Wednesday, December 20, 2006

"salvador" üzerine

manuel huerga'nin yonettigi, daniel brühlün salvador puig antichi canlandırdığı film.

"moda" üzerine düşündürten bir film oldu beni. ilk defa el crimen del padre amaro ile tanıştığım ve birçokları gibi benim de rahatça benimsediğim gael garcia bernal geldi öncelikle aklıma. amores perros ve la mala educacionda karakterini oturtan bernal'i, motorcycle diariesde izlemek, iyi bütçeli, naif bir "che" anlatımı sorusu ile birlikte, benimseyebileceğimiz bir devrimci profili çizdi bile. "benimseyebileceğimiz"den kastım, sanki biraz oyunculuk ve iyi bir makyaj ile, güzel bir set önünde kendimizi yerine koyabilmemiz anlamında tabii. "önemli" konularda, ünlü ve belirli karakterler sonucunda kendi kimliğini oturtmuş oyuncuların oynamasının anlamı ne olabilir? gael garcia bir orta amerikalı (meksika), daniel brühl, canlandırdığı karakter gibi bir katalan ve eminim ki her ikisi de en az, birçok gencin içinde deniz gezmişi hissettiği kadar hissettiler oynadıkları karakterleri. zaten soru da buradan geliyor.

filme dönersek: salvador puig antich, baba karakteri ile çatışma halinde olan, orta-yüksek gelir tabaka bir ailenin çocuğu. kendi iç çelişkilerinden biri de muhakak ki, daha sonra hapishanede gardiyanın da kendisine ifade ettiği gibi "burjuva devrimcisi" olup olmadığıdır. manuel huerga filmle birlikte kesinlikle bu duygunun üzerine oynuyor. "burjuva bir aktörü, burjuva bir seyirci kitlesine sunarak" diyebilecek kadar kaba bir prototip kurabiliriz. 1970'ler kamplaşmasının bir parçası olmayı, evde hiçbirşey yapmadan sessiz durmaya, ve futbol seyretmeye yeğleyecek kadar da girişimci (!) kendisi gibi birkaç arkadaşı ile birlikte, banka soyarak elde ettikleri parayı, işçi hareketlerine sermaye olarak kazandırmak istiyorlar. film boyunca, "mil" adı verecekleri bu örgütlerinin herhangi bir sendikal veya diğer işçi örgütlenmeleri ile ilişkiye girdiğini görmüyoruz halbuki. peki o zaman puig ve arkadaşları neyi amaçlıyorlardı? aslında, karşı durmaları gereken bir şey olduğunu farkeden bir grup genç olarak, "almaları gereken bireysel tavırları kolektif bir bütün içinde alabildiklerini görebilen" bir grup insanı mı? aslında, huerga, bu sorgulamayı karakterlere yaptırdığı gibi izleyiciye de yaptırırken, eminim kendisi de sıklıkla aynı süreçten geçmişti.

ufak bir flashback'le filmin başında akan jenerikteki "che ve diğerleri" görüntülerini hatırlayayım. çok mu tanıdık demeliyiz? puig'in "mil" grubunun hareketleri 1973 civarlarında gerçekleşiyor. dolayısıyla, (her ne kadar filmde bunu dile getirmese de) ilk seçimle iktidara gelen sosyalist lider salvador allendenin pinochet'nin kanlı darbesi devrilmesi anını televizyondan izlemelerine karşı verilen coşkulu tepkiye, "evet, gerçek devrimci ruhu bu" mu demeliyiz yoksa "mütevazi ama içten bir içerik ile tutarlı davasını yansıtmaya devam ediyor yönetmen" diye ümitlenmeli miyiz? die fetten jahre sind vorbeida genç anarşistlerin (!) iç çelişkilerini en saf haliyle dışarı vurmalarına yardımcı olacak bir zengin patron karakterimiz vardı. bakınız ki, o filmin de başrol oyuncusu daniel brühlidi. 1970ler anarşisinden ziyade 68 kuşağı'nın 2000ler versiyonu olarak berlin sokaklarında gezinen arkadaşlarımız, gerçek 68liler gibi "freelove" olgusunu kabullenip, iç çatışmalarına gem vurabilecekler miydi, bunu izledik. sinir bozucu derecede gerçekçi ve içten gelmişti o reçete. burada ise, gittikçe başarılı bir duygusallığa kayan, içten içe "puig benim" dedirten ama bir yandan da, sırf bu yüzden ufak karın ağrıları çektiren güzel bir film var elimizde.

puig'in, ne kadar da konu ile ilgisi olduğu konusunda seyirciyi çelişkiye düşüren ufak aşk hikayesinin (tabii ki, filmin ikinci yarısından sonra tamamen drama'ya dönüşen yapısına katkı olması için konulmuştu) dişi kahramanı da, gene bu "yöre"lerden ve bu "janr"lardan ingrid rubioki, bu güzelliği en belirgin olarak noviembrede izlemiştik. taşlar iyice yerine oturuyor. malesef karşımızda, "celebrity"lerden oluşan bir anarşist çete ve yandaşları ve yoldaşları var. kendimizi biraz fazla özdeşleştirebiliyor olmamızdan korkuyorum. çünkü, gerçekten de 1970ler ispanya'sında (elbette 1975'e kadar) sokağa "ölmek" için çıkanlar, bir film setinde yapma tabancalarla birbirlerine ateş edip, filmlerinin galasına güzel arabaları ile gidecek değillerdi. ve biz de "kanyon" sinemasında filmi seyrettikten sonra, eve sağ salim gideceğimizi bilirken, ya da en azından sokakta çatışmalardan değil de, metro hattına yanlışlıkla inebilecek bir "doğalgaz çalışması sondaj ekibi aleti" yüzünden hayatımızın tehlikede olabileceğini düşünürken; o "gerçek" mücadeleyi 138 dakikalık ufak bir porsiyon olarak almış olmuyor muyuz? "mücadele" hevesimiz de bu ufak 2 saatlik porsiyonlar ve artık "ailemizden" sayılan bu tanıdık aktörlerle birlikte harcanıp gitmiyordur umarım, diye düşünerek ayrılmama neden olan, artık-duygusallığa-vurulduğu-andan-itibaren en azından samimi ve güzel bir duygusal; öncesinde de hazmedilebilir bir "anarşiye giriş" temalı film.

metroda dönüşte, ellerinde tespihli iki mütevazi seyirci, "yeteri kadar sınıf çatışması"nın sergilenmediğinden dem vuruyorlardı. bir tanesi diğerine "sovyet sinemalarında bazı örneklerini bulabileceğini" söylerken (izlemediğim) eve dönüşten kat be kat iyi, ve sinema-tarih buluşması kapsamındaki filmler arasında, izledikleri en iyi film olduğunda hem fikirdiler. şükür ki, herhangi bir boru metroya isabet etmedi veya eve dönüşlerimizde, serseri kurşunlardan birine denk gelmedik.

gri yürüyüş

sunum kötü geçti. gene bir yürüyüş hali buldu beni. gündüz, gri bir hava, yağmur çiseliyor, daha sonra sağanağa dönüşecekti. kaybetmiş adam yürüyüşü. anneme "güle güle" dedim, teşekkür ettim sunuma geldiği için.

gene kulağıma taktığım müziği, İstinye'ye doğru yürümeye başladım. umarsızca su sıçratan arabalardan kaçabilmenin en iyi yolunun deniz kenarı tarafındaki geniş kaldırıma çıkmak olduğuna karar verip, karşı tarafa sıçradığımda farkettim tekrar uçsuz bucaksız gri gökyüzünü ve altındaki yeşil-lacivert denizi. arkada Emirgan-İstinye arasında uzanan tepeler ve konaklar başladı. sandığımdan daha bile kısa süreceğini sandım yürüyüşün. ama, bu, o beklenmeyen ve "ayakların götürdüğü" yürüyüşlerden biriydi. önceki başarısız gece yürüyüşü gibi değil, yazdan beri ilk defa ayaklarımı dinleyebildiğim yürüyüş.

maslak yokuşunu da geçip istinye'ye devam ediyorum. başı kapalı bir grup, servis bekleyen kız öğrencinin yanından geçiyorum. kulağımda müzik. etrafımdakilere bakıyorum. balıkçının zar zor yanan sarı ampulleri, ve şiddetini artıran yağmur. 10 yıl öncemi ve 15 yıl sonramı görmüyorum. yanımdan geçen çocuklar ve adamlar benim geçmişim ve geleceğim değil. ama gene aynı kamuya mal edilmiş kaldırımların üzerine koşarak çıkıyoruz park etmiş araba yüzünden caddeye inip de, geçen arabalar bizi ıslatmasın diye kaçarken. o bakışlar benim bakışlarım değil, ve onlar yalnız yürümüyorlar. çünkü benim kulağımda müzik var. kimseyi dinlemeden kendi hikayemi yazmaya devam edebiliyorum. küçük burjuva şımarıklığımla herkesin arasından yürüyüp, denizin kenarından tatlı tatlı seyir alabiliyorum. ya da herkes gibi, en doğal hak olan nefes alma ve en güzel meslek olan yürüme'yi tecrübe ediyorum sadece.

gri olduğu kadar ıslak ve soğuk olmaya başlıyor. kışları sevmeye başladığımı yeni yeni hissetmiştim son yıllarda. kış soğukluğu, çünkü belki en üşüdüğüm anlarda bile bir şekilde sıcak kalacağımı bilmenin rahatlığı. İstinye tepelerinde önce konaklar, ve sonra kışları sevmeyen gecekondu mahalleleri başlıyor bu sırada. limanın içinden geçerken, müzik sert bir hal alıyor, ve o an yazamadıysam da tüm bunları, şimdi hatırladığım kadarıyla hislerim de kabarıyor. kışları sevmeye başlamışım. soğuğu hissetmek istiyorum. iliklerime kadar. ama paylaşmak istiyorum. senin de benimle olmanı istiyorum bu soğuklarda. bembeyaz kesilen damarlarıma dokunmanı istiyorum. kanını istiyorum içimde. bahar sabahlarına uyanmak gibi, sırılsıklamdan kuruya kaçmak ya da hiç dışarıya çıkmamış olmayı. ama aslında en fazlası; artık iyiden iyiye sağanağa dönüşen bu yağmurda fütursuzca ıslanırken bir şey söylemeden aynı yolu yürümeye devam etmeyi.

ve gene karşımda ayaklarımı baştan çıkaran bir şey beliriyor. merdivenleri görüyorum iki ahşap konağın arasından İstinye'nin sırtlarına çıkan. hiç düşünmüyorum bile. araba geçişinin yavaşladığı bir anda su birikintisinin üzerinden becerikli bir şekilde sıçrayarak karşıya geçiyorum. merdivenleri çıkıyorum. tepeleri çıkmanın her zaman en doğru olduğunu (ve artık sırf doğru olarak görmeye başladığım için sıkılmaya başlamaktan bile korkmayacak kadar kesin bir doğru olduğunu) anlayalı birkaç sene oldu. Granada'da, Bergen'de, Cihangir'de, Mudurnu'da, dünyanın her yerinde belki de.. sen geliyorsun tekrar elime, seni çekiştirerek yukarı çıkarmak istiyorum. dünyanın her yerini gezmek değil, bütün dünyayı yürümek isteyebilirim. zaten hep istemiştim. aslında belki acı bir şekilde farkediyorum tam da tepeye çıkıp, yeni bir araba yolunun üzerinde yürümeye başladığımda: en huzurlu anlarım, çoklukla tek olduğum anlar. ama aynı zamanda biriktirip, hayalleri kurduğum, gerçeğin içinde yaşarken masalı hissettiğim anlar. sonuçta hepimiz kendi hikayelerimizi yazıyoruz. ve benim tam da bunlara ihtiyacım var. acaba bunu anlayabilir misin? bütün bu yalnızlıklarım, dağ yamaçlarında düşünme hasatına verdiğim yürüyüş anlarında kabaran duygularım. işte bunlardı o karşılaşmaya kadar biriktirilen deneyimler. gene onları biriktiriyorum dersem saygı duyar, hatta gelecek için ümitli olabilir misin?

masalları seviyorsun. her gün masallar yaşamak istiyorsun. masal kahramanlarını örnek veriyorsun bazen gördüğün yerlerden. ama aslında ben de masalları seviyorum, kahrolası gerçekliğin (ki, onu da seviyorum) içinde ara sıra masallar anlatmıyor muyum ben de? işte bu onlardan biri. belki biraz sabır, belki biraz niyet gerekli. ben sana her gün masal vermeyi vaat edemem. sen her gün ufak masallar isteyebilirsin. ama ben sana arada bir büyük masallar verebilirim. bunu hissedebiliyor musun?

tam bunları düşündüğüm anda, "beklediğim oluyor" diyebilmek için yarattığım bir beklentinin farkına varıyorum. telefona bakıyorum. sadece 3 dakika ile kaçırmışım. 3 dakika önce aranmışım. evet, sonuçta sunumum vardı, ve sunumum bu saatlerde bitecekti. aramama anlaşmamıza rağmen bu saatte aramasını beklemek doğaldı. ya da belki de, aklına gelen "önemli" bir şeyi sormak için bile aramış olabilirdi. ama, hissettiğini hissettiğim için aradığını düşünmeyi yeğledim. ne de olsa düşünmek istediğim buydu. kendi hikayemi yazıyordum, kendi masalımı ya da. hepimiz böyle yapmıyor muyuz aslında? kendi hikayem bu hisler üzerine kuruluydu.

tam da doğru bir zamandı belki de. gene, belirli zaman sonra dönüp baktığımda, gittiğim yerleri hatırlayıp, oraya tam da nasıl geldiğimi bilemeyeceğim yolculuğu oluşturan o hislerin sona ermesi için doğru zamandı. çünkü yol da bitmişti. tekrar ana caddeye dönmüştüm, ve bütün bu hikayeler, yollar tekrar "geri"ye döndüklerinde coşkularını kaybederler. iyice sırılsıklam olmuştum. beni maslak'a çıkaracak minibüslerden birine attım çırılçıplak bedenimi.

Tuesday, December 19, 2006

gece yürüyüşü

uzun zamandır gece yürüyüşü yapmamıştım. evden çıkıp teşvikiye meydanı'na doğru yürüdüm. yılbaşı süslemeleri çoktan sokakları kuşatmaya başlamış bile. dolmuşların kalktığı sokağı gene "burn" kapmış. "ateşli geceye" 11 gün bilmem kaç saat kaldığını söylüyor dijital pano. yılbaşı gecesi altından akacak olan keşmekeşin hemen üzerinde o dijital panonun, tam saat 12yi gösterdiği sırada üzerine isabet edecek bir molotof kokteyli ile cayır cayır yanmaya başladığını görüyorum. ışıktan kaçıyorum.

gece yürüyüşleri, trafiğin azaldığı, yeteri kadar geç yapılırsa, yalnızca, köpeklerin, yalnızların, aklı karışıkların, çiçeklerin içeresindeki çöplerde yemek arayanların ve sokak lambalarının hükmettiği bir ayine dönüşüyor. rumeli caddesi'ne çıkıyorum. yazın sonlarına doğru sıcak bir akşamüstü melteminin sürüklediği Kurtuluş'a kadar gidebileceğimi sanmıyorum. ne o kadar derin buhranlar içerisindeyim, ne de sol bacağımdaki ağrı buna elverişli koşul sağlayacak durumda. Pangaltı'nın içine doğru, beni tekrar Valikonağı'na bağlayacak sokağa dalıyorum. migreni olan biri olarak, ışıktan ve sesten kaçışım olması gerek bu gece yürüyüşlerinin, ama kulaklarımdaki bangır bangır gürültü ve sınırlarötesinden gelen o kör edici ışıkla ne kadar migren savuşturulabilir bilmiyorum. en azından soyut migren için yeterli bir kaçış planı.

astral seyahatlerimde, bebekliğimin sokağı olan sokağa dalıyorum. rüyalarımda hep öbür tarafından girip şimdi daldığım taraftan çıktığım sokak. ve, o zamanlar gökyüzü o kadar büyük ve uzaktı ki, binaların tepelerinin de gökyüzünde olduğunu düşünürdüm. hiçbir zaman sokağın sonunda sola kıvrıldığını unutmadım ama her zaman gerçek hayatta yıllar sonra (ki bu birkaç yıl öncesine tekabül eder) bu sokağa dalıp da "aradığım sokağı buldum" dediğim andan beri bu sokağın bu kadar küçük olduğunu da farketmemiştim. ne de sokağın sonunda Pangaltı Ermeni Lisesi olduğunu. yolculuğun en karanlık bölümü, ve sanırım en çok çağıranı da aynı zamanda.

tekrar Valikonağı'na çıkarken kırmızı ceketli kızla kesişiyor yolum. korkarak bakıyor yalnızlığıma. aynı yönde ve aynı sokakta yürüyecek olmamız biraz endişelendiriyor beni. karanlığımı vermek istemiyorum; ya da yönümü değiştirmek. planımı bozup tekrar Teşvikiye Caddesi üzerinden dönmeye karar veriyorum eve. malesef planladığımdan çok daha erken aydınlığa dönmüş oluyorum. ve kuru gürültüye. zaten hayatımın bu evresinde, üretkenliğim de kısıtlanmaya başladı. ama aydınlık çağrı'yı kovmuyor, aksine erken gelen huzursuzlukla birlikte, müthiş bir mide travmasının başlangıcının habercisi oluyor.

eve doğru inen sokağa geldiğimde kararımı veriyorum. onu aramadan ve sesini duymadan uyumak zulüm gibi gelecek. yeteri kadar verimli bir gece yürüyüşü yapamadığımı zaten bu noktada kavrıyorum. tam da Pangaltı'da aramayı düşünürken, yalnızlığımı kesen o engel çıkmasaydı karşıma, şimdiye dek çoktan sesini duymuş olabilirdim. kapanmış bir dükkanın içinden camın kenarında korku dolu gözlerle, yardım isteyen bir köpek havlıyor dışarı doğru. tam 4 yıl ağzındaki dükkanın önünden sırasıyla iki taksi geçerken, karanlık sokaktan bir adam bana dik bir şekilde yolumu kesiyor ve bir başkası da taksilerden birine biniyor. bütün bu ufak bahaneler, köpek için "yardım etmemekten" duyacağım pişmanlığımı azaltan dış etkenler. köpeği unutuyorum. yürüyüşlerim genelde, bir yere "varım" veya "doyum" noktasında biterler. olmuyor bu sefer sanki. sesini duymam gerekiyor.

ilk defa gece yürüyüşünde üşümeye başlıyorum. eve geliyorum. arıyorum. "iyi geceler" diyorum.

Wednesday, December 06, 2006

manzara

kararsızlıklar ve bıkkınlıklar anında, kalbi küt küt attıran, karın kaslarını çok sıkı çalıştıran hislerin önemi..

bırakmışlık anında, karşına çıkıveren birinin hissetirdikleri gibi. "bina" kelimesini her görüşte yaşanan abuk subuk his.

oğlan, bu düşünceleri bir kez daha kafasından geçirirken, günler sonra açan güneşle birlikte tekrar o güzel manzarayı izleyebildiğini farketti. buraya gelmeye heves ettiği günleri düşündü. mesafeleri kat ederek, büyük uğraşlar sonunda, hep de o beklediği "beni bir yere götürecek bir şeyler çıksın"ın karşısına çıktığı anı düşündüğü ilk günü anımsadı. tam, olmasa da, yakınına konuşlandıracak bir yer. bu müthiş manzarayı izleyeileceğini öğrendiği o metini de ilk defa okurken ne kadar heyecanlanmıştı. hemen bir şeyler yazmaya karar vermişti.

"doğu", "demokratik", "eyalette ilk", "en eski" gibi nostaljik kelimeler o metindeki heyecanı artıran diğer önemli unsurlardı. "250 kişilik salon", "setin içerisinde sınıflıklar", "yerinde öğrenme şansı" gibi düşünceler. hem de bu şehre ilk geldiği zaman, bütün bunların anlamını bile bilmeden aynı binayı ziyaret etmişti bile. o da soğuk bir yaz günüydü ve vakti olsa, o gün oynayan filmi seyretmek isteyecekti.

hafızasını kenara koydu. günler sonra açan güneşle birlikte uzaklara daldı. baktığı eseri, şimdi kız da bir yerlerde seyrediyor olmalıydı. bunu biliyor, bunu istiyordu. bunun için buradaydı. ama o hiç bir zaman, daha hayatta hiç bir seferinde bir şeyin "tam da yanında" olamamıştı. hakimiyet duygusunun yokluğu her zaman içini yese de, onu bir yerlere sürükleyen rüzgarların oluşumunda yardımcı oluyordu. tam da böyle olmasını isteyip istemediğine karar veremiyordu. söz verdikleri gibi aynı yere bakıyor olmalıydılar şu anda. o metini ilk okuduğundaki karışık düşünceler gene beynini sardı. hafızayı tekrar başlatmaya hazır değildi. tam o sırada, alexanderplatz'daki o müthiş kulenin tepesinden yansıyan o keskin ışığı farketti. günler sonra açan güneş, kilometreler ötesinden müthiş bir manzara sunuyordu.

Saturday, December 02, 2006

güneşin kalbinin kontrolleri...

dakika ve dakika klm sitesinden, iniş anını takip ediyorum. bir şeye takıldığım zaman vazgeçemediğim alışkanlıklardan biri belki de. bugün evden dışarı adımımı atmadım. "toprak" üzerine düşünüyorum bu günlerde. bir "ateş" burcu için tehlikeli ve antipatik element. annem gibi, toprak burcu olmanı fazla irdelemedim bu düşüncelerde. toprak ve muhafazakarlık, aşiret ve iktidar. soğuk bir hava var, dışarısı karanlık ve evde de kimse yok. rahat bir klişe giriş. her zamanki gibi çorap olmayan ayaklarım, pencerenin ufak aralığından girip de tam masanın altına inen meltemle üşüyor. vücudumun geri kalan kısmı sıcak. seninle birlikte ayaklarımda üşüme, geri kalan yerlerimde kızarma alışkanlığının başlamasından da bahsetmiştim.

danimarka günlerindeki üşümeleri anımsatıyor. "set the controls for the heart of sun"ı çok erken keşfetmiş değildim. bu sene ve özellikle kuzeyin soğuklarındaki yalnızlıklarda üstüste dinlerdim. bir şeye takıldığım zaman vazgeçemediğim alışkanlıklardan biri olmuştu. simsiyah ipod'um parçalanana kadar, siyah gecelere eşlik ediyordu. 3 derece sıcaklık (veya soğuklukta) 6 km. gidiş - 6 km. dönüş şehre uzak yurdumdan, ağzımdan akan tükürüğün donduğu o bisiklet yolculuklarımda atkımın rahatsız edici etiketi hangi yöne bakıyor diye konsantrasyonumu kaybederken çokça bisikletten düşecek gibi oldum. ya da sadece Roger Waters'ın nefes kesen soğukluktaki sesinden ötürü kendimden geçiyordum. asla bu parçayı canlı dinleyebileceğimi bilmezdim tanıştığım günlerde. hem de sadece birkaç ay sonrasında iskandinav lacivertinde, batan güneşin altından çıkan gecenin soğuğunda.

eskiden en sevmediğim mevsimler için sonbahar ve kış yarışırdı. kışı sevmeyi başladığımda, soğuğu sevmeye başlamamdan ötürü kendimin başka bir yönünü de sevmeye başlamıştım. eninde sonunda, ateş'ten yoruluyordum. bugün en soğuk günlerimden biri. ama büyük bir soğukkanlılıkla karşılayabiliyorum. ayaklarım, heyecandan değil, tekrar rüzgardan üşüyor ve kuzey günlerindeki özlem'in benzerini yaşıyorum. önümüzdeki günler hiç kolay olmayacak. "yorgun görünüyorsun"ların artması sorun değil. kışın gelmesi hiç sorun değil belki de. kışı sevebilmeye başlıyorum. gri en boktan renk olsa bile hala. belki de, gri'nin "teşhirciliği", korkuyu tetikleyen bir travma oluşturuyordur.