Wednesday, November 21, 2007

a b i

Robert Kolej yemekhanesi, yıl ya 1999 ya da 2000, hadi bilemedin 2001.

Yanlış hatırlıyor olmayayım, 5 Türk bilim insanı yemeklerini yerken yeni bir formülle bilim dünyasına katkı yapma aşamasındadır. Ömer Çavuşoğlu, Ege Duruk, Seçkin Güneş, Ahmet Can Kuyumcuoğlu ve Ömer Tuğlu bir yandan her zamanki gibi Ahmet Can Kuyumcuoğlu'nun yemeğini bitirmesini (veya bitirememesini) beklerken, bir yandan derin bir tartışmayla matematik, fen ve sosyoloji bilgilerini harmanlamaktadırlar:

"Abi, bunun belli bir "sabit"i var. 3 parametreye dayanıyor":

hatun sabiti= Availability x Beauty X Intelligence

Sosyal Darvinizm'i öğrenmeyi bırak, Biyoloji dersini zar zor veren Ömer Çavuşoğlu isimli genç öncelikli olmak üzere, henüz hayatın sillesini yememiş, önlerindeki tabaktakileri bitirmekle meşgul bu genç adamlar, önergenlik ve ergenlik dönemlerinin en önemli sorunlarından birini formülize etmiş olduklarının düşünmenin sevinciyle dersliklerine doğru yönelirler... (A B İ teoremini geliştirirken, örnek olarak alınan bayan arkadaşların isimleri hiçbir şekilde açıklanmayacaktır...)

O günden sonra bu zat-ı muhteremlerden 3 tanesi akademik hayatlarını Mühendislik dallarında devam ettirmeye karar verirken, bu satırların sahibi, üniversite yıllarını, büyük bir matematik özlemiyle ve "kader"in aslında bir algoritma ve olasılık denklemleri karışımlarından ibaret olduğu üzerine kafa yormakla (Darren Aronofsky'nin "Pi" isimli filmini izleyerek gaza gelmekle) ve bu rakamların ve binlercesinin birbirine bağlandığı ve birbirini bağladığı başka başka diyarları gezmekle geçirdi....

Neyse, sonuçta bu hikayenin üzerinden geçen yıllardan sora anladığım tek şey, bayanları anlamadığım oldu, ama şimdi bunun üzerinde fazla durmayacağım sanırım. Sonuçta, burası bir H.U. köşesi değil ya.

ETH'da geçirilen bir haftasonu, AA'de geçirilen bir akşam seansı, ve V&A (Victoria & Albert Museum)'in RIBA (Royal British Institute of Architects) arşivlerinde geçirilen bir günü de kapsayan koca bir haftadan sonra, 20 Kasım 2007 günü, 5 ayrı projenin toplam 5 saatlik sunumları olduğu bu kutsal günde, saat 8 gibi önce 6 sonra 7 bölümdaş olarak 4 şişe şarabı devirmemizin şerefine, ajandam bana: "bugün, sizin yıllar önce çocukça yaptığınız basit gözlemlere, büyük katkıda bulununa kelli felli bir mimar adam konuşmasıyla katkıda bulundu" diyor:

Gene ETH'dan (bugün bizim sunumları dinlemeye gelen yarı ETH'lı, yarı LSE'li Adam Caruso gibi), gelecek dönem, sağolsun etrafımızı şenlendirecek Kees Christiansen isimli mimar abimiz, bizim bölümdeki mimarların dahi büyük bir soğukkanlılıkla "mimar işte!" diye karşıladığı, sunumunu muhtemelen bugün uçakta hazırladığı, pek güzide şehirlerimizden Hamburg, İstanbul, Amsterdam, Dubai, Bağdat'ta çalıştığı, ama sanki pek de "anlamadığı" projelerini anlattı.

Ahh gözüm, böyle mimar olup da, "insanların yaşama alanlarını şekillendiren" projeler üreteceksen, keşke hiç mimar olmayaydın e mi?

Sonuçta biz de ufaktık, küçüktük, bilemedik, erkek erkeğe heyecanlandık, "abi" diye bir denklem ürettik ama kimseyi kırmamaya, incitmemeye çalıştık. "Formül budur işte" deyip, insanları a b ve i'lerine göre ayırmadık, elele tutuşunca heyecanlandık, öpüşünce sevindik, yalnız kalınca üzüldük. Ama birbirimize döndük, paylaştık, çalıştık, ve inanın günlerce ve günlerce her derse geç kalacağımızı bile bile Ahmet Can'ın yemek yemesini bitirmesini bekledik...

Thursday, November 15, 2007

Derin sulara girmişken..

Zürih'te geçtiğimiz haftasonu başıma gelenlerden esinlenerek yazdığım son blog'dan sonra, dün katıldığım bir söyleşinin de üzerne özellikle Kürtler'in yürüyüşü ile ilgili daha açıklayıcı bilgiler vermekte yarar var sanırım. Önce biraz Zürih gezisinden bahsedeyim:

Yaklaşık bir ay önce Schengen vizem olmadan, İngiltere'de oturma iznim ile gidebileceğim yegane ülkelerden birinin İsviçre olduğunu farkettiğimde, İlkay'ın "gel bir haftasonu, misafirim ol" teklifini "dönem arası kaçamağı" planım olarak belirledim. İyi ki de gittim. Dinlendirici ve keyifli bir haftasonuydu. Zürih soğuktu, kar sezonunu açtım, ama genelde her şey huzurlu, sakin ve aynı anda eğlenceliydi. İsviçre'den beklediğimden ötesi sanırım Zürih, hatta belki biraz güneyli havası bile var evlerinde, dar sokaklarında. Zaten aslen bir Roma kenti, ama Roma şehir yapısını ve mimarisini bulmak biraz zor bu günlerde. Şirin sayılabilecek bir yer, Zürichsee'nin kenarına kurulmuş şehir. İki önemli üniversiteye ev sahipliği yapıyor: Zürich Üniversitesi ve ETH Zürich (İlkay'ın mimarlık eğitimine devam ettiği okul). ETH'nın ana kampüsü Zürih Üniversitesi ile dipdibe şehir merkezinde. Öğrencilik için fena bir şehir değil gibi, ama yemesi içmesi Londra'nın bile iki katı... ETH'nın diğer kampüsü (mimarlık, fizik, kimya vs..) şehrin kuzeyinde, biraz dağ başında. Ama Sabancı gibi değil, gerçekten pastoral yaşamın dibinde, güzel bir dağın başında...

İspanyol meyhanelerinde sangria-tapas ekürileri, göl üzerinde şarap fuarı, gecenin son demlerinin caz tınıları, bol bol yeme içme, biraz kar biraz yağmur, biraz Le Corbusier derken güzel bir 3 gün... Cumartesi gününe damgasını vuran olay ise şöyle gelişti: Ana caddeden nehir boyuna doğru (Bellevue tarafına) yürürken, Kürtçe sloganlar atan ve bayraklar taşıyan bir grubun bizim geldiğimiz yöne, kortej halinde yürüdüğünü gördük. Tek bir fotoğraf çekmiş, grubun geri kalanını izlerken, arkamızdan yaklaşan uzun boylu yüzü yanmış bir adam önce gazeteci olup olmadığımızı sordu, ve daha sonra Türk olduğumuzu anladıktan sonra "uzaklaşmamız gerektiğini" ve "fotoğraf çekemeyeceğimizi" söyledi. Fazla diyaloğa girmeden uzaklaşırken, İlkay'ın ilk öfkesine karşılık sakin olmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Aklıma Kürt arkadaşlarım geliyordu bir yandan, Danimarka'da yanında çalıştığım Türk milliyetçisi Ümit Abi'm, köşedeki İran Azerisi, çocuklarının vesayetini tamamen kaybeden Rıza Abi, memlekette yaptığımız yürüyüşler, Hamburg Sternschanze'de bir köşede birbirine bakan Türk ve Kürt dükkanları ve daha niceleri... Ama bir yandan da, ilk defa seslerini dinleyen bir kitleyi karşılarında bulan ve uzun zaman baskı altında yaşamış bir toplumun herhangi bir mensubuyla bu şekilde bir diyaloğa girdiğimi düşününce işin içinde aslında hiç de kolay çıkılamayacağını bir kez daha hissettim.

Sadece bu olaydan sonra hissettiklerim üzerine daha çok yazmadan önce, dün akşam Aylin'le Londra'da katıldığımız, "Is it time for a free Kurdistan (Özgür bir Kürdistan için zaman geldi mi?)" isimli söyleşiyi aktarayım ana hatlarıyla..

Katılımcılar:
Michael Howard, moderatör (The Independent gazetesi) - MH
Bayan Sami A. Rahman (Irak, Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Birleşik Krallık temsilcisi) - BR
Peter Galbraith, telefonla katılıyor - PG
Kamran Kardaghi (Celal Talabani'nin eski danışmanlarından) - KK
Adel Derwish (gazeteci, yazar) - AD
David McDowall (Kürt tarihçisi) - DM

Kısaca konuşulan konular, ana başlıklar ve kişilerin aktardıklarını iletmeye çalışayım sade bir şekilde..

Peter Galbraith: Şimdiki Irak sınırları içinde özgür bir Kürdistan
Bayan Rahman: Federal bir yapı olarak Kürdistan, ulus-devlet olarak Irak
Adel Derwish: Arapların Filistin için gösterdiği destek neden Kürtler'e hiçbir zaman gösterilmedi? (...)

David McDowall, Osmanlı Devleti'nin çöküş dönemlerinde, merkezci devletin doğudaki toprak ağalarına bıraktığı güçten, toprak ağalıyla yerleşen Kürt kimliğinden bahsediyor... Güçlü bir merkezci geleneği sürdüren Türkiye devletiyle, yerel güçler arasındaki güç çatışmalarından...

BR: 20. yüzyıl boyunca Kürtlere yapılan ayrımcılık ve zulümden bahsederken, Kürt şarkılarının kültürlerinden önemli bir yere sahip olduğundan dem vuruyor.


Konu Amerika'nın rolüne geldiğinde, genelde Irak hükümeti kadar Amerika'nın da son dönemde Türkiye'yle ilgili krizde yeterince akıllıca ve yapıcı hareket etmediğinden söz ediliyor, fakat aynı zamanda madalyonun öteki yüzünde Irak'taki Kürt oluşumunu kabul etmeyen yegane devletlerden biri olarak Türkiye'nin izlediği yanlış politika tartışılıyor.

Genel olarak Türkiye'nin yapıcı bir politika izlemesi gerektiğinden, önce kendi ülkesindeki Kürtler'i ve Irak'taki Kürt bölgesini tanıması gerektiğini tavsiye ediyor konuşmacıların bir çoğu.

PKK konusunda ise herkes hemfikir: "PKK'yı kabul etmiyoruz".

Ama BR önemli bir eklenti olarak, "PKK'yla savaşmayız, daha önce onları silahla yenemedik, ve artık insanlarımız PKK'yla da savaşmak ve onlara "gidin" demek istemeyeceklerdir. Biz dersimizi aldık, ama Türkiye'nin de dersini alıp, PKK'yı silah zoruyla yenemeyeceğini anlaması gerekiyor" diyor.

Genel olarak, Irak'ı temsil eden konuşmacılar, derhal özgür bir Kürdistan'dan söz etmek istemiyorlar. Zaten Irak cumhurbaşkanlığında da kendi halklarından birini görmekten memnunlar. Özellikle Kerkük referandumu öncesi iyice temkinliler. Kerkük'ün Kürdistan'a bağlanmaması durumunda çok önemli bir gelir kaynağını kaybedeceklerini (Kürdistan bölgesinde, veya diğer federal bölgelerde, elde edilen petrol gelirleri gibi gelirlerin yaklaşık yüzde 80'inin Irak Devleti'ne bırakılacağı kanununu da dile getirmelerine rağmen) biliyorlar. Şu anda daha sakin ve huzur içinde görünen bölgelerini, Irak'ın geri kalanından ayırıp gerilim yaratmak da istemedikleri bir gerçek. Ama BR'nin de kendi gönlünden geçeni ifade ettiği gibi "bir gün mutlaka özgür bir Kürdistan görmek istiyoruz", bu ekolün esas görüşü.

Konuşmadan ayrılırken, sorular kısmında sorduğum soru yanlış anlaşılmış olsa dahi, 3 Kürt asıllı (2 genç 1 orta yaşlı) dinleyici bize yaklaşıyor. "Milliyetçiliğin zararları"ndan, PKK'nın konumuna kadar genelde yüzeysel bir iki diyalog paslaşmasından sonra 27 yıldır Türkiye'den sürülmüş bir şekilde yaşayan Kürt gazeteci, bazılarımızın inandığı, bazılarımızın sevmediği, Abdullah Öcalan-MİT-Ordu-PKK ilişkileri bazlı komplo teorilerini, ve gerçek hayattan basit örneklerle betimlediği "köylü yöneticiliği" konseptlerini paylaşıyor...

Tekrar aklıma, yıllarını anavatanından uzakta geçirmiş Kürtler, Türkler, Filistinliler, Cezayirliler, Afganlar geliyor. Tanıştıklarım, duyduklarım, arkadaşlarım... Verdiğimiz anlık tepkiler, sırf bu tepkilerden beslenen kurumlar. Ve sonunda, sadece ve sadece daha çok düşünmemiz gerektiğine, bunu daha çok paylaşıp, aslında hep bildiğimiz ama göz ardı ettiğimiz hikayeleri tekrar tekrar kendimize anlatıp bunların yaşanmaması için bilinçli olduğumuzu birilerine ve birbirimize sürekli anlatmamız gerektiğine kanaat getirebiliyorum. Daha fazlasını düşünüyorum, aklım bazen silahlara gidiyor, bu fikir hoşuma gitmiyor, yollara gidiyor bir yandan aklım, havayı düşünüyorum Kandil Dağı'nın eteklerinde veya Erbil'de veya Şemdinli'de. Elektrikleri olmayan Göynük civarına bir köyde veya Gümüşhane'de. Televizyonunu izlerken karşısına çıkan yüzlerce imge karşısında hep aynı tepkileri vermeye şartlandırılmaya çalışanları, sıkıldığımızda kolaya kaçan kendimizi.

Tekrar bunları konuşmanın, üzerinde düşünmenin, ve şu satırları bile tekrar yazmanın ürettiği düşünce ağını düşünerek bağlantıları birleştirmeden, kapatmadan ama kesinlikle de koparmadan yollanıyoruz soğuk Londra gecesinde, başımızı yaslayabileceğimiz sıcak yastıklarımızın olduğu evlerimize...

Sunday, November 11, 2007

Sınırlar

Sadece birkaç saat önce, polisin bir anlık boşvermişliği esnasında kendimi Fransa'ya atmış olabilirdim. Şu anda Paris'e doğru yol alan bir trenin veya arabanın içinde olabilir, keyfimin istediğince, örneğin 3 hafta sonra Eurostar trenine atladığım gibi Londra'ya gelmeye çalışabilirdim. Muhtemelen, Schengen vizem olmadan kaçak giriş yaptığım Avrupa Birliği Schengen bölgesinden sınırdışı edilir (belki de sadece Fransa'dan), muhtemelen İngiltere'den de kovulabilirdim. Veya, Almanya'ya geçer, tekrar İsviçre'ye döner, hiçbir şey olmamış gibi İngiltere'ye veya Türkiye'ye tekrar uçabilirdim. Eğer İngiltere'de öğrenci olmasaydım, normal bir Schengen vizesiyle İsviçre'ye giremeyebilirdim. Şimdi ise İsviçre'ye vizesiz girebilirken, Schengen ülkeleri için ayrı bir vizeye ihtiyacım var. Çok mu karışık oldu? Basel Havalimanı'ndaki pinekleyen Fransız sınır güvenlik görevlisinin açtığı şu tartışmayı biraz geriye saralım. Belki hiçbir zaman gerçek bir "ulus-devlet"e sahip olamamış Kürt halkına mensup bir grup insanla dün Zürih'te yaşadığımız olayın manasını da daha iyi anlayabiliriz.

İtalyanca, Almanca, Fransızca ve İngilizce konuşuyor olabilirsiniz. Pekala, çok çalışıyor, emek üretiyor ve birçok konuda ortalama bir Fransız veya Alman vatandaşına göre çok daha fazla fikir sahibi olabilirsiniz. Ama Filistin topraklarında doğmuş ve burada yaşayıp ölmeye "mahkum" edilmiş biri de olabilrsiniz. Eyal Weizman isimli mimarın (bkz. "
Hollow Land: Israel's Architecture of Occupation") birkaç hafta önce LSE'de verdiği konuşmadaki örnekteki gibi dört duvarlı sınırlarınızın içinde otururken, kamplarında Foucault okuyup mimari ve kent teorileri üzerine eğitilen İsrailli askerlerin duvarınızda açtığı deliklerden içeriye girmesini ve sizi "ne yapıyorsunuz burada?" diye sorguladıktan sonra "burası bizim evimiz." cevabıyla birlikte odanın öbü tarafındaki duvarınızı delip yandaki eve geçişini izlemek durumunda kalabilirsiniz.

Aynı şekilde, Saddam'dan kaçarken doluya tutulmuş da olabilirsiniz, yıllarca baskı altında yaşadıktan sonra medeniyetin beşiğine kaçmış, orada üçüncü sınıf insan muamelesine maruz kaldığınız insanların açıkfikirliliği sayesinde, size ikinci sınıf insan muamelesi yapan millet, devlet ve kurumlar hakkında tam da size yakıştırıldığı gibi "terörist" diye bağırıyor da olabilirsiniz. Eğer hayatınızın yüzde seksenini gördüğünüz zulümü yenmek uğruna adayabileceklerinizi düşünerek geçirmişseniz, size elini uzatan aynı renkten ve aynı tenden kişinin sadece kimlik kağıdına bakıp onu sırtından vurma refleksinde bulunabilirsiniz. Malesef hepimizin "maddesel kaygılar"dan öte şeyleri düşünecek kadar fazla vakti olmayabiliyor. Yakınını kaybeden birine ne demeli? Ailesinin yarısı parçalanmış olarak dünyaya gelen birinin hissettiklerine, ona öğretilenlere? "Mantıklı" düşünebilmek bütün bunlardan uzak, soyut yaşayabilmiş, kişisel olarak bir "acı"ya veya "deneyime" saplanmamış ama aynı coğrafyadan, aynı kederleri paylaşabilecek derecede duyarlı insanlara nasip olabilir mi? Ya da sadece bunları yaşamış olanlar mı olayları doğru gözlerle tespit edebilirler? Peki, hem yaşamamış olup da, yaşamış kadar "üzülen", "sinirlenen", "tepki gösteren", "korkan"lar? İşte, medya-hükümet-asker işbirliğinin de, çatışmalarının da kaynakları bu yönlendirmeler değil mi?

Eğer kırmızı küçük bir kimlik defterine sahipseniz, İsviçre'de eğtimini sürdüren, el emeği göz nuru ile büyüttüğünüz minik kızınızı sınıra kadar geçirebilir, sabah gazetede "terörist Türk"lerle, sınırsal bütünlüklerini tehdit eten "pis Kürtler"in çatışmasını okuyup akşam evinde süper hızlı Internetiyle çocuk pornografisine dalacak Fransız polis memuruna ufak bir selam vererek, mutlu mesut evinize geri dönebilirsiniz. Eğer, ufak bir pasaport defterinden başka kaybedecek hiçbir şeyiniz yoksa, bu mekandan ve zamandan soyutlanmış, yüzlerce sayfalık Schengen protokollerinin arasından, son 4 yüzyıldır varlıklarıyla medeniyetin beşiği olan ulus-devletlerin yumuşak karnından, hiçbir coğrafya, doğal afet veya "olağanüstü hal"lerin başedemediği sınırların ötesinden yeni ve "illegal" bir hayat kurma hayalleriyle bir kamyonun arkasına atlayarak aynı otoyollardan geçebilirsiniz. İsviçre'de muhafazakar partinin seçim propogandası olarak "ak koyunların kara koyunları sınırların dışına tekmelediği" karikatürlere çok mu şaşırmalı? Ya da "troubleshooter" ibareleriyle dolaşan polis arabalarına? Londra'nın dört bir yanına dağılmış 300.000 güvenlik kamerasına? Ya da burnunun dibinde "çapulculara" ayar çeken, "DTP'liler suçüstü yakaladık" derken şehit annelerinin gözyaşlı oylarına kanlı parmaklarını uzatabilmek için DTP diplomasisine razı olan, ardından askerleri hapise atan, kendi siyasi ve ordusunun askeri varlığını dayandırdığı temellere küfretmeyi bahis bilip medyayı sansürleyen eski adalet bakanı ve şimdiki başbakan yardımcısı ve tayfasına mı çok şaşırmalı?

Peki, kendi memleketinde olmayanları olmuş gibi gösterebilirken, medeniyetin ortasında "terörist Türkler" diye bağırma hakkını kullanan adamı hangi medyadan saklayabilirsin? Tabii, bunun karşısında "insan hakları fetişizmi" yaparak, güvenlik sorunlarıyla, kendi huzurunu hiç bilmediği topraklarda arayan, bunun için kendi topraklarında 3. sınıf insan muamelesi gösterdiği azınlıkların başka bir ulus-devlet (Kürtlerle Türkiye'yi kastediyorum elbette) için düşündüklerini manşet manşet yayınlayan riyakar, iki yüzlü medyaya ne demeli? Bütün bu çirkinliklerin arasında kim bilir yüzü nerede kim tarafından nasıl yakılmış adam sana yaklaşıp seninle şöyle bir diyaloğa girdiğinde, "terörist Türkler" diye bağıran 1000 tane Kürt'ün arasında "ben Kürtlerle beraber de yürüdüm, neden böyle davranıyorsun?" diyebileceğini mi sanıyorsun:

- Sind Sie Journalist?
- Nein.
- Sind sie Türke?
- ...
- Türk müsün sen?
- ...
- (fısıldayarak) Türk müsün? Başka yere git. Resim çekme. Kameranı alır, fotoğrafları yokeder, onu da kırarız. Başka yöne yürüyeceksin.


İçinden "yarın senin peşmergelerine şanlı Türk ordusu saldırdığında..." ile başlayan cümleler geçiren bile olabilir. Kutsal sınırları korumak adına daha kimler kimlere zulm edecek? Hepsi bir hayalden ibaret uluslarüstü projeleri hayala geçirmek adına kendi vatandaşlarına bile eziyet çektiren devletlerden daha kimin hangi yaptırımlar sonucunda canı yanacak? Hangi bayrağın "topraklarında", hangi bayraklar "uğruna", hangi bayraklar yakılacak? Bir şaşkın polisin koruyamadığı sınırları korumak için binlerce kilometre ötelerde güvenliğimizi arayacağımız günler bu saldırgan tavırlar, bu ikiyüzlü oyunlar devam ettiği sürece hiç biter mi acaba?

"Teröre hayır". Hangisine? Gerilla terörüne mi? Devlet terörüne mi? Petrol terörüne mi? Endüstrileşmiş futbol terörüne mi? Hepsine mi?..

Karlı kış sezonunu açtım, "karanlık, pis bir şey okumak istemiyoruz" diyenler, verimli ve dinlendirici Zürih gezisinin geri kalan "yumuşak öğeler" içeren bir sonraki yazıyı bekleyebilirler...