararasi bir icerikte, baska bir sehirle (Zurih'i tavsiye etti) karsilastirmamizi istedi.. Nasil yapacagimizi beyefendi de bilmiyor henuz, biz de...

Zaten bu Adam Caruso ilginc bir insan. Quebec'li bir mimar kendisi, ama 24 yildir Ingiltere'de yasiyor, ve bir ayagi da Zurih'te. Adam Barbican'da oturuyor. Barbican, Londra'nin finansal merkezi ve Londra'nin kuruldugu yer olan City of London bolgesinde yer aliyor. Simdi, eger pek sevgili valimiz Ken Livinsgtone'a inanirsak, "Londra, halen Avrupa'nin finansal merkezi ve dunyanin da finansal baskentlerinden biri", o halde Barbican da Avrupa'nin finansal merkezi oluyor ki, zaten Barbican'da insanlar oturmaz. Barbican'da calisilir, ise gidilir, bir de Barbican Centre diye onemli bir sanat merkezi var. Ama, London Wall denilen pek acayip, ve her gittigimde tuylerimi urperten mimariye sahip bir ofis kompleksi var, The Wall falan orada yani... Barbican'da oturulmaz.. Iste bu adam Barbican'da oturuyormus, boyle birkac bin deli oturur zaten orada.. (biraz da parali olman gerekiyor...)

Toplanti boyunca ve toplantidan sonra da, fotografin ve projemize eklemleyecigimiz gorsel boyutun oneminden bahsetti. Londra'daki mimarlari pek begenmiyor. Sabah alani gezerken, "Londra'da insanlarin yasamini dusunen mimar kalmadi, Richard Rogers* da valinin mimarlik danismani oldu ama o insanlar icin bina yapmaktan anlamaz ki" dedi.

[
*Richard Rogers: Bu onemli mimar ayni zamanda londra valisi ken livingstonein mimari danismanidir.
Bir zamanlarin thatcher'a kok sokturen azili 'kizil ken'i, blair witch'ci, orta yolcu, 3. yolcu, emmeye gomeye gelen isci partisi'nin 2000'de tekrar (bu sefer gla) ismiyle kurdugu londra 'belediyesi'nin basina, serbest secimleri bagimsiz aday olarak kazanip, daha sonra tekrar 2004'te isci partisi adayi olarak tekrar secilmesi ile rogers'i da mimari danismani yapmistir. bu surec boyunca, 'muhafazakar parti, fak yu' tandansindan 'tabii ki ozel sektorle calismaliyiz, onlar ne istediklerini biliyorlar' (ve para onlarda) sularina akan livingstone'in, 'benim isim 'paranin dondugu' yerleri insa etmek' olan rogers'i da danismani yapmis olmasi cok sasirmadigimiz bir londra gercegi olmustur.
]

Bizim okulda da hoca olan ve LSE Urban Age'in kurucularindan olan mimar Ricky Burdett sorulunca da "Ricky icin en dogru tespiti Rem Koolhaas yapmisti. Kendisine 'Ricky, 15 yildir Londra'da sozunu gecirebilmek icin guc topladin, lobi yaptin, simdi bu gucun var, ne yapacaksin? demisti de Ricky "bilmiyorum" deyip gulmustu"....

"Ilahi adamsin Adam" dedik icimizden, Adam da, bize, saat 18.50'de biten toplantimizdan sonra, studyoda, flash disk'inde bulunan bir fotograf sunumunu gosterdi. Sehir fotogracilarindan, Andreas Gursky islerine, endustriyel alan fotografcilarindan, 50 yasindan sonra kendi vucudunun fotograflarini cekmeye baslayan unlu bir kuratorun islerine kadar 23 farkli yorumu gosterip, "iste, boyle bir seyler yapabilirsek cok guzel olur" dedi, ve heyecanla ve mutlulukla (ve bugun Fizzy'nin cok guzel gozlemledigi uzere, yuzunden hic eksilmeyen 'hey bu yaptiginiz is guzel degil ve nedense bundan biraz tiksindim' bakisiyla) birlikte veda ederken, bizi de, bu uzun gunu de bitirdi...

Bir iyi haber olaraktan, gun icerisinde bir ara, Lea'nin da israrli calismalari sayesinde, simdiye kadarki ve bundan sonraki yolculuk masraflarimizin karsilanabilecegini ogrendik ki, zaten o sirada, yeni ogle yemeklerini yemis, butun sabah ruzgar ve yagmurda yurumus, artik kafasi duzgun calismayan bunyeler olarak cocuklar gibi sevindik, ciglik attik, bagirdik bu habere. Hatta 3 kere 'tesekkurler Lea ve tesekkurler Fran' bile demis olabiliriz bu esnada.

Ben de buraya kadar yuzup gelenlere selamlarimi ileterek yazimi bitirsem iyi olacak sanirim...

Friday, January 11, 2008

denizasiri

Gozune bir turlu uyku girmiyordu. Hasta yatagindan dogruldu, sehrin turuncu isiklarina bakti, gunesin dogmasina halen 1-2 saat vardi. "Yazin ne kadar uzun olacak gunler" diye dusundu, "bari gunes de olsa..."

Ibo'nun evinde sabaha kadar oturup balkonda muhabbet ettikleri gunu hatirladi, sonra birazcik uyumustu da, ertesi gun ayni balkondan komsularin balkonda kuruttugu camasirlari bakip guneyleri dusunmustu. "Kafe X kacta kapamistir acaba bu gece, Neslihan calisiyor mu acaba hala orda, Feyza Abla nasildir?" diye dusundu... Simdi bir anda hocalarina atmasi gereken email geldi. Bu donem aldigi derslerden biri icin yapacagi kucuk grup sunumunu Hamburg'daki kent projelerinden biri (Hafen City) uzerine yapmak istedigini soylemesi gerekiyordu. Donem boyunca da ETHZ'de studyosu olan Adam Caruso ve Berlin'den getirdigi bir mimar ile calisacakti, daha az deneyimi ve bilgisi olan tipoloji ve mimari doku hakkinda, 5. Zone'da calisacaklari proje alaninda... Almanya'yi dusundu.

Rayd da ayni odevi secmeyi dusunyordu. Nasil da gecen donemin sonunda farketmislerdi tanismalarindan tam da 1.5 yil once, Dunya Kupasi Finali'ni ayni sokakta seyrettiklerini... O gece bir asagi, bir yukari yuruyup, surekli dondurma yemisti, Almanlar sokakta Italya'nin sampiyonlugunu kutlarken, polis gelip dagitmisti herkesi Sternschanze'den... Ibo birazdan dukkani kapatmisti, vedalasmislardi, ertes gun ogleden sonra Munih'e, oradan Zagreb'e, oradan Turkiye'ye geri donmustu... Simdi gozunde canlandi o daglar tepeler, hasta yatagindan kendini pencere kenarina zor atarken. Yutkunmak istedi, tukurugu bogazinda gemici halati atar da canini yakar diye vazgecti, tuvalete gitti.

Ertesi gun ogleden sonra ayilabildi ancak, "alisveris planimi ertlemeyeyim" dedi, cuma gununu de harcarsa, haftasonu kalabaligina hic gelemezdi. Zaten bunca yildir, alisveris yapmayi yeni yeni ogrenebilmeye baslamisti. Kendisinden cok ablasina aldi, ama iPodlara goz gezdirirken, Coldplay'in Speed of Sound videosuna daldi... Video aldi onu, bu sefer 2.5 yil oncesine goturdu, yadigar discmaninde, o yaz icin yazdigi "special mix"lerden birinde Speed of Sound'u dinlerken anahtari bulamayip, 40 derece gunesin altinda Salamanca'da kaldigi apartmanin kapisini acamazken terledigi anlara goturdu. Calle Rosario'nun hemen karsisinda, ismini hatirlayamadigi sokakta, yan apartmanin avlusuna bakan penceresini hic acmadigi odasini, ve butun bir hafta boyunca kimse gelmedigi icin 4 oda 1 salon tek basina oturdugu, eski mobilyali evi hatirladi.

Buyuk camli magazadan disari cikti. Basarili bir planlama ornegi olan, Haussmann'in Paris'inden eksigi degil fazlasi olan Regent Street'e cikti, hava kararmis, yagmur baslamisti gene... Eve gidip ustunu basini degistirdikten sonra, geceyi Soho'da bardan bara gezerek gecirdi.. Ertesi gun, gunesli havada turistlere calimlarini atip Camden Town'a attilar kendilerini arkadasiyla. 2. el kiyafetler, punk magazalari, sokaklarda cumbus... "Koskoca pazaryerlerinde bile butun yemek standlari Hintli, uzak dogulu, orta dogu, Arap vs... Neden kendi yemekleri yok?" diye hayiflandi. Almanya'da olsa wurst'cu olurdu her taraf, Belcika'da patates kizartmasi kokardi belki, Fransa'da saraplar olurdu standlarda bir yerlerde mutlaka. Evdeki yemeklerin tadina da doyum olmazdi. Once Christiania'yi animsadi, sonra Aarhus'ta oturdugu, her gun bisikletle gidip gelmek icin cenesinde donan tukurukler esliginde 14 km. pedal cevirdigi evini de hatirladi, Umit Abi'nin pizzalarini ve gece yazin basinda ondan aldigi beklenmedim mesaji, sonunda dogan cocugunu... Bogazindan agri da azalmaya baslamisti ya, cumartesi aksamini sukunet icinde evde gecirmeye karar verdi.

Pazar Wim Wenders cikti sahneye, 1974 yapimi "Alice in der Staedten" ile once Amerika'yi, sonra Nordrhein-Westfalia'yi gezdi tekrar. Butun hafta kabaran Almanya ozlemi depresti gene. Berlin'de dogup buyuyen, son 4 yildir Hamburg'da yasayan Rayd "ayy, hayir, hic ozlemedim bile ben!" demisti halbuki haftaicinde... Carsaflari da yikamisti bugun, haftaya baslayabilecegi temiz coraplari da vardi, gunesli, yagmurlu, gezmeli, tozmali, muzikli ve filmli bir haftasonu iyi geldi, hastaligi gecmisti. Sezen Aksu koydu, "asigim o kadina, ondan daha seksi bir kadin gordun mu seni hic?" derken bira bardagini heyecanla sallayan Hamburg'lu o unlu arkadasini animsadi, biraz Ege havalarina ozlem duydu, hafif bir nostaljiyle yazmaya koyuldu.

Tuesday, January 08, 2008

Foca'da calinan kimligimi burada buluyorum..

Gecen gunku polis olayindan sonra dun aksam da Bankside House kafeteryasinda yasanan bir olay, bana kim oldugum ve bu dunyaya neden geldigim hakkinda cesitli ipuclari verdi.

Yemegimi almis, kasayi yonelmis, parami denklestirmeye calisiyordum ki, kasadaki bayanain Ispanyolca “Ispanyolca biliyor musunuz?” sorusuyla irkildim. Farkli bir lisanla karsilasinca yasanan kisa afallama surecinin akabininde neredeyse, Ingilizce degil de, Turkce cevap verecektim ki, agzimdan sessizce bir “Si.” cikabildi. Ispanyolca devam eden diyalogun geri kalani soyleydi:

Kasadaki Bayan: Neredensin?
Ben: Ispanyolca konusulan bir yerden gelmiyorum aslinda...
A, ama gayet iyi konusuyorsun Ispanyolca’yi. (Yahu daha iki kelime etmedim ama....)
Yok canim, tesekkur ederim. Turkiye’den geliyorum ben.
Ben de Kolombiya ya da Venezuela’li olabilecegini dusunmustum, ya da...
Ya da Meksika mesela? (Sanirim boyle soyleyince Meksikali oldugumu sandi bir anda.)
Hmm. Ee, neresinden?
Neyin neresinden? Turkiye’den geliyorum ben (Kafam karisti)
Ailende veya atalarinda bir Latin Amerikali olmadigina emin misin? Annen, baban?
Yok, yok, hayir, sadece Turk’um ben. Yani, tamamen Turk (milliyetci bir tonda soylenmemisti aslinda.)
Aaa, cok guzel Ispanyolca konusuyorsun ama...
Yok canim, hay Allah (bunu Turkce mirildandim), tesekkur ederim.

Iste, yavas yavas anlamaya, kendime gelmeye baslamistim. Once polisin ‘uyusturucu alisverisi mi yapiyordunuz siz?’ sorgulamasi, daha sonra da bu iyi niyetli, masum ama gercekleri bir tokat gibi yuzume carpan diyalog. Benligimi yeni yeni bulmaya, kendimi yeni yeni tanimaya baslamistim. Ben Kolombiyali bir uyusturucu kacakcasiydim!!

Baslarda severek, benimseyerek takindigim bu kimlik ile, sanki bambaska bakislarla izleniyormusum hissinin de tadini cikararak yemegimi yedim ve orayi terkettim. Ama, butun bunlar kafamda yeni soru isaretleri olusturdu. Nereden geldim, burada ne isim vardi?.. Gecmisim ve belki de gelecegim hakkinda ogrenecegim cok sey vardi sanirim. Her ne sebeple olursa olsun, benligimi, kimligimi kazanmaya basladigim icin dogru yerde oldugumu hissediyordum...

Sunday, January 06, 2008

Londra'ya hosgeldin. Ayakkabilarin ne renk?

Karsimizda iki adet vinc, tepelerinde kirmizi isiklari, hemen saglarinda Gherkin ve o en uzun, cirkin olan, ama bu gece onun da tepesi yesil ve morla aydinlatildigi icin guzel duran bina. Sol tarafta St. Paul's un tepesini goruyoruz, alt kismini Southwark Bridge kesiyor. London Bridge eski ihtisamindan cok uzak, ama kirmizi double-decker lar gectikce uzerinden, Londra butunlugunu olusturuyor onumuzdeki manzara. Thames sakin, gunluk gel-git rutininde sanirim sira 'gel' deydi, su seviyesi cok olmasa da, yukselmisti. Birkac gecedir fink attigim Bankside civarinda gerceklesen bu geceki hikaye de boyle bir atmosferde cereyan etti.

Persembe aksami vardigimdan beri, detaylarini vermeyecegim gizli hikayelerin de konusu olan bu nehrin guney yakasi, su sessiz sakin yurt odamdan cikmamdaki en buyuk engel. Londra'nin bu surekli gelisen ve zenginlesen bolgesi, sakin aksamlarda yuruyus yapmak icin o kadar guzel ki... Gecen donemin son gunlerinden birinde, video gosterimlerimizi yapip, sinifca sarap icmeye, oradan da sarhos olup dans etmeye giderken, Covent Garden'daki Wagamama 'lokanta'sina ugramaya karar verince, yilbasi hediyeleri gibi uzerimize boca ettikleri 'bedava yemek' kuponlarindan sebeplenmeye karar verdik nehrin guney yakasindaki Wagamama'da dun gece. Once guzel bir yemek, yaninda guzel bir Japon birasi ve sarapla devam edilmeye karar verilen bir cumartesi gecesi...

'Gelirken sag tarafta, nehir kiyisinda kalan guzel bir pub gordum, gel oraya bakalim' teklifi uzerine Thames Inn'i kesfettik. Isiticilarin altinda, sarapin da isiticiligi ile az once tarif ettigim manzarayi izlerken keyiflenmeye baslamastik Mehmet Can'la. Yanimizda sanki yuzyillar once Viking istilalari ile buraya gelmis de demirlemis, yillardir ozlemini duydugu Thames'in sulari ile beslenen ama onundeki kilitli kapinin arkasindan ona kavusamamanin hasreti ile yanip tutusan kocaman gemi duruyordu. Bir sise kisa bir surede devirdikten sonra, ufaktan mekani kapamaya baslayan pub'a fazla da zorluk cikarmadan 'sambuca' sohtlarimizi mideye indirip gecenin cilasini da gecmistik ki, London Bridge'e yapacagimiz ufak yuruyus icin yeteri kadar yakiti da depoladik.

Musallat-illet iliskisi ile artik varligina yavas yavas alismaya basladigim arpaciklarimin ezeli dusmanlari sarimsaklarimi satin aldigim Borough Market (pazar)'in yaninda gecerken, daha fazla ne isteyebilirdik heralde diye bile dusunmeyecek kadar keyfe keder bir haldeydik. Ufak bir diregin uzerinde duran bir cift kahverengi eldiveni gordugumde Mehmet Can'in 'biraksak mi? unutan belki geri gelip alir' sozune etik olarak her zaman kendimi yakin hissetmis olmakla birlikte, bunyemde dolasan adrenalin ve alkole balayi hediyesi olarak eldivenleri kendime saklamayi uygun gordum. Hem zaten Mehmet Can'in eldivenleri de vardi. Ama bu tabii ki, eldivenleri birbirimize pas edip, 'al sen de bak abi, ne kadar da guzel degil mi?' dememize engel olmamaliydi. Sonucta her siradan insan evladi arkadasiyla boyle seyleri paylasmaz miydi? Gel gor ki, 'enselenmemiz' de tam bu ana denk geldi.

Gizem'in "Daha Cok Bira"sini yeni bitirdigimden midir nedir, su polis meslegini yurutenlere karsi olan genelgecer hislerimde belli belirsiz bir kabarma olmustu ki, sanki yangindan 'mal' kaciriyormusuz gibi uzerimize hizla yaklasan 4 adet Metropolitan Police adamlariyla burun buruna gelmemiz, seviyeli iliskimize darbe vuracak cinsten bir gelisme oldu. Daha neye ugradigimizi bile anlamadan, 'ne yapiyorsunuz? nereden geliyorsunuz? nereye gidiyorsunuz?' sorularina maruz kalmistik ki, acikcasi Mehmet Can'i London Bridge'e biraktiktan sonra bir ihtimal Peckham'da ugramayi dusundugum bir 'depo partisi' (artik o da ne demekse) oldugunu hatirlayip polisleri davet etmenin mantikli olacagini dusundum. Gecenin bu saatinde gorev pesinden deli danalar gibi kosturmak eminim ki onlari da yormus olmaliydi ve guzel bir partiye 'hayir' demezlerdi heralde.

Tam bu sirada, polislerin yanina hafif siritkan kellesi ve belinde kelepceleri (onemli detay) ile gelen sivil giyinimli bir tipsiz yaklasti. Kafamiz guzeldi evet, ama polisle sanki gayet gayriresmi bir muhabbeti varmis ve olan bitenden habersizmis gibi davranan bu dallamanin, tam da bizi izleyip ele veren serefsiz oldugunu (sifatlara dikkat, burada bir yerde negatif akim olmus olmali) anlamayacak kadar da zom degildik. Allah bilir ya, o eldivenleri de oraya belki o herif koymustu. Ha tabii, soylemeyi unuttum. Polis beyler eldivenleri birbirimize verirken, 'uyusturucu alisverisi' yaptigimizi dusundukleri icin, "Londra'yi teroristlerden temiz tutalim, 29 kupona terorist kovucular kapinizda" kampanyasi dahilinde, Stop and Search yontemiyle bizleri aradiklarini ifade ettiler. Butun sorgulamalarini not aldiklari ufak mavi kagida goz atarken, bir yandan da beni arayan sisman beyaz Ingiliz'in 'uzerinde uyusturucu var mi?' sorusuna yanlislikla 'valla bende yok, ama sende varsa bir fiyat konusalim' dememi beklemiyordunuz heralde? Pekala o guzel kafayla, herifin suratinin ortasina yumrugu caktigim gibi Mehmet Can'a 'kos olm' uyarisini yaptiktan sonra kendimizi Thames kenarinda, icinde, dibinde vs.. bulmak gibi bir niyetimiz de yoktu henuz. Zaten Mehmet Can'i arayan melez Ingiliz polis yeniyetme bir sey olacak ki, pek bir kibar ve utangacti.

Etnik kimligim soruldugunda 'cevap vermek zorunda miyim?' sorusuna 'hayir' cevabini ilk defa aldigimda, 'keske bastan ismimi falan da soylemeseydim' diye dusunmek icin cok gecti bile. Adam kafamdaki sapkadan uzerimdeki ceketin rengine kadar her seyin notunu aliyordu. Bilmiyorum tarzimi begenmis miydi ama 'ayakkabilarin ne renk? Kirmizi mi kahverengi mi?' diye sordugunda agzimdan sadece 'Inan ben de bilmiyorum, 6 yil once aldigimda kirmiziydi, cok begendiysen kiralayayim sana' laflari cikabildi. Yaklasik yarim saat once Mehmet Can'la 'ayakkabiya para oderim abi' temali tartismamizda Adidas ayakkabilarin kalitesinden dem vururken, bu yarmanin (sifata dikkat, galiba gene adam sabrimi tasiriyor) da bu soruyu sormasi pek manidardi.

Velhasil kelam, soygunlari, kapkaclari ve bir zamanlar dillere destan fakirligiyle unlu guzide semtim Southwark'in polisleri ellerindeki not tutma islerini tamamlayip da, birer imza karsiligi bize de birer kopyalarina verince bu kagitlarin, o zaman haklarim ve onlarin haklari hakkinda biraz daha bilgi sahibi oldum. Daha sorgulama bitmemisti ki, biraz da ben bunlari sikistirayim diye dusundum. Megersem, uniformali polislerin uzerinde adlarini belirten bir ibare olmaliymis, ismini zahmet ile ogrendigimiz Lee isimli bu sismanin uzerinde herhangi bir yaka karti bulamayinca, piskin piskin 'ehem, bu yeni uniformalarda vermediler yahu' bahanesini mazur gormek durumunda kaldim. Sonucta kafamiz guzeldi ve daha sakin bir dunya istiyorduk.

Su meshur kagitta da yazanlar soyleymis:

Protecting you (Londra halkini kastediyor) from terrorism (bizi kastediyor olabilir)

London has been the target of some of the worst terrorist attacks in Britain and we must all be alert to, and aware of, the risk of terrorism. Our succesful strategy (bize yaptigini kastediyor heralde) against terrorists has included taking away their element of surprise (inanin bu kadar suprizlerle dolu oldugumuzu biz bile bilmiyorduk).

Isaretledikleri siklar ve yaninda verdikleri diagrama gore biz su tanimlara maruz kalmisiz:

Stop Code: To investigate suspected crime/disorder/anti-social behavior
Search Code (adamlar stop u ve search u bile ayirmislar): Drugs (s23, Misuse of Drugs Act)
Outcome Code: No Further Action
Arrest Code: -

Identity Code: simdi burada adam 0 mi yazmis 6 mi yazmis anlayamadim
Zira 0 = Not recorded/unknown
6 = Arabic or North African

Evet tamam geceydi, anliyorum, ama inanin (ki beni bilen bilir) o kadar da karanlik degilim.

Mehmet Can, burada sana donup, hangi rakamla kodlandigini ogrenmek istiyorum...

Benim polis 'arama nedeni'ne ilkokul odevi tadinda yazdigi kucuk metinde, 'Baska bir adamla (Mehmet Can, burada seni kastediyor), pasajda dururlarken, ve onun cebine bir sey yerlestirirken goruldu (bu detaya girmek istemiyorum)' demis bir de utanmadan 'Yere plastik bir torba' birakti diye uydurma bir satir eklemis. 'Ilahi' dedim tam onlar da bize 'gecenizin geri kalaninda iyi eglenceler' derken, 'sikmayin boyle ufak seylere caninizi, bu dunya boyle minik gerginlikler icin fazla guzel'. Tabii 'Olur boyle hatalar, Turk polisi yakalar' ozlu sozuyle muhabbetimizi noktalandirmayi dusunuyordum ki, karsimdakinin Londra polisi oldugu bir anda aklima geldi, silkindim, kendime geldim. Eldivenler de yanimiza kar kalmisti, Mehmet Can'la birer tane ani olarak paylastik, cumartesi gecesi, arkamizda London Bridge, yanimizda gorkemli Southwark Cathedral, arabalarina binen polisler ve ispiyoncu herif, kendi derdinde Thames, ayagimda yillarin eskitemedigi ayakkabilarim vardi. Keyfimize diyecek yoktu, Peckham'daki ne oldugunu bile anlayamadim 'depo partisini' de siktir ettim. 'Hey Londra sen nelere kadirsin' diyerek Mehmet Can'i metro duragindan evine ugurlarken, eve donusumde, nehir kenari yuruyusumde yol soran iki kiza yolu tarif ettim, hem de eldiveni taktigim sol elimi havaya kaldirarak.