Thursday, October 04, 2007

"Londra'da metrolar Eti Puf kokuyor" dedi

Perşembe günü şehre varıp, cuma gününün tamamını Tate Modern'da geçirince, ancak bu hafta "geç kayıt" yaptırabilerek, bir zamanların sosyalist okulu LSE öğrencisi olduğuma dair herhangi bir belge (afilli bir öğrenci kartı) sahibi olabildim. Salı günü programımın (City Design & Social Science) tanıtımına geldiğimde, ne önceki "takım elbiseler içinde parti yapan insanlar" ne de son birkaç gündür rastladığım "okulun ilk günlerinde cıvıl cıvıl dolanan lisans öğrencileri" veya "Hintli, Pakistanlı azimli sosyal" güruha rastlamayacağımı düşünüyordum. Tam da beklediğm gibi, farklı yaşlardan, yerlerden ve arkaplandan gelen 18 kişilik bir grup insan, kampüsün biraz izole bir bölümünde, "sağlık ocağı" binasının yanında toplaşmıştık. Zaten sabah 6'da kalkıp saat 7'de soluğup göçmen bürosunda alıp 3.5 saat içerisinde "polis kaydı"ma sahip olduktan sonra, güne erken, huzurlu ve rahat başlamıştım. İnsanlarla tanışmak için kendimden beklemediğim derecede bir heyecan ve meraka sahiptim. İşte bu senenin City Design programı öğrencileri profili:

önce, meslek sırasına göre:

Hukuk, İktisat, Mimarlık, Sosyoloji, Coğrafya, Mimarlık, İşletme & Film, İnşaat/Proje Mühendisliği, Mimarlık, Matematik, Mimarlık, Mimarlık, Mimarlık, Mimarlık & Tasarım, Tarih & Kültürel Çalışmalar, Şehir Planlama, Toplumsal ve Siyasal Bilimler (Ben!), Siyasal Bilimler

tanışma sıramıza göre masanın bir ucundan diğer ucuna bu mesleklere sıralanan öğrencilerin yaş yelpazesi de epey genişti. Heralde 22'lik ben ortalamanın epey altında kalırken, bir kısmı Architectural Association'da öğrencilik/öğretmenlik, Hindistan'da belgesel yapımı, 20 yıllık bir mimarlık geçmişi gibi mesleklere ve geçmişlere sahip olan grubun "genç" kitlesinin yaş ortalaması muhtemelen 26-28 arası bir şeydi. 3 ay önce doğan çocuğunu Japonya'da bırakıp gelen 31lik abi ve 40 ile 50lerine merdiven dayamış iki "teyze" de grubun nispeten ağır topları.

Tabii coğrafya olarak Amerika'dan Japonya'ya, Hindistan'dan Meksika'ya genişleyen bir çevre de, içinde bulunduğum bu yeni topluluğu ilgi çekici kılan diğer bir unsurdu.

Özellikle mimari ve dizayn eğitimleri/deneyimleri olanların çoğunluğu "ürettikler proje ve eserlerin çalıştıkları çevredeki toplumlar ve olaylar üzerine etkilerini" biraz daha iyi anlayabilmek için buraya gelmişlerdi. "Kentsel dönüşüm" ile ilgili iktisatçı (yarı Ürdünlü, yarı Amerikalı, yarı Filistinli 1.5 insan) ve "şehri daha iyi anlamak isteyen" kinayeli Hintli de bu programın onlar için ideal olduklarına karar vermişlerdi. Sanırım hocalar, bu ilginç insanlar hakkında not alırlarken, ne halt yediği konusunda hala belirgin fikirlere sahip olmayan benim hakkımda bolca boş satır ve soru işareti ile dolmuş olmaları gerekiyordu.

2 saatlik farklı derslerin tanıtımı, ana dersimiz (City Design) ile ilgili bir girizgah ve dakika bir gol bir ödevi (Foundations of Urban Studies dersi için) ile günün ilk bölümünü sonlandırırken, kırmızı yaka kartlarımızla (tanışma için) bağlı olduğumuz Sosyoloji Departmanı'nın geri kalanı ile kaynaşmak, bedava şarap içip kanepe atıştırmak için ana binanın 5. katına doğru yollandık.

Akşamın geri kalanı, bedava şaraplarla başlayan, Mehmet Can'a ev hediyesi olarak götürdüğüm votkalarla devam edip, gereksiz bira tüketimiyle doruğa varırken, "herkesin gitmesi gereken" ilk LSE partisinde sonra kendimi metroda Southwark durağına gitmeye çalışırken, ilkinde hattın sonuna gidecek kadar ciddi, toplamda 3. denemenin sonunda Southwark'dan bir durak ötede London Bridge'de metronun kapanmasıyla birlikte evime yürür halde bulacak kadar denyo bir sızma süreci olarak vuku buldu. Bugün "olsam iyi olacaktı" derslere, vücudumun "yeter be" isyanları karşısında yatağımdan katılamadığım için hayıflanırken, bugün İngiltere'ye gelip benimle aynı yurda yerleşen Ferda'nın telefonuyla yerimden zıplayıp sonunda saat 4 gibi kendimi dışarı atabilerek gecenin teferruatını ucuz atlattım sanırım. Zaten sonra, okuldakiler de "fazla bir şey kaçırmadın" diyip, hoca da "yarına iyi ol gel, başka bi şiy lazım değil"i ekleyince çok da fazla endişelenecek bir şey olmadığını anladım. Sanırım, bu ufak kazayla birlikte aynı Danimarka'daki gibi, burda da su yerine içmeye karar verdiğim şeylerin dozajına dikkat etsem iyi olacağını erkenden anlamış oldum.

Bartlett'te gitmediğim programın hocalarından okumalar olduğunu öğrenip, ETHZ, EPFH gibi okullardan hocaların da programımıza teşrif ettiğinden haberdar edildikten sonra, 23 Ekim'de bizim programın, "LSE Public Events"in parçası olarak, gene son anda başvurmaktan vazgeçtiğim Research Architecture (Goldsmiths)'den Eyal Weizman'ın (http://roundtable.kein.org/user/3) "Architecture of Israeli Occupation" hakkında konuşmasını organize ettiğini öğrenmem de günün sevindirici haberlerinden biri oldu.

Taşınma telaşı, akademik telaş, sosyal karmaşalar derken 1. haftamızı kapattığımız bu Londra'da bol güneşli, yağmurlu, sisli ve rüzgarlı bir havayla şimdilik sizlere veda ediyorum. Burada öğrenci yurtları kremalı pasta, metrolara Eti Puf kokarken, sıradan bir İngiliz kahvaltasında vatandaşlar, tatlı fasulye, yumurta, mantar ve yağlı sosis yiyorlar, Primark'ta 6lı havlu takımı £5, nevresim takımı £4'a satılıyor, Chinatown'da ucuz Çinci'de yemeğinizi yedikten hemen sonra Leicester Square'de karşınıza bir gala, gala sayesinde bir adet Michelle Pfeiffer ve "Kate Moss'la kahve içiyorlarmış, belki beraber gelirler" dedikodularına adı karışıp ortalara çıkmayan bir Sienna Miller çıkabiliyor ve Westminster köprüsünden Big Ben ve Londra'nın geri kalanı çok güzel gözükürken, ne hikmetse kimse oltasını sallayıp Thames'ten çamura bulanmış güzellik banyosu yapan balıklardan tutmaya çalışmıyor.

2 comments:

gülben said...

bu yazı süper olmuş bence..dili, akıcılığı süper..ingiltere sana yaradı mı ne? :)

Unknown said...

saol canım =)
yeni bir yer, yeni olaylar, karakterler, e elbet bir şeyler katıyordur sizler kadar olmasın. Danimarka'da da benzer bir süreçten geçmiştim, "aman bitmesin" diyelim ne diyelim.