Friday, October 12, 2007

"Do you know if this train goes to the south?"
Evet, biliyordum güneye gittiğini, yoksa zaten ben de biniyor olmazdım.
"Do you know if it goes to South Ke.."

30 Ağustos 2004'ü 31 Ağustos'a bağlayan gece. Batı İtalya kıyı şeridi üzerinde bir garip kasaba. Saat gecenin 11'i ve iki saatim daha var. Tek bir ışık bile olmayan bir caddede kendimi saçma bir pub'a zor atıyorum. Sadece arkadaki kapalı kapıların arkasındaki kıraathanede yoğun bir sis dumanının içinde okey çeviren yaşlı adamlar var burada. Grosetto: hayatımda hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Sıkıntıdan değil, belki sadece bu korkudan tam başımın dibinde o sıcak yuvayı bekledim. "Ara istasyonlardan birinde binse güzel bir kız bari.."

Gecenin bir vaktinde soğuktan titreyerek uyandığımda, yanımdaki boş koltuğa oturmuş uyuyakalmıştı. Neredeyse başı omzuma düşecekti. Neredeyse zorlasam, başımı omzuna düşürebilirdim. Sınıra vardık. Trenden indiğimde çoktan gitmişti bile.

"always and never.. I never let go" I felt you so much today.

"İnme" diye işaret ettiğimde "I will take a bus from here" dedi. Farklı kapılardan indiğimiz için sadece 10 metre ötemde yürüyordu. Alımlıydı. Fransız olabileceğini tahmin ettim. Dönüp bakar mıydı bilmiyorum, ama o "way out" a giderken ben Jubilee'ye yöneldim. Üstteki platformdan geçerken mazgalların arasından son kez baktım. Uzun bir paltosu vardı, upuzun simsiyah saçları. Acaba bana bir "merhaba" mı getirmişti? Cordoba'ya kadar gitmediyse de, Monterrey'i görmüş müydü acaba diye merak ettim. Şimdi sadece minik metro fareleri vardı önümde ve yetişmem gereken son tren.

"I do you a favor today, yo do someone else a favor tomorrow" demişti İspanyol çocuk Brügge'de delicesine yağan yağmur altında çoktan bozduğum planlarla tek başıma ve üşüyerek nereye gideceğimi düşünürken.

Yarın sabah saat 10'da stüdyoda buluşacağız. Muhtemelen gene bütün günümüz stüdyoda geçecek. Harita çıkarmakla, topografyalarla uğraşmakla. Bu gece o, New York cazına dansederken Edinburgh'da yeşil bir yağmurun altında çimlerin üzerinde yürüdüğümüzü düşündüğümü anımsıyorum. Son treni yakalamam gerektiği için otobüs durağına kadar bile yürümedim. 3 dakika ile kaçırdığım trenle hostele geri dönme kararı verdiğim zaman... hayatımın kararıydı. Bu satırların üzerinde yürüten karar.

Dönüp bakmadı. Koyu yeşildi paltosu, muhtemelen oydu.

"If not, you will get off at the next" derken sesimi duyamadı gürültüden. "Next one?" diye sorup geri adım attı, bir sonraki trene bineceğini sanmıştı. Kolundan yakaladım, içeri çektim.

Tam uyuklamak üzereyken yanımıza gelmişti istasyon görevlileri. "Burada uyuyamazsınız" demişlerdi, geceden kaldığımı düşünerek muhtemelen. "Gitmem lazım" derken içimde bir ümit vardı ama gene de buluşacağımızdan emin değildim. O zaman ilk defa Almanya'ya gidiyordum. Daha sonra, "senden ayrıldıktan sonra trende çok ağladım" dediğinde ben hala nerede olduğumun farkında bile değildim. Rayların üzerinden havalanıp, bulutları delip, kıtaları ve okyanusları aşmaya çalıştım. Her devrin kendine has o aşağılık politik duvarlarını gökyüzüne kuramamışlardı elbet. "Abre tus ojos" dedi, istasyondaydık, sımsıkı sarılmıştık. Günün ilk treni geldi, bindi ve uzaklaştı.

No comments: