Monday, January 22, 2007

çizgilerin dansı

odtü'yle tanışıklığım yaklaşık 3 yıl öncesine dayanıyor. ilk gelişimden beri beni çeken, "kampüsü" olan ve kendimi üniversitede gibi hissettiğim yer. ve gene soğuk bir kış gününde, ayaklarımın götürdüğü yere gidiyorum. Hasan odada uyuyor, ve ben, en son 2 yıl önce çok güzel bir Mayıs güneşinin altında futbol oynadığımız Mimarlık Fakültesi'nin arkasındaki futbol sahasını görmek istiyorum. ve daha sonra, tam da 2. sınıfta "mimarlık..?" düşüncelerimin başladığı ve "en azından mimarlık'ta okuyan bir kız arkadaşım olsa iyi olur" cinliğine dönüştüğü zamanlarda tanıştığım Mimarlık Fakültesi'ni de ziyaret ederim düşüncesi kaplıyor zihnimi.

gökyüzü pırıl pırıl, en sevdiğim hava: soğuk ve keskin, ama açık ve berrak. gökte yıldızlar, incecik bir hilal, tuğlaların kızılı lambaların turuncumsu sarısı ile karışıyor. heykellerin buz mavisi ve üzerine yürüdüğüm parkelerin kirli beyazı. kenarlarda belli belirsiz kar birikintileri ve "aman kaymayalım" buzlanmaları. sarı çizgili yeşil ayakkabılarımdan içeri ürpertici bir rüzgar giriyor. ayaklarım, sadece heyecandan değil, gerçekten de soğuktan da üşüyor bu kış ilk defa.

"sosyal bilimler" fakültesinin yanında buluyorum tekrar "Mimarlık Fakültesi"ni. babamın, eskiden hep "Avarel" diye referans verdiği MM (Merkez Mühendislik) ile başlayan fakülteler zincirinin son binalarından biri olarak. avlusu, avlusundaki çeşmesi, heykelleri ve çizgileri ile diğer binalardan hemen ayrılan fakülte. ve tabii, mimarisi ile de.

çekinerek giriyorum binaya. öncelikle, 23 ocak tarihli, yüksek lisans öğrencilerinin sunumlarının listesini görerek ve "bir gece daha mı geçirsem burada?" diyerek. çekinerek ve heyecan ile giriyorum. "mimarlık..?" düşüncesinin yerleştiği ilk andan beri alışılagelmiş çekingenliğim. loş koridorlar, şirin mi şirin asma katlar, içinde birkaç öğrencinin, final döneminin ardından ısrarla çalışmaya devam ettiği stüdyolar ("çilehane"ler), duyuru panoları, kent planları, maketler, çizimler ve birkaç tane kocaman fotoğraf. beni mimarlık'a çeken küçük objeler. hiç girmediğim, hep merak ettiğim. aynı küçüklüğümde, sırf çıkış ucunda babam beni bekleyemiyor ve beni o büyük top havuzunda bulamayacak diye içine girmeye cesaret edemediğim ve oyun merkezinin iki katına birden yayılmış, Ataköy Galleria'daki o uzun kaydırağa karşı hissettiğimki gibi bir heyecan. ya da Barış Abi'nin ite kaka bana bisiklete binmeyi öğretmesinden sonra, Marmaris'in en hızlı bisikletçisi olduğunu sanmama rağmen benden daha hızlı bisiklet kullanan arkadaşlarımı gördüğümde, "aslında ben de gidebilirim böyle ama sanırım tehlikeli olduğu için yapmayacağım" diye düşünürken hissettiğim heyecan ve çekingenlik. bunlar gene o hissettiklerim..

ve alt katta, daha önce hiç görmediğim o kapıyı görüyorum bir anda. tavan ışıklarının yarım yamalak aydınlattığı, tavana kadar uzanan eşiğine rağmen, o alanın sadece yarısını kaplayan bir nevi "orta dünya'ya açılan" cüceler kapısı. önümden dışarı çıkan 3 öğrencinin arkasından bilinmeyene adımı atıyorum. ahşabın sıcaklığından, betonun soğukluğuna; kışın karanlığından, şimdi ayağımın altında uzanan ankaranın ışıklarına çıkıyorum. ayaklarım bir kez daha doğru yere sürükledi beni. çizgilerin dans ettiği yere.

tekrar binanın içine girerek, koridorun karşısındaki, ilk girdiğim kapıya yönleniyorum dışarı çıkmak için. tek bir bölüm kalmış görmediğim, yeraltındaki o ufak stüdyo'nun girişi. aslında bu fakülteyle ilk tanıştığımda içeride harıl harıl çalışanları görüp "en azından... kız.." cümlelerini kurduğum stüdyo. ama oraya yönlenmiyorum. fazla ilgimi çekmeyecek sanırım. hayır, başka bir kapıyı görüyorum.

ingilizce bir yazı: final sınavı soruları- lütfen sorulardan birini seçip, sayfanızın ön yüzünü geçmeyecek şekilde cevaplayınız:

1. Rem Koolhas'ın SMLXL (small medium large x large) kitabının dayandığı düşünce temelini açıklayınız..

...
evet, bütün bunlara beraber şaşırabilirdik. sarılarak.


anayoldan, kültür-kongrenin yanından geçip göbekten sola doğru dönerek, stada el sallayarak, çarşı üzerinden yurtlar bölgesine yollanıyorum tekrar. etrafımdaki insan sayısı artıyor. inşaat'ın önünde oturan adamın heykeli, fakülteler arasındaki yol boyunca uzanan büstler, şehir efsanesine dönüşmüş "kız" heykeli; hepsi canlanmış ve soğuk kış yıldızlarının altında ağır ağır gidiyorlar gitmeleri gereken yerlere.

ben de artlarından, yanlarından ve önlerinden. ayaklarımın beni taşıdığı yere.

Saturday, January 20, 2007

"shi gan" (zaman) üzerine

ki-duk, ki-duk efektleri ile açılan film. kalp atışı efektlerini kastediyorum elbette. evrensel soyut fikirleri, olabildiğince somut açılımlarla, ve genelde filmlerinde önce somut (daha sonra, genelde ikinci perdeden itibaren giren) sürreal-soyut öğelerle besleyen `kim ki-duk`un hem filmin başında, hem de sonunda kullandığı efektler. ve tabii hemen ardından gelen görüntüler de cabası.

filmin konusu, daha öncede yazıldığı gibi, sevgilisinin "hep aynı yüzü görmekten sıkılacağı" korkusuyla yüzünü estetik ameliyatla değiştiren kızın hikayesi. ve tabii, hiçbir şey gibi "yüz"eyde yapılan bu değişikliğin temeldeki sorunu çözmeyecek olması üzerine gelişen hikayeler bütünü.

ilk sahnelerdeki erkek ile kız arasında yaşanan (kafedeki) gerilim, ve yatak odasında geçen diyaloglarla birlikte, sarsarak başlamış ki-duk bu seferki filmine. filmin konusu, zamanın tüketim ile olan ilişkisi. ne kadar çok üretim, o kadar çok tüketim. ama bu, kısmen türkiye'de (ve özellikle şimdiki kuşak gençliğinde olduğu gibi) sanal üretim üzerine yaşanan bir tüketim kimliği değil. tam olarak üretmeden, (1980'ler ortasından itibarenki dönemi kastederek) oluşan bir zenginlikle gelen tüketim de değil. tamamen, artan üretim ile birlikte büyüyen bir uzak doğu tüketim kültürü. mimikler, jestler olarak kendi kültürümüzden de fazlaca şey bulabildiğimiz, ama işin içine "teknoloji"yi daha çok katan bir tüketim.

ne kadar çok üretim, o kadar çok tüketim. iletişim çağının geldiği nokta; zaman'ın göreceli olarak müthiş hızlanarak akmaya başlaması ve yeni "yüz"lerle tanışabilme olanağı, ve aynı zamanda ulaşım (transportation) ağının da genişlemesi ile birlikte ucuzlayan teknoloji ve teknolojiye -artan- erişim (access) olanağı ile birlikte büyüyen bir tüketici nüfus. ve işte orada patlayan büyük dilemma: bunca benzerliğin içerisinde "tüketebilecek" bu kadar çok nesne varken, neden belli başlı birkaç tanesi ile yetinmek? aslında burada yazarken bile hepimizin ezberlediği ve içselleştirdiği ama "çaresi ne o zaman?" diye sorunup dövündüğümüz olgu (hepimiz abartı görünse bile, eminim çok az öze döndüğümüzde bile filmde anlatılanların ne kadar "biz"e dönük olduğunu hissediyoruzdur.)

aslında hepimiz, bir şeylere tutunmaya çalışıyoruz. tutunmaya çalıştığımız ufaltılmış nesnelerin (bu, artık, yemekten zevk aldığımız yiyecek tüketim nesneleri değil; tam karşımızda duran sevgililerimiz, bazı konumlarda ailelerimiz...) "bolluk" denilebilecek tabide benzerlerinin varolması, ve hayatın özü olan hangi "fikir veya akıma" tutunabileceğimizden emin olamama kaosu içinde yaşadığımız tedirginlikler, filmin özünü oluşturan düşünce. "zaman" da tam bu noktada, esas tüketilen nesne. eğer telefonla birine ulaşmak, sıkıldığımız şeyi atıp yerine yenisini almak,

ya da

--karşımızdaki ile çözemediğimiz sorunların üzerine düşünüp tekrar çözmek için atılım yapma gereğini hissetmek--

bile bu kadar "az" zaman dilimlerine tekabül etmeye başladıkça, zamanın göreceliğinin kaybolması ve kendi anlamının içinin boşalması, filmin aslında "kör göze parmak" bir şekilde ismini oluşturuyor.

ama filmin içi kesinlikle boş değil. yüzlerce değişik konudan eğilinebilecek bu olguya, ki-duk gene ustaca, belirli bir hikayeyi fazla dolandırmadan, usta anlatıcılığı ve yer yer kullandığı görsel ve işitsel sembollerle eğiliyor.

ama sorun da sanki şurda: aslında hepimiz biliyoruz sevgililerimizin yüzlerinin her gün gördüğümüz yüz olmadığını; her temas ve her düşünce ile birlikte değiştiğini. ya da aslında sorunun hiç bir zaman, "yüz"ün kendisini değiştirerek hallolmayacağını. ve belki de, dolayısıyla, filmin sonuna doğru, filmin başında ifade edilen "çözüm örneği" (estetik ameliyat) işe yaramaması, izleyici de tatmin ve "güven tazeleme" yaratıyor olabilir. ama tüketim bazlı üretimin bu seviyede yüksek derecede devam etmesi sonucunda tüketimin de artacağını öngörebilmek ve filmin etkisinin yatıştığı anlarda o sevdiğimiz "yüz"lerden sıkılmaya başlamak (tabii ki, bu, bambaşka örneklerle de olabilir) bu sorunu içimizde sürekli var ettiğimiz anlamına gelir.

belki biraz daha az aynaya bakmalı, biraz daha az "titreşime almalı", biraz daha az kahve içmeli ve biraz daha az konuşmalıyız.


ya da zaten ortada "sorun" yoksa, bu yazı da kendini birkaç "zaman" sonra "tüketecek"tir.

dipnot: belki tam da histerikleşen toplumsal dışlama, içselleştirme, betimleme, kategorize etme, (kasıtlı olarak kategorize etmeyerek, kategorize etmemenin ne kadar "çoğulcu" bir ses sağladığı üzerine hareket etme) ve akabininde gelişen linç, ihanet, intikam gibi öğelerin gündem yarattığı bu zamanlarda hafif bir duygusal kapılma ile birlikte, (becerebiliyorsa) biraz düşünce üretmesinin faydalı olabileceği bir olgu üzerinden işlenmiş bir film.

Thursday, January 18, 2007

Münih..


Münih, Münih...
sarıların, siyahların şehri münih.. bavyeranın sarısı, muhafazakarın siyahı.. stuttgart-münih hattının otostopçularına pek yakışıksız el hareketlerinde bulunan kamyoncuların M plakair omuz, 12 kg.lık tek askısı kopmuş bir sırt çantası ile bir Ağustos sıcağında tanıştığım Münih. Baden'dan Bavyera'ya yeşillerin içinden geçerek, kendisi bir kamyonun altında kalma tehlikesini göze alaraka sağa çeken, tam da Oberhausen, Unterbrücken, vs.. türü dandik bir Alman kasabalarından birinde konaklamak zorunda kalacağımı Stuttgart-Münih hattının ortasında bir yerde otostoptan vazgeçmeyi düşündüğüm sırada beni arabasına alan, "rotam; Münih-Salzburg-Ljubllana-Zagreb, nerede inmek istersen" diyen, "teşekkür ederim, 2 gün sonra başka bir yere gitmem lazım, çünkü oradan Valencia'ya uçacağım diye reddettiğim", tam da o tarif ettiği rotayı, yaklaşık 10 ay sonra trenle kat edeceğimi ve dağların arasında kalan nehirlere ve vadilere tren camından bakarken, susmak bilmeyen ve Zagreb'e kadar beni bilgi bombardanına tutan bozuk İngilizceli Alman adamı dinleyeceğimi bile hiç bilmeden arabasına bindiğim ve beni Allianz Arena'da bırakan öğretmen adamın arabasına bindiğim Münih..

ufakken, hiçbir zaman Almanya'ya gideceğimi bile düşünmezken, televizyonda izlerken Bundesliga'd
lı arabalarının şehri Münih.. 220 km. yi 7.5 saatte aşarak, apış aramda iğrenç bir pişik, aşınmış ba ilk aşkım olan, ve Milan ve Manchester United'dan sonra Avrupa'da tuttuğum 3. takımın şehri Münih. Şimdi İtalya'dan takım tutmuyorum (Milan sempatisi devam ediyor belki) ve İngiltere'de Liverpool'a, Almanya'da da FC St. Pauli'ye döndüm belki ama.. sandığımdan çok daha pahalı bir fiyata denk düşen hostelde anca yer bulabildiğim, geçirdiğim tek bir gündüz ve gece boyunca, bu sene ikinci albümlerinin çıkmasını sabırsızlıkla beklediğim Bloc Party'nin o ilk sevmiş olduğum iki güzel parçasının olduğu cd'yi dinlediğim Münih.. hani şu bizim Göynük cd'sine, "Positive Tension" adlı 4. en sevdiğim (aslında artık 1 ya da 2 olmuş olabilir) parçasını koyduğum Bloc Party... hep o tek başına dünyanın geri kalanını (amma da abartı) keşfettiğim dönemlerin bir dönemine denk gelen münih.. az buçuk mimarlık tarihi bilgimle, "Marienplatz" yakınlarındaki pek sevdiğim kiliseyi, Romanesk öğeler içeriyor, ama Gotik inşa teknikleri kullanılmış olabildiğine göre, heralde olsa olsa 17, 18. yy neo-Gotik akıma denk düşen bir yapıttır diye sallayıverdim yer.. Neue Rathaus'una bakıp, aman ne güzel yapmış adamlar dediğim, akşamüstü turist atraksiyonu olarak oynattıkları o garip saat kulesindeki garip kukla şovunu o kadar da beğenmediğim Münih..

Europa-spezial biletimle 29 euro'ya haklı ve gururlu bir şekilde saat 04.27'de kalkacak ve öncesinde birkaç saat boyunca Hauptbahnhof yakınlarında bir dönercide Hesse'nin Demian'ını okumayı bitireceğim, dönerleri lahmacunların ve ucuz biraların, ve memleket sohbetlerinin takip edeceği, daha sonra uyukladığım tren istasyonunda polisler tarafından uyarılacağım ve hayatımda ilk defa göreceğim için çok heyecanlandığım ve çok çok beğeneciğimi o an bile hissettiğim Ağustos 12'sinde 15 derece havayla beni karşılayacak Berlin yolculuğumun son durağı Münih.. tam da 6 ay sonra gideceğim Danimarka'da, iyice "entegre olmaya başladığım" Alman kültürüne cila vuracak, "Nazilerin İktidara Gelişi" adlı derste sıkça sıkça bahsini edeceğimiz Berlin ve Münih
.. sağcıların her daim kalesi. üzüntülü, kızgın, öfkeli; her bir yanı aslan heykelleri dolu Münih.. şimdi belki Viktualienmarkt'ta soğuk bir bira içiyorsundur. gerçi mevsimi değil ama, burada gökyüzü masmavi ve kuşların bol bol selamı var. tam da orada yalnız başıma bira içerken aslında aklımda başka şeylerin, kişilerin, yerlerin de olduğu yer.. hayat acımasız, ve değişken. ama elma ile armutu da karıştırmayalım lütfen. zaten o "elma değil ayva" ay, ay ay.. ve hayat güzel. belki şimdi Viktualienmarkt'ta biranı içerken beni düşünüyorsundur. belki de düşünmüyorsundur. belki Olimpiyat Parkı'nın yakınından geçmişsindir. Olimpiyat Evi'ndeki konaklama yerlerinin mimarisi hakkında bile konuşabiliriz. benim az buçuk bilgim var ama önceden uyarmam gerekebilir.. kuzeyin evlerine hiç benzemez Münih evleri.. Danimarka'yı terk ettikten sonra Hamburg üzerinden tam da 11 ay sonra tekrar uğradığım ve ilk seferki 33 saatin üzerine, bu sefer 14 saatimi geçirdiğim ve gene Hauptbahnhof'undan veda ettiğim Münih..

hiç bir zaman çok sevmeyeceğim belki de; bir yeri çok sevebilmek için oranın insanlarını, tarihini ve kimliğini de çok sevmen gerekir. üzücü geçmişler, Münih olayları, mutsuz bakışlı ciddi diplomatların aşağılayıcı sözlerle prim topladığı şaşkın şehir ve aslında hiç orada olmayan Bavyeralı kadınlar.. ve mutlaka içlerinde, yeşili de seven, kafalarının tepelerinde ufak güneşler ve aslancıklar taşıyan masum bebeklerin de büyüdüğü kent.