Saturday, October 27, 2007

Flanerie

Kim demişti hatırlamıyorum, çok kişi demiştir muhtemelen, öyleyse "anonim" olsun, değilse ben demiş olayım: "Bir şehri tanımanın yolu, orada kaybolmaktır" diye. Tercihen de yürüyerek kaybolmak.

Yön bulma sezgilerim epey iyi sanırım. Genelde sürprizleri mahvetme derecesine varabiliyor, ama büyük ve kalabalık bir şehirdeyseniz, yön bulabilmek sadece zaman ve özgüven kazandıracağı için, halen keşfedilecek yüzlerce ara sokak, "nasolsa doğru yönü bulurum" güdüsüyle "bu sokağa da gireyim" diyebilecek şanslarınız oluyor. Sessizliğini sevdim bugün Londra'nın, ağaçlarını, karanlık sokakların nereye çıkacağını bilmezken bir anda solumda yükselen ufak basamakları. Pubların parlak ışıklarını, ambulansların sirenlerini.

Öğlen 12'de çıktım Bankside'dan, Millenium Bridge'den karşıya St. Paul's e. "Farklı bir yoldan yürüyeyim" bari diyerek Holborn viaduct üzerinden önce Chancery Lane'e, oradan Holborn'a. Yeni banka hesabıma para yatırdım, stüdyoya uğradım, Berk'e doğumgünü kartpostalı "tasarladım" (ama ne tasarlama o da!!). Son birkaç haftadır kalabalıkların ulaşım için olduğu kadar, intihar ve "dur biraz dinleneyim" niyetiyle kullandığı Holborn istasyonundaki raylara yönlendim, Queensmary'den proje alanmımız Hallfield Estate'e yürüdüm. 1950lerde sosyal konut projeleri çerçevesinde Bertold Lubetkin'ce tasarlanan modern mimari harikamız. 45 dakika boyunca sadece "gözlem" yaptım, ellerim donarak, ayaklarım üşüyerek. Çok yaşlı teyzelerin 50 m. mesafeyi 4 dakikada yürüyebilmesini, 55 yıllık binaların dökülen pencerelerini, yanıma oturan Karayip asıllı göçmen bayana yemek getiren göçmen adamı, akabininde gerçekleştirdikleri alışverişi izledim. Konutların hemen dışındaki inşa çalışmalarını, ve bahçelerden belli belirsiz yükselen kuş seslerini dinledim. Gruptan arkadaşım olan ve etraftaki sokaklarda "gözlem" yapan Lucre'yle buluştuk, Leicester Square'e gittik. Kırmızı halının üzerinden yürüyüp John Cusack'in (katılımıyla) son filmi Grace is Gone'ı seyrettik Londra Film Festivali'nde.

Çıkışta ilk göz ağrım açık büfeci Mr Wu'da ne eti belirsiz yemeklerimizi yedik. ve sonra kaybolmaya başladık şehirde, Londra'ya bıraktık kendimizi. yürüdük, yürüdük, yürdük. Fotoğraf çektim bol bol bugün. Bir gün inşallah USB girişleri çalışan bir bilgsayara yükleyebileceğim...

Tottenham Court Road'a yürüdük, kalabalığı yarabilince, Covent Garden'a indik, gündüz kalabalığını yavaş yavaş dağıtan, son sokak çalgıcısının son tınılarıyla karanlığa doğru çekilen Covent Garden'dan gerisin geri Holborn'a. Büyük caddelere, Chancery Lane'e, ve gözlüklü balkabaklarının arasından King's Cross'a doğru yönlendik. Yolu uzatmaya ve değiştirmeye karar verdik, cuma akşamı olmuştu, Leicester Square cümbüşünden beri, gürültüye eşlik eden double deckerlar'ın, ambulansların ve pub insanlarının arasından önce Hemit sonra da Friend Street'in olduğu Rosebery Avenue, Angel arasındaki ufak sokaklarda sessizliğe, koyu yeşile ve turuncu sokak lambalarına doğru ilerledik. Upper Street'e çıktığımızda, şık lokantalar, alternatif barlar, konsept lokallerin arasından "şehre" selam durduk.

Bütün bunlar yetmedi heralde ve 1 saat 15 dakikalık yeni bir yürüyüş macerasıyla, Upper Street, King's Cross Road, Farringdon Road, St. Paul's üzerinden Tate Modern mabedime kadar geri döndüm. Türk sosislici amcalardan sosislimi aldım, sokak ve yön soran 3 ayrı İngiliz'e yer tarif ettim, biraz daha fazla fotoğraf çektim, ve basit, sade, dolu dolu ve hareketli bir günün sonuna geldim. Bu yazıyı yazarken hiçbir şey düşünmek ihtiyacında bile olmadım galiba.

"Grace is Gone" gibi basitçe ve sade bir şekilde akıp gitti bugün. John Cusack acı çeken bir Amerikalı dul adamı oynarken, Iraklıların günde onlarca yüzlerce tanıdıklarını kaybettiklerini biliyor da neler hissediyordu acaba diye düşünürken film boyunca, film ardından "bir senaryoyla yapılabilecek çoğu şeyin yapılabildiğini düşünüyorum" dediği zaman samimiyetine güvendim sanırım. Bir şehir turu ile, arşınlayarak, soluyarak, kendimi bırakarak ama tamamen hiçbir zaman kaybolamayarak, ne kadar olabiliyorsam o kadar Londralı oldum sanırım bugün ben de.

Monday, October 15, 2007

welcome to London, my son.

"Does this train go to Earl's Court?"
Önce anlamakta zorluk çektim adamın ne dediğini garip aksanı yüzünden. Renkli kıyafetleri vardı ama, ceket, kazak ve gömlek üçlüsüyle sıradan birine benziyordu.
Evet dedim, ben de o yöne gidiyordum.

Evet, sevgili David, memleketindeyim sonunda. Battersea Power Station'ı görmeyi düşünüyorum, Pimlico'ya gittiğim bir zaman. 20 yıllık beklemeden sonra asbestosların güvercinleri bile uzaklaştıramadığı o muazzam binayı. Belki ardından, Syd çekip gittiğinde "hey Pink Floyd'layım artık. Güzel çalıyorlar ve iyi para kazanacağım" dediğin iddia edilen pub'a uğrarım. Aslında Guy Pratt bunu kendisine sorduğumda "hayır, David'in Syd'e yıllarca nasıl baktığını, zorla ona para gönderdiğini bile bilmez o densizler" demişti. Hem Rick'in de damadı olur kendisi, çok da güzel bir çocuğu vardı telefonunda. Camden'a taşınırsam, yeni çocukların takıldığı publara takılabilirim. Bir aralar Graham Coxon'la Gallagher biraderler çok takılmışlar oraya. Morrissey'in de unutmadığı yerlerden biri. Sen müziğe gireli 40 sene geçti, şimdi hala içli şarkılar yapıyorsun, geçen sene soğuk ve karlı bir kış gününde Hamburg'a seni izlemeye geldiğimde hiçbir zaman çalmadığın kadar iyi çaldın. Bu yeni çocukları hiç takip ettin mi bilmiyorum ama birilerinin "müzik piyasasına okkalı bir tokat göndermeye çalışıyoruz" dönemlerinden beri çok sular aktı. Artık her 10 yeni gruptan 7'si "indie". Hem sen Roger gibi kendine lüks bir araba alıp, "karım istedi, ona aldım" diye kıvırmadın. Ama sanırım sen de çok güzel bir yerde yaşıyorsun.

İlginç bir yer Londra, David. Bana bu gece yer soran herif metroya biner binmez torbasından gay dergilerini çıkardı. İlki basbaya porno dergisiydi. Herhangi bir porno dergisinde görebileceğin her türlü resim vardı, tek eksik, kadınlardı. Diğer dergiler de moda dergileriydi sanırım. Aynı metroya garip bir kadın bindi. Uzun boylu, oturduğu yerde saçıyla oynayıp kendi kendine ve çevresine mütemadiyen küsüp 180 derece dönüp duran bir kadın. Onları izleyen, bendeki kahverengi atkının aynısına sahip sanırım Hintli veya Pakistanlı bir adam vardı. Uzak doğu menşeili sarhoş gençler bindi ben en son aktarmamdan sonra trenden inerken.

Bazen inanması güç geliyor ama bütün bunların uzun zamandır bir parçasıymışım gibi geliyor. Daha okumam gereken çok şey var bu gece. Seninle tekrar ve tekrar karşılaşacağız nasolsa civarlarda. Gözünü açık tut. Syd gitti malesef aramızdan, arkasından bakabileceğin yüzlerceleri var bu diyarda. Taşınmayı düşünüyorum, bize de iki kuruş çıkıver de kiraya bir destek olsun. Gözünü seveyim..

Friday, October 12, 2007

"Do you know if this train goes to the south?"
Evet, biliyordum güneye gittiğini, yoksa zaten ben de biniyor olmazdım.
"Do you know if it goes to South Ke.."

30 Ağustos 2004'ü 31 Ağustos'a bağlayan gece. Batı İtalya kıyı şeridi üzerinde bir garip kasaba. Saat gecenin 11'i ve iki saatim daha var. Tek bir ışık bile olmayan bir caddede kendimi saçma bir pub'a zor atıyorum. Sadece arkadaki kapalı kapıların arkasındaki kıraathanede yoğun bir sis dumanının içinde okey çeviren yaşlı adamlar var burada. Grosetto: hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Sıkıntıdan değil, belki sadece bu korkudan tam başımın dibinde o sıcak yuvayı bekledim. "Ara istasyonlardan birinde binse güzel bir kız bari.."

Gecenin bir vaktinde soğuktan titreyerek uyandığımda, yanımdaki boş koltuğa oturmuş uyuyakalmıştı. Neredeyse başı omzuma düşecekti. Neredeyse zorlasam, başımı omzuna düşürebilirdim. Sınıra vardık. Trenden indiğimde çoktan gitmişti bile.

"always and never.. I never let go" I felt you so much today.

"İnme" diye işaret ettiğimde "I will take a bus from here" dedi. Farklı kapılardan indiğimiz için sadece 10 metre ötemde yürüyordu. Alımlıydı. Fransız olabileceğini tahmin ettim. Dönüp bakar mıydı bilmiyorum, ama o "way out" a giderken ben Jubilee'ye yöneldim. Üstteki platformdan geçerken mazgalların arasından son kez baktım. Uzun bir paltosu vardı, upuzun simsiyah saçları. Acaba bana bir "merhaba" mı getirmişti? Cordoba'ya kadar gitmediyse de, Monterrey'i görmüş müydü acaba diye merak ettim. Şimdi sadece minik metro fareleri vardı önümde ve yetişmem gereken son tren.

"I do you a favor today, yo do someone else a favor tomorrow" demişti İspanyol çocuk Brügge'de delicesine yağan yağmur altında çoktan bozduğum planlarla tek başıma ve üşüyerek nereye gideceğimi düşünürken.

Yarın sabah saat 10'da stüdyoda buluşacağız. Muhtemelen gene bütün günümüz stüdyoda geçecek. Harita çıkarmakla, topografyalarla uğraşmakla. Bu gece o, New York cazına dansederken Edinburgh'da yeşil bir yağmurun altında çimlerin üzerinde yürüdüğümüzü düşündüğümü anımsıyorum. Son treni yakalamam gerektiği için otobüs durağına kadar bile yürümedim. 3 dakika ile kaçırdığım trenle hostele geri dönme kararı verdiğim zaman... hayatımın kararıydı. Bu satırların üzerinde yürüten karar.

Dönüp bakmadı. Koyu yeşildi paltosu, muhtemelen oydu.

"If not, you will get off at the next" derken sesimi duyamadı gürültüden. "Next one?" diye sorup geri adım attı, bir sonraki trene bineceğini sanmıştı. Kolundan yakaladım, içeri çektim.

Tam uyuklamak üzereyken yanımıza gelmişti istasyon görevlileri. "Burada uyuyamazsınız" demişlerdi, geceden kaldığımı düşünerek muhtemelen. "Gitmem lazım" derken içimde bir ümit vardı ama gene de buluşacağımızdan emin değildim. O zaman ilk defa Almanya'ya gidiyordum. Daha sonra, "senden ayrıldıktan sonra trende çok ağladım" dediğinde ben hala nerede olduğumun farkında bile değildim. Rayların üzerinden havalanıp, bulutları delip, kıtaları ve okyanusları aşmaya çalıştım. Her devrin kendine has o aşağılık politik duvarlarını gökyüzüne kuramamışlardı elbet. "Abre tus ojos" dedi, istasyondaydık, sımsıkı sarılmıştık. Günün ilk treni geldi, bindi ve uzaklaştı.

Thursday, October 04, 2007

"Londra'da metrolar Eti Puf kokuyor" dedi

Perşembe günü şehre varıp, cuma gününün tamamını Tate Modern'da geçirince, ancak bu hafta "geç kayıt" yaptırabilerek, bir zamanların sosyalist okulu LSE öğrencisi olduğuma dair herhangi bir belge (afilli bir öğrenci kartı) sahibi olabildim. Salı günü programımın (City Design & Social Science) tanıtımına geldiğimde, ne önceki "takım elbiseler içinde parti yapan insanlar" ne de son birkaç gündür rastladığım "okulun ilk günlerinde cıvıl cıvıl dolanan lisans öğrencileri" veya "Hintli, Pakistanlı azimli sosyal" güruha rastlamayacağımı düşünüyordum. Tam da beklediğm gibi, farklı yaşlardan, yerlerden ve arkaplandan gelen 18 kişilik bir grup insan, kampüsün biraz izole bir bölümünde, "sağlık ocağı" binasının yanında toplaşmıştık. Zaten sabah 6'da kalkıp saat 7'de soluğup göçmen bürosunda alıp 3.5 saat içerisinde "polis kaydı"ma sahip olduktan sonra, güne erken, huzurlu ve rahat başlamıştım. İnsanlarla tanışmak için kendimden beklemediğim derecede bir heyecan ve meraka sahiptim. İşte bu senenin City Design programı öğrencileri profili:

önce, meslek sırasına göre:

Hukuk, İktisat, Mimarlık, Sosyoloji, Coğrafya, Mimarlık, İşletme & Film, İnşaat/Proje Mühendisliği, Mimarlık, Matematik, Mimarlık, Mimarlık, Mimarlık, Mimarlık & Tasarım, Tarih & Kültürel Çalışmalar, Şehir Planlama, Toplumsal ve Siyasal Bilimler (Ben!), Siyasal Bilimler

tanışma sıramıza göre masanın bir ucundan diğer ucuna bu mesleklere sıralanan öğrencilerin yaş yelpazesi de epey genişti. Heralde 22'lik ben ortalamanın epey altında kalırken, bir kısmı Architectural Association'da öğrencilik/öğretmenlik, Hindistan'da belgesel yapımı, 20 yıllık bir mimarlık geçmişi gibi mesleklere ve geçmişlere sahip olan grubun "genç" kitlesinin yaş ortalaması muhtemelen 26-28 arası bir şeydi. 3 ay önce doğan çocuğunu Japonya'da bırakıp gelen 31lik abi ve 40 ile 50lerine merdiven dayamış iki "teyze" de grubun nispeten ağır topları.

Tabii coğrafya olarak Amerika'dan Japonya'ya, Hindistan'dan Meksika'ya genişleyen bir çevre de, içinde bulunduğum bu yeni topluluğu ilgi çekici kılan diğer bir unsurdu.

Özellikle mimari ve dizayn eğitimleri/deneyimleri olanların çoğunluğu "ürettikler proje ve eserlerin çalıştıkları çevredeki toplumlar ve olaylar üzerine etkilerini" biraz daha iyi anlayabilmek için buraya gelmişlerdi. "Kentsel dönüşüm" ile ilgili iktisatçı (yarı Ürdünlü, yarı Amerikalı, yarı Filistinli 1.5 insan) ve "şehri daha iyi anlamak isteyen" kinayeli Hintli de bu programın onlar için ideal olduklarına karar vermişlerdi. Sanırım hocalar, bu ilginç insanlar hakkında not alırlarken, ne halt yediği konusunda hala belirgin fikirlere sahip olmayan benim hakkımda bolca boş satır ve soru işareti ile dolmuş olmaları gerekiyordu.

2 saatlik farklı derslerin tanıtımı, ana dersimiz (City Design) ile ilgili bir girizgah ve dakika bir gol bir ödevi (Foundations of Urban Studies dersi için) ile günün ilk bölümünü sonlandırırken, kırmızı yaka kartlarımızla (tanışma için) bağlı olduğumuz Sosyoloji Departmanı'nın geri kalanı ile kaynaşmak, bedava şarap içip kanepe atıştırmak için ana binanın 5. katına doğru yollandık.

Akşamın geri kalanı, bedava şaraplarla başlayan, Mehmet Can'a ev hediyesi olarak götürdüğüm votkalarla devam edip, gereksiz bira tüketimiyle doruğa varırken, "herkesin gitmesi gereken" ilk LSE partisinde sonra kendimi metroda Southwark durağına gitmeye çalışırken, ilkinde hattın sonuna gidecek kadar ciddi, toplamda 3. denemenin sonunda Southwark'dan bir durak ötede London Bridge'de metronun kapanmasıyla birlikte evime yürür halde bulacak kadar denyo bir sızma süreci olarak vuku buldu. Bugün "olsam iyi olacaktı" derslere, vücudumun "yeter be" isyanları karşısında yatağımdan katılamadığım için hayıflanırken, bugün İngiltere'ye gelip benimle aynı yurda yerleşen Ferda'nın telefonuyla yerimden zıplayıp sonunda saat 4 gibi kendimi dışarı atabilerek gecenin teferruatını ucuz atlattım sanırım. Zaten sonra, okuldakiler de "fazla bir şey kaçırmadın" diyip, hoca da "yarına iyi ol gel, başka bi şiy lazım değil"i ekleyince çok da fazla endişelenecek bir şey olmadığını anladım. Sanırım, bu ufak kazayla birlikte aynı Danimarka'daki gibi, burda da su yerine içmeye karar verdiğim şeylerin dozajına dikkat etsem iyi olacağını erkenden anlamış oldum.

Bartlett'te gitmediğim programın hocalarından okumalar olduğunu öğrenip, ETHZ, EPFH gibi okullardan hocaların da programımıza teşrif ettiğinden haberdar edildikten sonra, 23 Ekim'de bizim programın, "LSE Public Events"in parçası olarak, gene son anda başvurmaktan vazgeçtiğim Research Architecture (Goldsmiths)'den Eyal Weizman'ın (http://roundtable.kein.org/user/3) "Architecture of Israeli Occupation" hakkında konuşmasını organize ettiğini öğrenmem de günün sevindirici haberlerinden biri oldu.

Taşınma telaşı, akademik telaş, sosyal karmaşalar derken 1. haftamızı kapattığımız bu Londra'da bol güneşli, yağmurlu, sisli ve rüzgarlı bir havayla şimdilik sizlere veda ediyorum. Burada öğrenci yurtları kremalı pasta, metrolara Eti Puf kokarken, sıradan bir İngiliz kahvaltasında vatandaşlar, tatlı fasulye, yumurta, mantar ve yağlı sosis yiyorlar, Primark'ta 6lı havlu takımı £5, nevresim takımı £4'a satılıyor, Chinatown'da ucuz Çinci'de yemeğinizi yedikten hemen sonra Leicester Square'de karşınıza bir gala, gala sayesinde bir adet Michelle Pfeiffer ve "Kate Moss'la kahve içiyorlarmış, belki beraber gelirler" dedikodularına adı karışıp ortalara çıkmayan bir Sienna Miller çıkabiliyor ve Westminster köprüsünden Big Ben ve Londra'nın geri kalanı çok güzel gözükürken, ne hikmetse kimse oltasını sallayıp Thames'ten çamura bulanmış güzellik banyosu yapan balıklardan tutmaya çalışmıyor.

Monday, October 01, 2007

First Night Out Alone in London

Mehmet Can’ın bölümden arkadaşları Paki ve Hintli gençlerle başlanan Cuma gecesini erken bitirip, Cumartesiyi de Mehmet ve Sofia’yla birlikte Chinatown’daki £4.95’lik açık büfe, yiyebildiğin-kadar-ye, istediğin-kadar-tabağını-doldur yemeğimizin ardından, Soho’da “upcoming British band”lerden birini gördükten sonra saat 12’ye doğru sonlandırdık. Pazar gecesi ise, ortaokul lise yıllarına bir vefa borcu olarak, “e gelmişlerken bari görelim” diye ziyaretlerine gittiğim Incubus konseri ile sonlandırdım. Konserin mekanı, bu kasım ayında Sex Pistols’ın geri dönüş konserlerine de ev sahipliği yapacak olan güney Londra’da, Brixton’daki ünlü Carling Academy’ydi. Art Deco’ya doymaya henüz başlıyordum ki, konser saatinin geldiğini, ön grupları zaten kaçırdığımı ve biletimin aşağıya katta ayakta durmalı bölüme girmeme izin verilmeyen, üst katta oturmalı düzen bileti olduğunu öğrendim. Evet, Carling Academy’de fiyat farkı gözetilmeksizin, satılan öncelikli biletler aşağıdaki devasa salonda ayakta izleme biletleri, ve yukarıda oturma “şans”ına sahip olabilmeniz için biletlerinizi geç almaktan başka bir şansınız yok. Seslerinden sorumlu olduğum “8 Kadın”ın üçüncü gösterim gecesine denk geldiği için kaçırdığım İstanbul konserinde ise daha fazla para verenlerin Akatlar Spor Salonu’nda “üst kat” ve “tribün”lerde izleyebildiklerini anımsadım. Üst kattaki şirin, tombul zenci abi “aşağı kata inersen, senin yerine buraya gelmek isteyen biriyle biletini değiştirebilirsin” dedi ama üst katın en arkasındaki koridorda da ayakta izleme fırsatım olduğunu öğrenince, bu muhteşem yüksek sahneli mekana, tek başıma olmanın da verdiği tevazu ile üst kattan bir şans vereyim dedim. Zira, grubu da rahatça ve alabildiğine özgürce izleyebilmiş oldum.

Dönem ortaokul sonları, lise başları. Taksim ve Kadıköy bar gruplarının (Suitcase, Gripin gibi..) illa ki iman niyetine “3 Placebo, 2 Muse” reçetesini uyguladığı dönemler. Arada sırada da bir iki Incubus şarkısı çalınır, vazgeçilmez olan da mutlaka “Drive”dır. Turtable’ı, sert albümleri, funky parçaları, sonra popa dönen ve hiçbir boka benzemeyen son albümleriyle Incubus o dönemler “bir görsek ne güzel olur” diyebildiğimiz gruplardan biriydi. İşte bu nostaljiyle birlikte saat 21.00 sularında, zat-ı muhteremlerle ilişki içerisinde girdik. “Gig”lerin anavatanı İngiltere’de sahne kurulumu, ses ve ışık sistemleri zaten harikulade. Bir de bunlara ön tarafta 3 halı üzerinde vokal,gitar,bas üçlüsü ve arkada “yan bakan” davulcu abiyle, başarılı turntable’cı çocuk eklendiğinde Incubus da olayın hakkını veren eğlenceli bir konser sundu yaklaşık 4500 kişi kapasiteli mekanı hıncahınç dolduran izleyicilere. Konsere yalnız gitmemin nedeni, bir önceki gün “Greenwich”le ilgili muhteşem bir kısa film projesinin temellerini attığımız Mehmet Can’a bilet almaya çalışırken, konsere sadece 1 (evet, “bir”) bilet kaldığını öğrenmiş olmamızdı. Hayatımda ilk (ve muhtemelen son) defa bir etkinliğin son biletini satın aldıktan sonra, aynı sitede konser için daha önce “buy tickets” yazan yerde “sold out” yazısını görmek epey enteresandı. Velhasıl kelam, bu güzide konserde, bakalım Incubus bu gece bizlerle neleri paylaşmış, hiçbir yerden yardım almadan ve yan ve dipnotlarla kendimce gözlemlediğim ve takip edebildiğim kadarıyla işte size 30 Eylül 2007 Incubus, Carling Academy Brixton Konseri setlisti:

- “Nice to Know You”
- “Wish You Were Here”
Bu iki parçayla başlayarak en son yaptıkları kötü albümlerden önce, “ehh” diyebildiğimiz ortalama albümleriyle hem zihnimizi tazelediler, hem de Nice to Know You gibi agresif bir parçayla, eğlenmeyi içki-içip-sarhoş-olma ve fazla-duyguya-kapılmadan-bağırıp-çağırma olarak algılayan İngilizlerin kalplerini kazandılar.

- yeni bir parça ? (sert bir parça, davul ve bas üzerine kurulmuş)
- “Anna Molly”
- bilmiorum
- o an hatırlayamadım, not da almamışım ama galiba “A Certain Shade of Green”di.
Bu parçayı takiben sırasıyla bir turntable ve darbuka şovuna tanık oluyoruz.
- “just a phase” lirikleri geçen bir parça
- konserin hayal kırıklığı olan, eskiden Suitcase’in de kötü coverladığı ama en azından “worth an effort” olarak tabir ettiğimiz sözlerle takdir ettiğimiz; “The Warmth”
- “Drive”
işte tam bu sırada hemen solumda beline beyaz kazağını bağlamış orta yaşlı adamı farkediyorum. Babamı anımsadım bu anda. O da böyle beline kazak falan bağlar, ama babamı bir anda düşünemedim orada bu halde. Gerçi hemen sonra, 2 yıl önce Parkorman’da beraber gittiğimiz Deep Purple konserini hatırladım, memlekete buradan selamlarımı gönderiyorum.
Benim bu gözlemlerim sırasında müzik kesildi, sahnenin tepesindeki ışıklar önce birer birer kırmızıya döndü, ve ardından bir Formula 1 yarışının start’ı gibi, bütün ışıklar söndüğünde “Megalomaniac” isimli parça icra ediliyordu ki, seyirciler de ortalığın tozunu atmaya başladılar. Ben de bir yandan tek bacağımla ritm tutup şarkıya biraz eşlik ederken, bir yandan da “tek başına konser izleyen gözlemci adam” tutumumdan da ödün vermemeye çalışıyordum.

Ve o anda olan oldu, şarkının bitiminde seri bir biçimde önce çılgın davul soloları, ardından darbukayla ritm desteği ve üzerine bol distortion’lı ağır gitar soloları geldi ki, sanrım ben de o an Incubus’a karşı halen zayıf bir noktamın var olabildiğini, “nee, mmm, ııı, Incubus mu?” diyenlere “işte ortaokul, lise hatrına” dışında diyebilecek bir şeyler bulabildiğimi hissettim. Yani, işte daldan dala atlayabiliyorum hala demek ki.

Frontman’imiz eline spot lambası alıp solo yapanlara ışık tutarken bir an 2 yaz önce Roskilde’de “beynimi uçuran” Tool konserindeki Maynard James Keenan karizmatik parodilerini anımsadım. Sahne önce karanlığa, sonra büyük bir parıltıya bürünüyor, herkes bağırıp dansediyor, bir yandan distortion’lar azalırken, vokal “shoegaze” tarzı bir girişle yeni şarkıya girerken, lo-fi efektlerle gitarlar eşlik ediyor, davullar yavaş yavaş tantanları artırırken kendimi not tutmayı ve gözlemlemeyi bırakıp müziğe verdiğimi anımsar gibiyim.

Grup bilemediğim bir pop şarkısıyla ortamı yumuşatınca, adamların konser başına ve daha sonra ortalama turne başına (ve ardından da aybaşına) ne kadar para kazandıklarını hesaplamaya başladığımı hatırlıyorum.
Bis için geldiklerinde hiç bilmediğim 3 parça çaldılar. Son parçaya birlikte rengarenk ışık oyunları, twist/rock n roll tarzı retro bir parçayla konseri bitirdiklerinde 1.5 saati biraz geçen bir ziyafetin ardından “bunu da aradan çıkardık” rahatlığıyla görevimi tamamlamanın bilinciyle evime doğru geri yürümeye başlamıştım. Tabii ki, biz dozumuzu bilen seyircilerden önce acil olarak yan kapılardan dışarı çıkarılan fazla-içmiş-teenager-İngiliz çocukları çoktan evlerinin veya hastanenin yolunu tutmuşlardı.