Wednesday, September 19, 2007

Bienale üstü kuru

Sabah önce ben uyandım. Berk hala homurdana homurdana uyumakla meşguldü. Bugün hava biraz kapalıydı, sonbaharın habercisi bulutlar dolanmaya başladı gökyüzünde. İMÇ'ye gitmek için sözleşmiştik, evi terk edişimiz öğleden sonra 2'yi buldu. Esra öğle yemeği arası verdiği için kahvalt/yemek usülü takıldık ona. Fıccın'da bir şeyler atıştırırken akşamüstü kuru fasülye-pilav yemek istediğimi farkettim, bienal gezimizden sonra Süleymaniye'ye gitmeye karar verdik. Hem, her zaman çok sevdiğim Unkapanı-Süleymaniye arası yürüyüşü bu sefer Berk'le de paylaşabilecektim.

Yeni iki katlı kırmızı otobüslerden birine atlayıp İMÇ'ye gittik. Bilmiyorum "hiç bu kadar iyimser ol"muş muyduk, olmamış mıydık ama Bienal'in içeriğini ilk izlenimlerimde beğendiğimi söyleyebilirim. Bu seneki bienalin benim için özel yanı ise sanatçı asistanı olarak Atelier Bow-Wow'un projesinin kurulumunda çalışmış olmam. Daha önce Antrepo ve AKM'yi gezerken beğendiğim eserler de genelde çarpıcı, siyasi söylemi yerine oturtmaktan sakınmayan ve bence başarılı bir şekilde "taraf olabilen" eserlerdi. Özellikle Antrepo: No. 3'te çok fazla video çalışması var ve epey zaman ayırmak gerekiyor. Videoların içeriği de tarzları kadar çeşitli ve doyurucu. Antrepo zaten genel olarak büyük isimlerin büyük projelerinin mekanı olarak öne çıkıyor. Koolhaas'ın eseri belki bilmediğimiz şeyler sunmuyor ve artık alıştığımız bir tarza dikkat çekiyor ama hemen yanında bulunan Agoyan'ın video çalışması, dünya siyasi hegemonya tarihini renklerle gösteren animasyon ve ismini hatırlayamadığım (sanırım Hong Kong'lu) sanatçının eserleri özellikle o odada, öznel tarih (siyaset ve iktisat) ve zamana ve mekana dayalı aidiyet konularını harmanlıyor.

İMÇ'de ise genel olarak kentsel dönüşüm projeleri ve bunların sosyolojik ve iktisadi getirileri (ve götürüleri) ile ilgli genelde eleştirel ton içeren eserler yer alıyordu. Bir yandan A.B.D. - Meksika sınırındaki bariyerli ama geçirgen doku hakkında fikir sahibi olurken, bir yandan kadın bedeninin fahişelik vb. sömürülerine karşı oluşturulmuş bir grubun moda tasarımlarını inceliyor diğer bir yandan akşam yiyeceğimiz kuru fasülye-pilavı düşünmekten kendimi alamıyordum. Sanata doymaya başlamıştık ama ne de olsa sabah sadece atıştırmalık bir kahvaltıyla kendisine yeterli ilgiyi göstermediğim bir midem vardı. Ramazan ayı dolayısıyla "kamusal alanlarda" ise pek fazla yemek konusunu konuşmak istemediğimden ötürü ancak "kendi kendini yiyen" ve beni de vicdanımla baş başa bırakan mideme bir yandan acıyor, bir yandan da küfrediyordum.



(sanat sepet derken kafa da oldu bir dünya)

İMÇ'deki eserlerin çoğu 5. Blok'ta fakat 1. ve 6 . Blok'a da uğrayıp buraları görmekte yarar var. Özellikle 6. bloktaki "linç, sopa, darbe geçirmez mont"u ve "iş tekliflerinizi kabul etmiyorum" mektuplarını eğlenerek izleyebiliyorsunuz. Velhasıl kelam saat 19.00a doğru 6. Blok'u da aradan çıkarmaya karar verip mevz-u bahis komplekse yönelirken tanesi 3 YTL'ye satılan VCD'ler ve çakma popçu ve türkücülerin albümleriyle dolu mağazalardan birine uğramadan edemedik. Ingmar Bergman'ın "Persona"sını 3 YTL'ye almak epey sevindirici oldu ama Kutsişan (?)'ın albümünü alma cesaretini gösteremediğimiz için de içimizden bir şeyleri o dükkanda bıraktık.

Unkapanı'ndan Süleymaniye'ye çıkarken, o meşhur köşeli apartmanın yıkıldığını ilk defa birkaç hafta önce gene tesadüfen buradan geçerken farketmiştim. Etrafındaki bir iki bina daha yıkılmıştı ve Berk uyarmasa kafamı yiyeceğim taşla birlikte heralde bir daha o yıkıntıları göremeyecektim bile. Üstteki yokuştan alttaki yola koca koca taşlar atan çocuklar neredeyse bizi de kaza kurşununa kurban edecekti. Küçük sıpaların birkaç fotoğrafını çektikten ve yıkılan binalardaki evsahiplerinin "memleketlerine siktirip gittiklerini" öğrendikten sonra "ben de bi foto çekebilir miyim abi?" ısrarlarına dayanamayıp kamerayı çocuklara verdik. Her biri birbirlerini, Haliç'i ve bizi olmak üzere farklı konularda birer fotoğraflarını çektikten sonra elimizde komik ve flu bir Berk-Ömer resmi ile tam iftar vaktinde hıncahınç dolu Süleymaniye kurucularında aldık soluğu.



(miniklerinin objektifinden Berk ve Ömer)

Biz her ne kadar tutmadıysak da kendisinin bizi tutmasını temenni ettiğimiz ve "Ey Oruç Tut Bizi" şeklinde seslendiğimiz Süleymaniye Camii'nin karşısındaki kuruculardan birine yerleştik ve siparişleri verdik. Yalnız, foseptik sorunundan mı yoksa iftar vaktinde topluca kuru fasülye tüketiminin getirdiği biyolojik gerçeklerden ötürü mü olduğuna tam karar veremediğimiz nahoş bir koku da bize yemek boyunca eşlik etmekten çekinmedi. Akabinde, sanata doyan bünye, kuruya, pilava, bibere, acıya, suya, pideye ve çaya da doyduktan sonra keyfimiz iyice yerindeydi. Bu "otantik" günü nargile ve Türk Kahvesi eşliğinde klişelere meydan okurcasına tamamladıktan sonra gerisin Galata'nın yolunu tuttuk.



(Berk ellerini kaldırmış arkasındaki ışıkların resme girmesini engelliyor gibi görünse de, aslında bütün gün beklediğimiz bu kutsal yiyeceğe mütevazi bir secde pozisyonunda imana geliyor)

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin yanındaki "Esnaf Hastanesi Özel Business Hospital"a el salladıktan sonra Beyazıt'tan bindiğimiz tramvay bizi Sultanahmet'te indirmeye karar verince, Gülhane'den aşağıya doğru devam edip Sirkeci'de tekrar tramvaya binerek Karaköy'de, yeni başlayan yağmur eşliğinde muhitimize vardık. Cihangir'de iş arkadaşlarıyla içki içtikten sonra biraz da gecikmeli olarak yanımıza gelmeye karar verebilen (eğer birkaç ay önce Galip Dede Caddesi'nden kuleye doğru yürürken yolda bulduğumuz o koltuğu almasaymışız, takım elbisesiyle "yataklarda" oturmak istemediği için ziyaret kararını vermekte zorlanacak olan) Seçkin'le birlikte Fenerbahçe-Inter maçını 2 Fenerli bir Beşiktaşlı olarak 5. sınıfta Milliyet Sınavı yarışmasında kazanıp da ablama hibe ettikten yıllar sonra Galata'ya getirdiğim ve yarısı kırık bir antenle 10 kaplan gücünde sinyal alan televizyondan izledik.

Yorucu, keyifli ve uzun bir gün geçirmiştik. Geç kalktık ama nispeten erken yol aldık. Planladığımız aktiviteleri gerçekleştirmiş, araya bir de ekstradan bir yürüyüş ve yemek ziyafeti katmıştık. Fenerbahçe de kıskandıracak derecede iyi bir futbolla maçı kazanmıştı. Seçkin takım elbisesinin içerisinde, ben ve Berk de pis kıyafetlerimizin içerisinde mutluyduk. Sanırım, önemli olan da buydu.


(Seçkin'i jantili dünyaya erken kaptırdık.)

No comments: