Wednesday, December 20, 2006

"salvador" üzerine

manuel huerga'nin yonettigi, daniel brühlün salvador puig antichi canlandırdığı film.

"moda" üzerine düşündürten bir film oldu beni. ilk defa el crimen del padre amaro ile tanıştığım ve birçokları gibi benim de rahatça benimsediğim gael garcia bernal geldi öncelikle aklıma. amores perros ve la mala educacionda karakterini oturtan bernal'i, motorcycle diariesde izlemek, iyi bütçeli, naif bir "che" anlatımı sorusu ile birlikte, benimseyebileceğimiz bir devrimci profili çizdi bile. "benimseyebileceğimiz"den kastım, sanki biraz oyunculuk ve iyi bir makyaj ile, güzel bir set önünde kendimizi yerine koyabilmemiz anlamında tabii. "önemli" konularda, ünlü ve belirli karakterler sonucunda kendi kimliğini oturtmuş oyuncuların oynamasının anlamı ne olabilir? gael garcia bir orta amerikalı (meksika), daniel brühl, canlandırdığı karakter gibi bir katalan ve eminim ki her ikisi de en az, birçok gencin içinde deniz gezmişi hissettiği kadar hissettiler oynadıkları karakterleri. zaten soru da buradan geliyor.

filme dönersek: salvador puig antich, baba karakteri ile çatışma halinde olan, orta-yüksek gelir tabaka bir ailenin çocuğu. kendi iç çelişkilerinden biri de muhakak ki, daha sonra hapishanede gardiyanın da kendisine ifade ettiği gibi "burjuva devrimcisi" olup olmadığıdır. manuel huerga filmle birlikte kesinlikle bu duygunun üzerine oynuyor. "burjuva bir aktörü, burjuva bir seyirci kitlesine sunarak" diyebilecek kadar kaba bir prototip kurabiliriz. 1970'ler kamplaşmasının bir parçası olmayı, evde hiçbirşey yapmadan sessiz durmaya, ve futbol seyretmeye yeğleyecek kadar da girişimci (!) kendisi gibi birkaç arkadaşı ile birlikte, banka soyarak elde ettikleri parayı, işçi hareketlerine sermaye olarak kazandırmak istiyorlar. film boyunca, "mil" adı verecekleri bu örgütlerinin herhangi bir sendikal veya diğer işçi örgütlenmeleri ile ilişkiye girdiğini görmüyoruz halbuki. peki o zaman puig ve arkadaşları neyi amaçlıyorlardı? aslında, karşı durmaları gereken bir şey olduğunu farkeden bir grup genç olarak, "almaları gereken bireysel tavırları kolektif bir bütün içinde alabildiklerini görebilen" bir grup insanı mı? aslında, huerga, bu sorgulamayı karakterlere yaptırdığı gibi izleyiciye de yaptırırken, eminim kendisi de sıklıkla aynı süreçten geçmişti.

ufak bir flashback'le filmin başında akan jenerikteki "che ve diğerleri" görüntülerini hatırlayayım. çok mu tanıdık demeliyiz? puig'in "mil" grubunun hareketleri 1973 civarlarında gerçekleşiyor. dolayısıyla, (her ne kadar filmde bunu dile getirmese de) ilk seçimle iktidara gelen sosyalist lider salvador allendenin pinochet'nin kanlı darbesi devrilmesi anını televizyondan izlemelerine karşı verilen coşkulu tepkiye, "evet, gerçek devrimci ruhu bu" mu demeliyiz yoksa "mütevazi ama içten bir içerik ile tutarlı davasını yansıtmaya devam ediyor yönetmen" diye ümitlenmeli miyiz? die fetten jahre sind vorbeida genç anarşistlerin (!) iç çelişkilerini en saf haliyle dışarı vurmalarına yardımcı olacak bir zengin patron karakterimiz vardı. bakınız ki, o filmin de başrol oyuncusu daniel brühlidi. 1970ler anarşisinden ziyade 68 kuşağı'nın 2000ler versiyonu olarak berlin sokaklarında gezinen arkadaşlarımız, gerçek 68liler gibi "freelove" olgusunu kabullenip, iç çatışmalarına gem vurabilecekler miydi, bunu izledik. sinir bozucu derecede gerçekçi ve içten gelmişti o reçete. burada ise, gittikçe başarılı bir duygusallığa kayan, içten içe "puig benim" dedirten ama bir yandan da, sırf bu yüzden ufak karın ağrıları çektiren güzel bir film var elimizde.

puig'in, ne kadar da konu ile ilgisi olduğu konusunda seyirciyi çelişkiye düşüren ufak aşk hikayesinin (tabii ki, filmin ikinci yarısından sonra tamamen drama'ya dönüşen yapısına katkı olması için konulmuştu) dişi kahramanı da, gene bu "yöre"lerden ve bu "janr"lardan ingrid rubioki, bu güzelliği en belirgin olarak noviembrede izlemiştik. taşlar iyice yerine oturuyor. malesef karşımızda, "celebrity"lerden oluşan bir anarşist çete ve yandaşları ve yoldaşları var. kendimizi biraz fazla özdeşleştirebiliyor olmamızdan korkuyorum. çünkü, gerçekten de 1970ler ispanya'sında (elbette 1975'e kadar) sokağa "ölmek" için çıkanlar, bir film setinde yapma tabancalarla birbirlerine ateş edip, filmlerinin galasına güzel arabaları ile gidecek değillerdi. ve biz de "kanyon" sinemasında filmi seyrettikten sonra, eve sağ salim gideceğimizi bilirken, ya da en azından sokakta çatışmalardan değil de, metro hattına yanlışlıkla inebilecek bir "doğalgaz çalışması sondaj ekibi aleti" yüzünden hayatımızın tehlikede olabileceğini düşünürken; o "gerçek" mücadeleyi 138 dakikalık ufak bir porsiyon olarak almış olmuyor muyuz? "mücadele" hevesimiz de bu ufak 2 saatlik porsiyonlar ve artık "ailemizden" sayılan bu tanıdık aktörlerle birlikte harcanıp gitmiyordur umarım, diye düşünerek ayrılmama neden olan, artık-duygusallığa-vurulduğu-andan-itibaren en azından samimi ve güzel bir duygusal; öncesinde de hazmedilebilir bir "anarşiye giriş" temalı film.

metroda dönüşte, ellerinde tespihli iki mütevazi seyirci, "yeteri kadar sınıf çatışması"nın sergilenmediğinden dem vuruyorlardı. bir tanesi diğerine "sovyet sinemalarında bazı örneklerini bulabileceğini" söylerken (izlemediğim) eve dönüşten kat be kat iyi, ve sinema-tarih buluşması kapsamındaki filmler arasında, izledikleri en iyi film olduğunda hem fikirdiler. şükür ki, herhangi bir boru metroya isabet etmedi veya eve dönüşlerimizde, serseri kurşunlardan birine denk gelmedik.

gri yürüyüş

sunum kötü geçti. gene bir yürüyüş hali buldu beni. gündüz, gri bir hava, yağmur çiseliyor, daha sonra sağanağa dönüşecekti. kaybetmiş adam yürüyüşü. anneme "güle güle" dedim, teşekkür ettim sunuma geldiği için.

gene kulağıma taktığım müziği, İstinye'ye doğru yürümeye başladım. umarsızca su sıçratan arabalardan kaçabilmenin en iyi yolunun deniz kenarı tarafındaki geniş kaldırıma çıkmak olduğuna karar verip, karşı tarafa sıçradığımda farkettim tekrar uçsuz bucaksız gri gökyüzünü ve altındaki yeşil-lacivert denizi. arkada Emirgan-İstinye arasında uzanan tepeler ve konaklar başladı. sandığımdan daha bile kısa süreceğini sandım yürüyüşün. ama, bu, o beklenmeyen ve "ayakların götürdüğü" yürüyüşlerden biriydi. önceki başarısız gece yürüyüşü gibi değil, yazdan beri ilk defa ayaklarımı dinleyebildiğim yürüyüş.

maslak yokuşunu da geçip istinye'ye devam ediyorum. başı kapalı bir grup, servis bekleyen kız öğrencinin yanından geçiyorum. kulağımda müzik. etrafımdakilere bakıyorum. balıkçının zar zor yanan sarı ampulleri, ve şiddetini artıran yağmur. 10 yıl öncemi ve 15 yıl sonramı görmüyorum. yanımdan geçen çocuklar ve adamlar benim geçmişim ve geleceğim değil. ama gene aynı kamuya mal edilmiş kaldırımların üzerine koşarak çıkıyoruz park etmiş araba yüzünden caddeye inip de, geçen arabalar bizi ıslatmasın diye kaçarken. o bakışlar benim bakışlarım değil, ve onlar yalnız yürümüyorlar. çünkü benim kulağımda müzik var. kimseyi dinlemeden kendi hikayemi yazmaya devam edebiliyorum. küçük burjuva şımarıklığımla herkesin arasından yürüyüp, denizin kenarından tatlı tatlı seyir alabiliyorum. ya da herkes gibi, en doğal hak olan nefes alma ve en güzel meslek olan yürüme'yi tecrübe ediyorum sadece.

gri olduğu kadar ıslak ve soğuk olmaya başlıyor. kışları sevmeye başladığımı yeni yeni hissetmiştim son yıllarda. kış soğukluğu, çünkü belki en üşüdüğüm anlarda bile bir şekilde sıcak kalacağımı bilmenin rahatlığı. İstinye tepelerinde önce konaklar, ve sonra kışları sevmeyen gecekondu mahalleleri başlıyor bu sırada. limanın içinden geçerken, müzik sert bir hal alıyor, ve o an yazamadıysam da tüm bunları, şimdi hatırladığım kadarıyla hislerim de kabarıyor. kışları sevmeye başlamışım. soğuğu hissetmek istiyorum. iliklerime kadar. ama paylaşmak istiyorum. senin de benimle olmanı istiyorum bu soğuklarda. bembeyaz kesilen damarlarıma dokunmanı istiyorum. kanını istiyorum içimde. bahar sabahlarına uyanmak gibi, sırılsıklamdan kuruya kaçmak ya da hiç dışarıya çıkmamış olmayı. ama aslında en fazlası; artık iyiden iyiye sağanağa dönüşen bu yağmurda fütursuzca ıslanırken bir şey söylemeden aynı yolu yürümeye devam etmeyi.

ve gene karşımda ayaklarımı baştan çıkaran bir şey beliriyor. merdivenleri görüyorum iki ahşap konağın arasından İstinye'nin sırtlarına çıkan. hiç düşünmüyorum bile. araba geçişinin yavaşladığı bir anda su birikintisinin üzerinden becerikli bir şekilde sıçrayarak karşıya geçiyorum. merdivenleri çıkıyorum. tepeleri çıkmanın her zaman en doğru olduğunu (ve artık sırf doğru olarak görmeye başladığım için sıkılmaya başlamaktan bile korkmayacak kadar kesin bir doğru olduğunu) anlayalı birkaç sene oldu. Granada'da, Bergen'de, Cihangir'de, Mudurnu'da, dünyanın her yerinde belki de.. sen geliyorsun tekrar elime, seni çekiştirerek yukarı çıkarmak istiyorum. dünyanın her yerini gezmek değil, bütün dünyayı yürümek isteyebilirim. zaten hep istemiştim. aslında belki acı bir şekilde farkediyorum tam da tepeye çıkıp, yeni bir araba yolunun üzerinde yürümeye başladığımda: en huzurlu anlarım, çoklukla tek olduğum anlar. ama aynı zamanda biriktirip, hayalleri kurduğum, gerçeğin içinde yaşarken masalı hissettiğim anlar. sonuçta hepimiz kendi hikayelerimizi yazıyoruz. ve benim tam da bunlara ihtiyacım var. acaba bunu anlayabilir misin? bütün bu yalnızlıklarım, dağ yamaçlarında düşünme hasatına verdiğim yürüyüş anlarında kabaran duygularım. işte bunlardı o karşılaşmaya kadar biriktirilen deneyimler. gene onları biriktiriyorum dersem saygı duyar, hatta gelecek için ümitli olabilir misin?

masalları seviyorsun. her gün masallar yaşamak istiyorsun. masal kahramanlarını örnek veriyorsun bazen gördüğün yerlerden. ama aslında ben de masalları seviyorum, kahrolası gerçekliğin (ki, onu da seviyorum) içinde ara sıra masallar anlatmıyor muyum ben de? işte bu onlardan biri. belki biraz sabır, belki biraz niyet gerekli. ben sana her gün masal vermeyi vaat edemem. sen her gün ufak masallar isteyebilirsin. ama ben sana arada bir büyük masallar verebilirim. bunu hissedebiliyor musun?

tam bunları düşündüğüm anda, "beklediğim oluyor" diyebilmek için yarattığım bir beklentinin farkına varıyorum. telefona bakıyorum. sadece 3 dakika ile kaçırmışım. 3 dakika önce aranmışım. evet, sonuçta sunumum vardı, ve sunumum bu saatlerde bitecekti. aramama anlaşmamıza rağmen bu saatte aramasını beklemek doğaldı. ya da belki de, aklına gelen "önemli" bir şeyi sormak için bile aramış olabilirdi. ama, hissettiğini hissettiğim için aradığını düşünmeyi yeğledim. ne de olsa düşünmek istediğim buydu. kendi hikayemi yazıyordum, kendi masalımı ya da. hepimiz böyle yapmıyor muyuz aslında? kendi hikayem bu hisler üzerine kuruluydu.

tam da doğru bir zamandı belki de. gene, belirli zaman sonra dönüp baktığımda, gittiğim yerleri hatırlayıp, oraya tam da nasıl geldiğimi bilemeyeceğim yolculuğu oluşturan o hislerin sona ermesi için doğru zamandı. çünkü yol da bitmişti. tekrar ana caddeye dönmüştüm, ve bütün bu hikayeler, yollar tekrar "geri"ye döndüklerinde coşkularını kaybederler. iyice sırılsıklam olmuştum. beni maslak'a çıkaracak minibüslerden birine attım çırılçıplak bedenimi.

Tuesday, December 19, 2006

gece yürüyüşü

uzun zamandır gece yürüyüşü yapmamıştım. evden çıkıp teşvikiye meydanı'na doğru yürüdüm. yılbaşı süslemeleri çoktan sokakları kuşatmaya başlamış bile. dolmuşların kalktığı sokağı gene "burn" kapmış. "ateşli geceye" 11 gün bilmem kaç saat kaldığını söylüyor dijital pano. yılbaşı gecesi altından akacak olan keşmekeşin hemen üzerinde o dijital panonun, tam saat 12yi gösterdiği sırada üzerine isabet edecek bir molotof kokteyli ile cayır cayır yanmaya başladığını görüyorum. ışıktan kaçıyorum.

gece yürüyüşleri, trafiğin azaldığı, yeteri kadar geç yapılırsa, yalnızca, köpeklerin, yalnızların, aklı karışıkların, çiçeklerin içeresindeki çöplerde yemek arayanların ve sokak lambalarının hükmettiği bir ayine dönüşüyor. rumeli caddesi'ne çıkıyorum. yazın sonlarına doğru sıcak bir akşamüstü melteminin sürüklediği Kurtuluş'a kadar gidebileceğimi sanmıyorum. ne o kadar derin buhranlar içerisindeyim, ne de sol bacağımdaki ağrı buna elverişli koşul sağlayacak durumda. Pangaltı'nın içine doğru, beni tekrar Valikonağı'na bağlayacak sokağa dalıyorum. migreni olan biri olarak, ışıktan ve sesten kaçışım olması gerek bu gece yürüyüşlerinin, ama kulaklarımdaki bangır bangır gürültü ve sınırlarötesinden gelen o kör edici ışıkla ne kadar migren savuşturulabilir bilmiyorum. en azından soyut migren için yeterli bir kaçış planı.

astral seyahatlerimde, bebekliğimin sokağı olan sokağa dalıyorum. rüyalarımda hep öbür tarafından girip şimdi daldığım taraftan çıktığım sokak. ve, o zamanlar gökyüzü o kadar büyük ve uzaktı ki, binaların tepelerinin de gökyüzünde olduğunu düşünürdüm. hiçbir zaman sokağın sonunda sola kıvrıldığını unutmadım ama her zaman gerçek hayatta yıllar sonra (ki bu birkaç yıl öncesine tekabül eder) bu sokağa dalıp da "aradığım sokağı buldum" dediğim andan beri bu sokağın bu kadar küçük olduğunu da farketmemiştim. ne de sokağın sonunda Pangaltı Ermeni Lisesi olduğunu. yolculuğun en karanlık bölümü, ve sanırım en çok çağıranı da aynı zamanda.

tekrar Valikonağı'na çıkarken kırmızı ceketli kızla kesişiyor yolum. korkarak bakıyor yalnızlığıma. aynı yönde ve aynı sokakta yürüyecek olmamız biraz endişelendiriyor beni. karanlığımı vermek istemiyorum; ya da yönümü değiştirmek. planımı bozup tekrar Teşvikiye Caddesi üzerinden dönmeye karar veriyorum eve. malesef planladığımdan çok daha erken aydınlığa dönmüş oluyorum. ve kuru gürültüye. zaten hayatımın bu evresinde, üretkenliğim de kısıtlanmaya başladı. ama aydınlık çağrı'yı kovmuyor, aksine erken gelen huzursuzlukla birlikte, müthiş bir mide travmasının başlangıcının habercisi oluyor.

eve doğru inen sokağa geldiğimde kararımı veriyorum. onu aramadan ve sesini duymadan uyumak zulüm gibi gelecek. yeteri kadar verimli bir gece yürüyüşü yapamadığımı zaten bu noktada kavrıyorum. tam da Pangaltı'da aramayı düşünürken, yalnızlığımı kesen o engel çıkmasaydı karşıma, şimdiye dek çoktan sesini duymuş olabilirdim. kapanmış bir dükkanın içinden camın kenarında korku dolu gözlerle, yardım isteyen bir köpek havlıyor dışarı doğru. tam 4 yıl ağzındaki dükkanın önünden sırasıyla iki taksi geçerken, karanlık sokaktan bir adam bana dik bir şekilde yolumu kesiyor ve bir başkası da taksilerden birine biniyor. bütün bu ufak bahaneler, köpek için "yardım etmemekten" duyacağım pişmanlığımı azaltan dış etkenler. köpeği unutuyorum. yürüyüşlerim genelde, bir yere "varım" veya "doyum" noktasında biterler. olmuyor bu sefer sanki. sesini duymam gerekiyor.

ilk defa gece yürüyüşünde üşümeye başlıyorum. eve geliyorum. arıyorum. "iyi geceler" diyorum.

Wednesday, December 06, 2006

manzara

kararsızlıklar ve bıkkınlıklar anında, kalbi küt küt attıran, karın kaslarını çok sıkı çalıştıran hislerin önemi..

bırakmışlık anında, karşına çıkıveren birinin hissetirdikleri gibi. "bina" kelimesini her görüşte yaşanan abuk subuk his.

oğlan, bu düşünceleri bir kez daha kafasından geçirirken, günler sonra açan güneşle birlikte tekrar o güzel manzarayı izleyebildiğini farketti. buraya gelmeye heves ettiği günleri düşündü. mesafeleri kat ederek, büyük uğraşlar sonunda, hep de o beklediği "beni bir yere götürecek bir şeyler çıksın"ın karşısına çıktığı anı düşündüğü ilk günü anımsadı. tam, olmasa da, yakınına konuşlandıracak bir yer. bu müthiş manzarayı izleyeileceğini öğrendiği o metini de ilk defa okurken ne kadar heyecanlanmıştı. hemen bir şeyler yazmaya karar vermişti.

"doğu", "demokratik", "eyalette ilk", "en eski" gibi nostaljik kelimeler o metindeki heyecanı artıran diğer önemli unsurlardı. "250 kişilik salon", "setin içerisinde sınıflıklar", "yerinde öğrenme şansı" gibi düşünceler. hem de bu şehre ilk geldiği zaman, bütün bunların anlamını bile bilmeden aynı binayı ziyaret etmişti bile. o da soğuk bir yaz günüydü ve vakti olsa, o gün oynayan filmi seyretmek isteyecekti.

hafızasını kenara koydu. günler sonra açan güneşle birlikte uzaklara daldı. baktığı eseri, şimdi kız da bir yerlerde seyrediyor olmalıydı. bunu biliyor, bunu istiyordu. bunun için buradaydı. ama o hiç bir zaman, daha hayatta hiç bir seferinde bir şeyin "tam da yanında" olamamıştı. hakimiyet duygusunun yokluğu her zaman içini yese de, onu bir yerlere sürükleyen rüzgarların oluşumunda yardımcı oluyordu. tam da böyle olmasını isteyip istemediğine karar veremiyordu. söz verdikleri gibi aynı yere bakıyor olmalıydılar şu anda. o metini ilk okuduğundaki karışık düşünceler gene beynini sardı. hafızayı tekrar başlatmaya hazır değildi. tam o sırada, alexanderplatz'daki o müthiş kulenin tepesinden yansıyan o keskin ışığı farketti. günler sonra açan güneş, kilometreler ötesinden müthiş bir manzara sunuyordu.

Saturday, December 02, 2006

güneşin kalbinin kontrolleri...

dakika ve dakika klm sitesinden, iniş anını takip ediyorum. bir şeye takıldığım zaman vazgeçemediğim alışkanlıklardan biri belki de. bugün evden dışarı adımımı atmadım. "toprak" üzerine düşünüyorum bu günlerde. bir "ateş" burcu için tehlikeli ve antipatik element. annem gibi, toprak burcu olmanı fazla irdelemedim bu düşüncelerde. toprak ve muhafazakarlık, aşiret ve iktidar. soğuk bir hava var, dışarısı karanlık ve evde de kimse yok. rahat bir klişe giriş. her zamanki gibi çorap olmayan ayaklarım, pencerenin ufak aralığından girip de tam masanın altına inen meltemle üşüyor. vücudumun geri kalan kısmı sıcak. seninle birlikte ayaklarımda üşüme, geri kalan yerlerimde kızarma alışkanlığının başlamasından da bahsetmiştim.

danimarka günlerindeki üşümeleri anımsatıyor. "set the controls for the heart of sun"ı çok erken keşfetmiş değildim. bu sene ve özellikle kuzeyin soğuklarındaki yalnızlıklarda üstüste dinlerdim. bir şeye takıldığım zaman vazgeçemediğim alışkanlıklardan biri olmuştu. simsiyah ipod'um parçalanana kadar, siyah gecelere eşlik ediyordu. 3 derece sıcaklık (veya soğuklukta) 6 km. gidiş - 6 km. dönüş şehre uzak yurdumdan, ağzımdan akan tükürüğün donduğu o bisiklet yolculuklarımda atkımın rahatsız edici etiketi hangi yöne bakıyor diye konsantrasyonumu kaybederken çokça bisikletten düşecek gibi oldum. ya da sadece Roger Waters'ın nefes kesen soğukluktaki sesinden ötürü kendimden geçiyordum. asla bu parçayı canlı dinleyebileceğimi bilmezdim tanıştığım günlerde. hem de sadece birkaç ay sonrasında iskandinav lacivertinde, batan güneşin altından çıkan gecenin soğuğunda.

eskiden en sevmediğim mevsimler için sonbahar ve kış yarışırdı. kışı sevmeyi başladığımda, soğuğu sevmeye başlamamdan ötürü kendimin başka bir yönünü de sevmeye başlamıştım. eninde sonunda, ateş'ten yoruluyordum. bugün en soğuk günlerimden biri. ama büyük bir soğukkanlılıkla karşılayabiliyorum. ayaklarım, heyecandan değil, tekrar rüzgardan üşüyor ve kuzey günlerindeki özlem'in benzerini yaşıyorum. önümüzdeki günler hiç kolay olmayacak. "yorgun görünüyorsun"ların artması sorun değil. kışın gelmesi hiç sorun değil belki de. kışı sevebilmeye başlıyorum. gri en boktan renk olsa bile hala. belki de, gri'nin "teşhirciliği", korkuyu tetikleyen bir travma oluşturuyordur.

Wednesday, November 29, 2006

kış griliği.. son seçmeli dersimi "türk yönetişimi" olarak seçmenin verdiği saçma bir tembellik. seçilecek onca ders içinden, biyoloji laborutavarları, fotğraf dersleri veya herhangi bir matematik/iktisat dersi bile alsam sanırım daha çok hevesli olurdum. sadece "bölüm"le ilişkillendirmek için alınmış bir ders.

kış griliğinde bir rüya.. kampüsün ortasında upuzun bir duvar. "türk yönetişimi" dersi hocamın Korel Göymen, eski müsteşar, okulun eski Üniversite Hizmetleri Direktörü olarak (Hüsnü müydü neydi adı) arz-ı endam ediyor. Vücut Korel, kişi Hüsnü. Yemek fiyatlarından gene çok şikayet etmeye başlamışım; bu sefer acısı, sınavı bir kabus gibi çöken Korel'den çıkacak galiba. terliyorum. terledikçe hareketleniyorum. müzikal gibi bir rüya. Ağır Roman'ı hatırladım. Ama rüyamda Korel güneşli, suratına pembelik ve turunculuk yansıyor. Sanırım pembeliğin kaynağını biliyorum. Benim gibi yemek fiyatlarından şikayetçi 30-35 kişi dansederek Korel'i duvara sıkıştırıyor. Sonra geri çekiliyoruz, sonra tekrar sıkıştırıyoruz. Ertesi gün, okulun web sitesi'ndeki duyurularda Müzik Kulübü'nün konser duyurusunun altına Korel, 12 madde halinde "öğretmenlere karşı takınılması gerekilen adab-ı muaşeret kanunlarını" yayınlıyor. gece çok ağlamış diye hissediyorum.

asıl konum ağlamaktı aslında.

şu kış günün griliğinde daha karanlık bir salonda oturduğumu hatırlıyorum. Çengelköy dolaylarında yürürken birinin bahsettiği, daha sonra Fındıklı dolaylarındaki müzede başka biriyle gördüğüm bir film. Tesadüf ya, dün gece rüyamda gördüğüm başkaldırı hareketinin orijinali olan 2 sene önceki yemek boykot'umuzla aynı dönemde görmüştüm o filmi de. Ve o rüya gibi, o film de gelip buluyor burada. Gözyaşlarıyla gelen tekerrür. Ağlayan Deve'nin Öyküsü.

Haftaya başlayacak Cengiz Han & Moğol İmparatorluğu Sergisi (Sabancı Müzesi) kapsamında sunumlar yapacağım. Muhtemelen ve yaklaşık 6 tane. Hazırlayacağım sunumların ilk 2si için konu seçmeye çalışıyorum. Moğol Budizmi. "Şaman"lık. Şamanlık da geldi beni buldu bu dönemler sanırım. Erdenezuu Tapınağı ve Karakurum şehri (Moğolistan'ın bir dönemki başkenti) arasından uçsuz bucaksız uzanan Gobi Çölleri'ne uzanıyorum web sayfaları üzerinde. Oryantalist bir müzik yok kulaklarımda, ama Jim Morrisson'un rüyalarını tekrar görebileceğim yaşlarımı da geride bırakmışım. Ağlayan Deve'nin Hikayesi'nde uyukladığımı itiraf edecem, bu kış grisinde çok daha karanlık salonda, ama gene de çok sevmiştim. Bugün gene Gobi Çölü'nde bir deve doğuyor ve çadırlarının dışında, hiçbir zaman keçmeyecek kervanı beklemeyi çoktan bırakmış olan bir Moğol kabilesi, yavrusuna alışamayan deveyi sakinleştirmeye; annesizlikten ürken deveyi etrafına alıştırmaya çalışıyorlar. Küçük deve ağlıyor, duvarın kenarındaki Koca Korel de ağlıyor. Ağlama Duvarı'nın kenarındaki yüzlerce Filistinli de. Çinliler başlattı "büyük duvarlar" işini, gözyaşları en başından beri vardı ama.

Wednesday, November 22, 2006

anayasal hukuk üzerine bir yazı

son seçmeli dersimi de "türk yönetişimi" üzerine almakla hala çok büyük bir hata yaptığımı düşünürken, gene de bir hafta sonraki sınav için çalışmayı ihmal etmemem gerektiğini biliyorum. ilk parça ile başlıyorum işe girişmeye. "anayasal hukuk" ve Türkiye'nin anayasal geçmişi ile ilgili uzunca bir makale. 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile başlayan bir dönemin günümüze kadar uzantısı ve ilk sayfalarda 2. Anayasamız olan 1924 Anayasası ile ilgili bölümleri okurken kışın yaklaştığını hissediyorum karanlık gecede. Arkafonda karanlığımsı bir müzik.

Gözümün önüne 1924 dolaylarında, tam da bu tarihlerde, Kasım-Aralık aylarında, sobaların etrafında toplanmış, takım elbiseleriyle, derin tartışmalara dalmış, matematik denklemi çözer gibi anayasa hazırlamaya çalışan insanlar geliyor. 7. maddenin üzerinden geçmek için tekrar maddeyi okuyan idealistin ağzından yoğun yoğun dumanlar çıkıyor. Ankara'nın kışı soğuk ve serttir. Kendi memleketinde kanunlar üzerine vatandaşla konuşan köy muhtarı sıcak çayı yudumlarken, yılın ilk karları düşmeye devam ediyor. Soğukluğu görüyorum. Mütevazi, uğraşan, bir film setinde siyahları ve renksizleriyle çok can sıkabilecek, ama bu mütevazi akşamımda, bir şeyler üzerine uğraşmanın verdiği kekremsi tadı alıyorum; o gri ağırlığı değil. çok büyük kavgalar da öngörmüyorum. "anayasayı değiştirmeye çalışmak"tan dolayı idama mahkum edilecek 47 yıl sonranın kırmızı günleri de canlanmıyor gözümde. veya, 82 yıl sonrasının laiklik-milliyetçilik ekseninde dönen kurşunî yeşilliği de değil midemi bulandıran.

saf bir aşık, saf düşünmeyi tekrar ve tekrar keşfedebilir. 1924'te saf bir şehir, elektriği yok, eli kalem tutan birkaç vatanperveri var; biraz sıkılmışlar. bolca sigara içiyorlar, bazen çay, bazen rakı yudumluyorlar. bir şeyler üretmenin heyecanı içerisindeler. mütevazi bir akşam onlar için de, ve mütevazi bir makale okuyorum ben de..

Saturday, November 04, 2006

bir, iki, üç, sekiz.... ve zyth!

sayıların aşkı:

8 kadın 8 ayrı kapris mi demeli
8 ayrı heyecan, 8 ayrı ses ve müzik derlemesi

8 kasım'da "8 kadın" saat tam 8'de. 9'una alındı şimdi.
8 gün 80 saat süren provalar
bir hafta 8 gün oldu, son gün 8 saat hiç durmadan çalışıldı.
8 kadın, 1 sesçi ve 2 boyacı acıktı
pizza söyledi
11 kişi 88 lira ödedi; kişi başı 8 lira düştü.
--------

A-Zyth:
okumaya başladığımı ufak yaşlarda becerdiğimi iddia ettiler. ablam, ya da anneannem, ya da "çok erkenden becereceğiz bu işi" hevesine bulaşmış biri halletti saolsun bu işi. edebiyatı 20lerine doğru, o da derme çatma yerleştirebildi ancak bu erken okuma ama en azından ufakken ve dedem hala sağken, bizim evde de bulunan Meydan Larousse'lara göz atmaktan alıkoymadı beni.

peki hep bu güzel ahşap kokan ve yaş ilerledikçe ağırlığı hakkındaki düşüncülerimiz sürekli değişen, en çok da ön kapağını açmayı ve içindeki eski fotoğrafları izlemeyi sevdiğimiz ansiklopedilerin yanlarındaki alfabetik sıralama 12. ciltte Zyth ile biterdi? A ile başlaması çok normaldi, bunu düşünmezdim bile, aradaki ciltlerin bile Tunh veya Muh'la başlayıp bitmesini de sorun ettiğimi hatırlamıyorum, ama "aile soyağacını iyiden iyiye çıkarma projeme başlayayım en iyisi" dediğim bu gün, Türkan Teyze'nin nefis puflarının ardından, ufaklığımın en garip saklambaç oyunlarının geçtiği dede evinde "Zyth", artık cesurca bir keşfi beklercesine çıktı karşıma.

Zythos: bir çeşit biraymış. epey de eski çağlardan kalma bir tarihi varmış sanırım. tevekkeli değil, içki dostu olmayan bir ailenin oğlu yıllarca bu zyth'ın gizeminden uzak durabilmiş.

peki bu olağanüstü keşiften sonra ne yaptım? tam da son ciltin ortalarına denk gelen Türkiye sayfasına rastladıktan sonra, 1973'te halen, (teasdüfe de bak ya! hep beni bulurlar!) saatler önce vefat ettiğini öğrendiğimiz Karaoğlan'ın 6 yıl sonra Demirel'le birlikte kendisini iyiden iyiye sıkı fıkı edecek TSK'yı henüz göndermediği Kıbrıs'ın yekpare bir ülke olarak göründüğü haritaya göz attım. Tunceli'yi aradım, aradım, bulamadım; meğersem il merkezi olan Kalan isimli köymüş Tunceli'nin olduğu yer haritada. İftihar abidelerinden "Efes Oteli'ndeki yüzme havuzu, Ataşehir-İstanbul" gibi o çok sevdiğim yağlı kağıdın üzerindeki fotolara göz atarken annemler soyağacında nereye düşeceğini şimdilik kestiremediğim bir uzak akrabanın dedikodusunu yapıyorlardı. Tunceli'ye bulamadığıma babaannem pek içerlememişti zaten. Sanırım "komünist"lerin varlığından çok da hazzetmesini beklemiyordum da.

güzel bir gündü; karın ertesinde kabarık ve masmavi bir deniz vardı ve de rüzgar öylesine şiddetli esiyordu ki, hava almak için camı açmaya yeltendiğinizde kendinizi bilinmeyen uzak diyarlarda veya Zyth'ın hemen yanıbaşında bulabilirdiniz..

Wednesday, October 25, 2006

the wind that shakes the barley

the wind that shakes the barley üzerine:

başı, sonu ve her yönüyle yüze vurulan tokatların sadece, kendi içeriği ile sınırlı kalmadığı film. hikayesi anlatılan dönemin, hikayeyi anlattığı dönemde yarattığı etkinin ötesinde; anlatılmasının ne kadar münasip olduğu da tokat gibi sarsan film. ama anlayana.

bir bayram günü taksim'de, hem de alkazar sineması'nda, iklimler gibi, ve gene cannes üzerinden gelen ve salonu dolduran yapıt. salonda, en şıkından, en "entelektüel"ine; gevezesinden, pür dikkatine tam bayramlık bir seyir. filmin künyesi ekrandan akmaya başladığı ilk andan itibaren neredeyse tamamı dolu salondan bir iki kişi hariç herkes kaçarcasına ayrılıyor. kimse, film boyunca sineye çektiklerini akan yazıyla bile bütünlemeye yaraşmayacak. "güzelmiş" ler, gülüşmeler, "alacağımı zaten aldım" snoblukları da değil kaçanlarınki; ya da yazıların akmasını beklemeliyim güdüsü ile de hareket etmiyor kalanlar. bu seyircinin almak istediği bu. 1.5 saatimiz ve birkaç ytl'lerimizi tükettik, evimize gidelim. sokağa çıkacağız, istiklal caddesi'nin keşmekeşinde; bayram sebebiyle bağcılar'dan avcılar'a kadar istanbul'un her türlü varoşu ve varlıklı semtinden akan insanların arasına karışacağız. sinema perdesinden iliklerimizin içine kadar inen o kutsal görüntüler çoktan yerlerini, sokağın ortasına sereserpe yatmış dilenci; ve az önce yanından geçen bayana laf attığı yetmiyormuş gibi üzerine bir de "öyle götü sikeyim" diyen herifin salyalarına bırakacak. bunların hiçbiri, kardeşin kardeşi öldürebileceği raddeye gelecek kadar bölün(dürül)müş ve kafası karıştırılmış bir hareketin bile yerini dolduramayacağı kadar içi boşlaştırılmış ve özenle manasından arındırılmış zihinleri şaşırtmayacak, etkilemeyecek.

kaçan, kaçtığı ile kurtulacak. babam ve oğluma (kendince) bilgili ve entelektüel bir çevreden "çok ağlatıyor ama" diye tepki göstermiş bir seyirci bu. sadece kendi nostaljisine tahammül edebilen, onu bile içine sindiremeyen bir grup belki de. "korkuyorum damien" diye ağlayan çocuğu; etinden zorla ayrılan tırnakları, kesilmeyen silah gürültülerini ve uğruna savaşacaklar için aşk ideallerini geride bırakanları hiçe sayacaklar (hayır, burada, filmde emeği geçenlerin isimlerinin akmasını bekleyerek onlara gösterilecek saygının hiçe sayılmasından bahsetmiyorum. o, bizi sarmalayan sinemanın büyüleyici ışığının, ve beynimizi salamura eden o gerçekliğin (kurgusal da olsa) hakkını vermemekten bahsediyorum.) belki de bunları yaşadıkları, yüzleşemedikleri için. belki, yaşamamaları gerekip yollarına devam etmeleri öğütlendiği için. postmodernitenin, anlamları daralttığı, idealleri manasızlaştırdığı, kafaları allak bullak ederek sinema salonundan insanları kaçırdığı o kaotik ve kabullenilemez kaçış bu. damien'ın, uğruna öz kardeşinden ve aşkından bile vazgeçebildiği; beni yanında sinemaya götüren ve yıllarca bakan, büyüten babamla çatışmak durumunda kalacağımız gibi.

manaları (sorgulasın, sorgulamasın) algılamayarak ucuzca kaçanlara inat, hisleri körü körüne tetikleyen film.

Saturday, October 07, 2006

Roskilde 2006 - part ii






cumayı cumartesiye bağlayan gece çok uzaklardan ve büyük kalabalıkların arkasından scissor sistersa göz atıp çadıra yönlendikten sonra, ertesi gün uzun bir günün beklediğini bilerek, uykuya çekiliyoruz.

cumartesi günü ana sahne "sert"leşiyor; konuklar: deftones, primal scream, tool (ve kanye west)

güne 14.45'te daha önce ziyaret etmediğim ballroom çadırındaki cabruera konseri ile başlıyorum. festivale, gönüllü çalışma (çöp toplama) karşılığında bedavaya gelmiş ispanyol arkadaşlar (ki daha sonra konser saatinde çöp toplamaktansa; bilet parasını ödemeyi tercih ettiler) ın daveti üzerine ballroom'a yollanıyorum. eğlenceli ispanyollar; etnik müziğin sahnesi olan ballroom'da takılmayı yeğliyorlar. bu konserlerden birinde, brezilyalı grup cabruera'yı ziyaret ediyorum. arkadaşları bulamasam da, epey dans ettirecek ritm yakalanabiliyor, hem de aynı anda kieran hebden (nam-ı diğer four tet) + steve reid projesi kaçırılsa da.

günün ve belki de festivalin en bomba sürprizi 70 sonları punk devrinin hollandalı temsilcilerinden, şimdinin tatlı amca ve teyzeleri olmuş, gitar, bas, davul minimal üçlüsünü 50li yaşlarına rağmen optimum seviyede, enerji kaybetmeden kullanan the exin 16.00daki pavilion sahnesindeki konseri oluyor. birkaç (nispeten hareketli) avrupalı'nın arasına 2 yağız türk olarak karışınca, ufak sahnenin önünde ufak çaplı bir pogo başlatmak işten bile olmuyor (her yerde yapılmasını tasvip etmem ya; yeri ve zamanında da uygulamadan kaçınmamak lazım). tabii, her duruma anında tepkili roskilde görevlileri bu durumda da hemen kıllanıyorlar ama aralarında bir kaç anarşist görünümlü ve birkaç "yitik" arkadaşın da bulunduğu bu grubu dağıtmaktansa; (avrupai) çözümcü bir biçimde diğer seyircilerle biz azmış heriflerin arasında çemberden bir duvar örerek hem onları korumayı hem de bizi engellememeyi akıl ediyorlar bir iki telsiz görüşmesi ve koordinasyon ile. bize de deliler gibi eğlenmek kalıyor; en sonunda ufak bir "güneş gözlüğü" kaybı krizi ile.

bu güneş gözlüğü kaybı bambaşka bir sürprize yönlendiriyor bizi. bir önceki konserde düşmüş mü mantığıyla bir önce konser izlediğim sahneye yhönlenirken; orange blossom ile tanışıyoruz. göçmen fransızlardan ilahi müzikler. sanki bir tony gatlif filminin içindeyiz. önce mauritanya çöllerinden cezayir'e uzanan ezgiler; avrupa'ya ufak geçişler ve arap çölleri ve orta doğu, anadolu havalarına doğrun seyreylen bir repertuvar, bol bol darbuka ve kendinden geçen seyirciler. hem de hepsi, bir deftones konseri pahasına da olsa!.. the ex'in üzerine orange blossom ufak sahnelerin bir festivali nasıl bir gerçek festival yapabildiğini gösteren en güzel sürprizleri oluyor roskilde 2006'nın...

maynard bizi diskoya götür

saat 19.00da primal scream ana sahnede mütevazi ama eğlenceli bir konser veriyor. belki ön sıradan izlendiğinden, belki de gerçekten o sahnenin onlara ufak durmamasından ama her halükarda bobby gillespienin karizmasından da olsa gerek; tool'a iyiden iyiye hazırlayan bir konser izliyoruz. bu arada tool için ön sıra kuyrukları oluşmaya başlamıştı bile primal scream'e girerken...

toolun nasıl büyük bir ilgi göreceğini tahmin etmiş olmalı kı organizatörler; konseri zamanında yapabilmek için primal scream ile aralarına 3.5 saatlik bir dilim koymuşlar. dolayısıyla tool'dan önce yaklaşık 2 saatlik bir hazırlanma süreci oluyor. bu da, ancak saatlerdir sırada bekleyenlerin içeri girmesi, seyirci düzeninin kurulması ve hepsinden öte sahnede inanılmaz bir şov yapacak olan tool'un bütün sahne düzeninin hazırlanması için gereken vakit oluyor. maynard james keenan ve arkadaşları sahneye çıktıklarında ilk defa bir konseri en en önden izleyenler arasında olmak epey keyifli geliyor. konser başlar başlamaz dev sahnenin yanlarındaki dev ekranlarda da, farklı zaman ve mekan boyutlarından gelen bilgisayar efekti şovlar hipnotize görevini başarıyla üstleniyor. sonraki 1.5 saati tasfir etmek biraz zor. yarım saatin sonunda girilen schism ile kayış bir yerden sonra kopuyor. keenan bütün konser boyunca hafif arkaya doğru eğik, mikrofonu emin ve (uzun) ellerle dik bir açıda tutarak, "sahne benim" mesajını veriyor. aralarda, görevli kıyafetlerinden giyip, seyirciye fener tutarak "hey, sen, biletini göster" tarzı foucault'cu disiplin tarzını (ertesi gün, waters'ın yıllardır yaptığından biraz daha farklı ama kinayeli) bir biçimde (biz o an aptallaşmış olsak bile) seyircilerle eleştirirken; arkasından giren atak davulların ve basın eşliğinde bir şarkıdan öbürüne atlıyor, tam bu sırada da ekranlardaki kızrmızılar siyahlara, ateş küreleri, bilinmeyen mağaraların içinde "çıkış" arayan zombi iskelet görüntülerine dönüşürken. sürprizlerle dolu "ağır" günün bütün ağrılara rağmen bitmesini istemiyoruz.. onlar da hemen inmeye hevesli değiller. 1 saat 45 dakikalık bir orgazm denemesinden sonra; ruhumuzu bir günlük daha saklamamızı uygun görüyorlar ki, cumartesi gecesini (ne amplifier ne hime dahi kulak asmayacak) zirvede, kamp bölgesinin yolunu gösteren işaretlerle bitiriyorlar...

the lunatics are on the grass

organizatörler, 170e yakın grubu (ki birçoğu aynı dönemlerde başka festivalleri de ziyaret ediyorlar) 4 günlük bir programa koyarken; pazar gününe bu kadar çok ağır top kalacağını ve seyircileri zor seçimlerde bırakacaklarını heralde önceden düşünemediler. arctic monkeysi arena'da izleyip, sonra placeboya kalırsak yerimizi kaybetmeyiz ve oradan da franz ferdinanda akabiliriz orange stage'de diyen biri; kaiser chiefs, wolfmother ve the strokesu kaçırmayı baştan göze almış oluyor. ve tabii hepimiz roger watersı bekleyeceğimiz için odeon sahnesindeki 21.15- the raconteurs konseri açıklandığı anda yalan olan bir konserdi. animal collective ve killl gibi projelere uğrayacak vaktimiz dahi olmayacak zaten bu son günde. gene de elimizdekilerle yetinmek gerek!

arctic monkeys saat 15.30 sularında arena'da boy gösterdiğinde seyircinin yaş ortalaması yaklaşık 16 idi. çok büyük sorun olmamalı; zira çalanların yaş ortalaması ile aralarda çok büyük fark yoktu. fakat 21 (gibi genç bir) yaşta bile dünyanın en büyük festivallerinden birine gelen biri için beklenen gruplardan birinin hem seyirci hem de müzisyen yaş ortalaması kendi yaşından ufak olunca, insan kendini biraz yaşlanmış bile hissedebiliyor.. kısa şarkıları olan grubun konseri de 1 saatin biraz altında sürüyor. bu arada, ilk gün süpermarkettten alınan ve sürekili sıcaklık değişimleri sonunda sirkeden beter olan şarapları son gün konserler sırasında içme fikri arctic monkeys'de midelerin ve kafaların baştan sikilmesi ile sonuçlanıyor. dolayısıyla ne arctic monkeys de çılgınlar gibi zıplanabiliyor, ne de bir sonraki placebo konseri adam gibi yerinden izleniyor.. arctic monkeys sahnede "2 günde (hem de internetten) şöhret olduk" havasını pek yansıtmıyolar. hem belli belirsiz bir amatör heyecana sahipler, hem de seyirci ile iletişimleri iyi. fake tales of san francisco, mardy bum, i bet you look good on the dancefloor tabii ki çalıyorlar ve pek de sürprizli bir konser olmuyor.

placebonun performansı ile beklediğimin bile altında. istanbul'da 2000de izleyememiştim onları ama 2003'teki konserden pek de memnun kalmamıştım. yeni albüm yayınlayan gruplar tabii ki ağırlıklı olarak bu albümden çalarlar. sleeping with ghosts çok iyi değildi, konserde de "sırf" oradan çalmadılar ama sonuç fena değil bir şey idi. roskilde ise tam bir hayal kırıklığı. grup 2006 turnesi için çok kötü bir setlist hazırlamış. albümün ilk 5 parçası ile açılan 5 parçadan sonra araya bir black eyed sıkıştırılıyor; sonra albümün 6, 7 ve 8 parçaları, bir bitter end, bir (kötü) every you every me ve bir iki ıvır zıvır daha. konseri çimlerde baş ağrısını dindirmek için yatarak dinlediğime değil, the strokesa şans vermediğime yanıyorum..

günün beklenen sorusu, 2 sene önceki festivalin gözdelerinden morrissey gibi franz ferdinandın da bu sene arena'dan orange'a terfii sırıtacak mı idi. morrissey gibi olmadı sanırım. neredeyse yarı yarıya ilk ve ikinci albümden takıldılar. gene bariyerlerin önündeki seyirci iyiydi, arka sıralar çok zayıftı. konseri konser yapan en önemli şeylerden biri de bu. festivale biraz "genç" işi katan ufak yaş ortalaması bu gibi konserlerde ön sıralardaki enerjinin kaynağı olarak olumlu bir noktada duruyor. onlardan kaçmak ise "gazı kaçmış kola" tadında bir franz ferdinand konseri izletiyor bünyeye. orange stage onlara da ufak kaçmadı, alex kapranos her zamanki sevimliliğindeydi. sanırım sadece take me outta tüm kitle kendini konsere verebildi. bu sırada roger waters için iki tarafta da (ön sıra için) başlayan kuyrukları teftiş ettiğimizde; sanırım türkiye'de emekli sandığı, bağkur kuyruklarında bile (muhtemelen dünya savaşları zamanında temel ihtiyaç maddeleri karşılama kuyrukları hariç herhangi bir kuyrukta) göremeyeceğimiz uzunlukta bir şeyler görmeye başladığımı ve kuyruğun başı ile sonunu tam olarak anlayamadığımı anımsıyorum. çok önemli bir tercih anı ile karşı karşıya kaldık. ya o kuyruğa girilecek, şans denenecek ve saatlerce beklenecek, ya da franz ferdinand'ın ultra ilgi çekici olmamasının da şansı ile bariyerlerin arkasındaki az insanın içinden bariyerlere yapışılacak bir konuma gelinecek ve roger waters efsanesi uzaktan da olsa, önümüz ve ufkumuz açık izlenebilecekti (zaten pulsevari bir şey bekliyorsak, ışık ve sahne şovlarını biraz da uzaktan izlemek iyi olabilrdi. tooldaki gibi boyun tutulmalarına gerek yoktu). zaten 65 üstü seyircilerin alındığı tek gün olan pazar gününe roger waters'ın festivalin kapanış konseri olarak konulması oradaki herkes ama herkesin müthiş bir şekilde konsere eşlik edeceği anlamına gelmiyor muydu?

her ne olursa olsun, deliler, çimlerin (veya otların) üzerinde ve her yerindeydi...
`
roger waters` konseri 110.000 kişiyi aynı anda nasıl kendinden geçirebilirsiniz'e bir cevaptı. hem de aynı mekanda, aynı atmosferin içinde... bolca para, bolca deneyim, müthiş bir orkestra, yaklaşık 40 yıllık bir müzik birikimi, dünyanın en büyük grubunun beyni olmak, onlarla kavga etmek, hırslara bürünmek; büyüdükçe büyümek (kızdırmak ama aynı zamanda mest etmek) gibi bilinmeyenlerin bir araya gelmesini gerektiren bir denklem bu! waters formülü çok iyi biliyor. burayı okuyan birçokları da. istanbul konserinden çok farklı olduğunu düşünmüyorum (boyut farkı hariç). playlist aynı; uzunluk da aynı. 2 saat 45 dakika ile, vücudumun her yerinin ağrıdığı ve kendimden geçmek için kendimi bıraktığım anlarda (ve gene güvenliğin hemen rahatsız eder bir şekilde "iyi misin" -evet, iyi niyet de çok iyi ama biraz kendimizden geçelim be kardeşim- soruları eşliğinde) bir festivalin bundan iyi bitemeyeceğini 10binler gibi ben de düşündüm.. konser için söyleneceklerin çoğu başka ortamlarda zaten söylenmiş. set the controls for the heart of the sun ilk defa dinleyen arkadaşımla, 50. defa dinleyen benim hissettiklerim çok farklı olamazdı. syd barrett ın birkaç gün sonra vefat edeceğini bilseydi roger waters neler düşünürdü bilemiyorum ama; onun görüntüsünün aktığı her an bazı seyircilerin başka şeyler hissettiklerini gözlemek de zor değildi. have a cigar çaldı adam daha ne yapsın? konser belki de

roger waters: performing bits and pieces of everything (especially the wall, wish you were here) and complete dark side of the moon olmalıydı.

toolda teslim etmediğimiz ruhumuzu burada bıraktık! devasa sahne muhteşem ışık şovlarıyla sallandı, waters'dan sonraki organizatörlerin teşekkürler konuşmalarını anlamadık, sabah çamurlu gölde temizlediğimiz vücudumuzun hiçbir yerini hissetme gereği duymadık, kulaklarımın bedenimin bir parçası olmadığını, sabah t-shirtle çıktığım alanda "yarım ay" (evet dark side of the moon bundan daha güzel nasıl bir ortamda dinlenebilirdi?) ın altında üşüdüğünü de hissedemedim aynı vücudun... ertesi gün çadırları çantaları toplamak için heralde önümde yaklaşık 20 gün daha vardı uyuyabileceğim ve her şeyi tekrar rüyamda görebileceğim.. ayın karanlık yüzünü de görmüştük ve görülecek bir şey kalmadı. ya da aslında; "karanlık bir yüz yoktu. her şey tamamen karanlıktı." ya da tamamen aydınlık..

Monday, September 18, 2006

cecom...



cecom;abant-mudurnu yolunun şarkısıdır. türbeyi ararken kaybolmak, kasabanın çöp bırakma yerindeki turuncu tilkiyi kovalamaktır.
adapazarı'nda, ankara yolunu seçemeyip sislerin içine daldığımız şarkıdır.likya yolu'nu yürürken deli amcaya rastladığımız tepede, çam ormanlarının ortasında, çay ile kurabiye ikram eden köylülerin yanında; uçurumların ucunda, ayaklarımızın altında uzanan akdeniz'in şarkısıdır.





yıllar sonra izmir'e üniversite takımı ile tenis turnuvasına giderken sıcak mayıs güneşinin altında denizi görmektir, kordon sahillerinde bira yudumlayarak ertesi günkü maça hazırlanmaktır, ege'nin kızlarına bakmaktır.

ya da hiç bilmediğin bir kampüste kaybolmaktadır, ankara karayolunun kenarında ağaçların içinde, tramvaya binmeden kaldığın otelden eskişehir merkezi uçtan uca yürüdükten sonra. ya da porsuk'a dalmaktır, kurumadan önce son bir kez balıklarla yüzmek için baharda.

trenle ankara'ya giderken, oğlunu ziyarete giden emekli öğretmenin, yalnız yolculuk yapmaya dayanamamısıdır, yalnız yolculuk yapmana dayanamamasıdır, böreğini başka masada değil onun yanında yemesini istemesidir. bilecik'te tünellerden geçer, istanbul'a varmaya çalışırken, 2 haftadır nerede olduğunun sorulmasıdır. yollarda.




yıllar önce taksim'den ilk defa eve yürürken duyduğun heyecandır. yıllar sonra 300. yürüyüşten sonra, ilk yürüdüğün günün heyecanını hatırlayamamaktır. hani önce osmanbey'den taksim'e beraber yürürken elini tutmaya çekindiğin kızı bıraktıktan sonra, eve ağlayarak ve terleyerek; askeriyenin önünden geçerken askere selam durarkn yürüdüğün günün heyecanını.

yıllar sonra araba kanlıca'dan aşağı doğru akarken, yıllar önce buralarda ailenle ev baktığını hayal meyal hatırlamaktır. veya kuzguncuk ile karıştırmaktır kanlıca'yı. beykoz'a ilerlerken rüyanda gördüğün yokuşları çıkmaktır.

1 yıl sonra aynı kıza gönlünü kaptırınca gecenin soğuğunda üsküdar'a motorla geçtikten sonra dönüşte, sadece içinden geldiği için eline bir şişe şarap alıp seçkin'in evine gitmektir. ya da o bile değildir, yıllar sonra, bunu sana "ya o gece gelmiştin öle ansızın, ne de iyi etmiştin" diye hatırlatmasıdır.



ispanya'da hastalandığında sana bakan fas asıllı hollandalı'dır; evini açan yunan asıllı danimarkalı. bir kıtayı en doğusundan en batısına, güneyinden kuzeyine kat etmektir. seni oradan saymasalar da, onlardan olmaktır. onların olmamasıdır ya da. senin gibi bir, onlar gibi bir

yüzlerce kişinin ulaşmaya çalıştığını bilirken, nasıl olacağını bile bilmeden kalkıp almanya'ya gitmektir, 1 saat karşısında 40 yıllık dostunmuş gibi konuşacağını tahmin dahi etmediğin, çok sevdiğin film yapımcısı ile tanışmak, beraber bira içmek için.

ders çıkışında anadolu fenerine gitmektir, çünkü gidecek başka bir yer yoktur.

kampüse dönerken, çok istemese de köprünün üzerindeken, öğle yemeğine razı olan gelecek senenin oda arkadaşındır. kandilli'de deniz kenarında balıklarınızı yerken rakı kadehlerini tokuşturamadığınız.

ama, yazın, isviçre'den gelen alman'la amerikadan gelen misafire kumkapı'da zorla göbek attırmaktır. bir iki hafta sonra daha önce gitmediğin bir adacığa beraber yol almaktır.

oradan kaçmak, orayı düşünmek, orada olmadığın için orayı özlemek. orasının orası olmasıdır bir müddet sonra. oraya şarkılar söylemek, orayı beklemek, özlediğin için sevmek. döndüğünde nefret etmektir tekrar. her gidişin olduğu gibi, her dönüşün de farklı olması.

beylerbeyi'ni, çengelköy'ü, süleymaniye'yi güzel havalarda gezerken kameranı yanına almamış olmamandır. ya da bütün burda yazan sahneler göz önüne gelirken, onların hiç birinin fotoğrafı olmaması gibi

o serin esinti camdan içeri eserken, karayollarının nasıl olup da sürekli kestiği, o insanların neden orada yaşadığını anlayamadığın anadolu'nun köylerinden gelen kükürt kokusudur. köy kokusu dediğin hani yıllarca. yollardır o kokan.

bilmediğin, beraber büyümediğin türküleri duyup bildiğini bilmektir, çığırtmaktır onları. birilerinin kaybolan aileleri, birilerinin yitip giden günleri, birilerinin düğünleri, birilerinin ölenleri için yaktığı türküler. yollara düşürür gene seni. gidecek yer çoktur çünkü. bazen isteyerek, bazen istemeyerek.






---12 Nisan 2006

Sunday, August 27, 2006

"kim?"lik


25 Ağustos 2004 gecesi, ertesi sabah 08.30 sularından Sirkeci Garı'ndan elimdeki Interrail bileti ile tek başıma 30 günlük bir kıta ziyaretine çıkacağımın yolculuğun arefesinde karnıma bolca ağrılar girmişti. Sanırım ÖSS'den beri ilk defa, gece uyku sorunu çekmiştim. 25 Ağustos 2006'da İzmir Foça'da kim olduğumu bile kanıtlayamacağım kadar "kimlik"!siz kalacağımı da tabii ki 2 sene önce aynı gün tahmin edemezdim.

Paramparça yatan camların arasında "Alarm" yazılı yapıştırıcıya bağlı parçalar enfes bütünlüğünü korurken, lime lime olmuş kırıkardan çok da farksız olmaksızca bu yekpare parçanın üzerindeki cam da sayamayacağım kadar çok kez çatlamış olmasına rağmen; parçalar her biri bir diğerine eşsiz bir güzellikle bağlı duruyorlardı. Biri demiş ki "yıkmak iyidir; yeniyi yaratmak için önce yıkmak gerekir" diye; cam kırığının her bir parçası gezdiğim başka sahillere, kentlere, kırlara; biraz önce denizin dibinde gördüğüm onlarca farklı renge ve araba kullanırken güneş gözlüğümde kırılan ışığın milyarlarca farklı tonlarına tekabül ediyordu heralde, ama sadece tek "kırılmayan" yekpare parça; fabrika yolunu tutmadan önce epey canlar beslemiş meşe ya da gürgen'in, kağıt haline geldiği o anın görüntüsünden biraz sonrasını canlandırdı gözümde. Kağıdın nereden geldiğini bilmiyordum, zaten önemli olan da kağıdın nereden geldiği değil, bana nasıl ulaştığıydı..

26 Ağustos 2004 günü kıtayı boylamasına katetmek için babama son kez el salladıktan birkaç hafta sonra; Güney Avrupa'nın kavurucu sıcakları yerini Felemenk diyarlarında patates kızartması kokuları arasında, balıkçı ve meyvecilerin doldurduğu ana meydandaki pazarda, elindeki torbaları güçlükle olmasa da; ileri yaşının verdiği belli belirsiz ağırlılıkla taşıyan yaşlı teyzelerden birinin üzerine damlayan ilk yağmur tanesine bıraktığında; 26 Ağustos 2006'da serinlemek için köşe bucak gölge aradığım bir günde; denize girdiğim Foça İngiliz Burnu'nda attığı oltanın altından geçtiğim için bana hayıflanacak adamın komik şapkasıyla denize girip de sonra balık kovası pek de dolmayarak, hoşnutsuz bir biçimde denizi terk edeceğini de görmemin imkanı yoktu. Brügge'e vardığımda aklımda çok fazla bir fikir yoktu bu şehirle ilgili. Zaten planlarım da burada 1 gece geçirmek üzerine kuruluydu ki, 3. gecenin ertesi sabahında Amsterdam'a yollanırken cüzdanıma koyduğum o kağıdı 2 yıl boyunca sakladıktan sonra; üzerinde 3 farklı dilde ismi yazılmış o filmi; şimdi o kağıdın içinde bulunduğu cüzdanı tutan adamın asla izleyeceğini de kesinlikle düşünmüyorum. Olsa olsa 3 farklı ülkeden 3 farklı banknotla ilgilendikten sonra cüzdanı bir yerlere fırlatacaktı ama 3 nesil sonra ancak fosilleşmiş halde bulunacak olan kağıdın üzerindeki 3 kelimelik isim hala aynı güzellikte duruyor olacaktır. Asıl önemlisi, o kağıtta neler yazdığı değil, o kağıdı bana kimin verdiğiydi sanırım..

Şimdi ona anlatacak yeni bir hikayem daha var. Belki Dünya Kupası'nda buluşamadık, belki zaten 3 gün daha bekleseydim Türkiye, Arjantin'le basketbol şampiyonasında oynarken gene yazacak şeylerim olurdu. Aslında, hiçbirini beklememe gerek yoktu, bir şeyler yazmaya da; zaten, yazmadığımız zaman da bir şekilde iletişimimiz yok muydu? Ben nerede olursam ya da o ne yaparsa yapsın... Görüntüler zaten hep canlı idi, ama, daha önce (sonradan da denediğimiz gibi) nasıl çalıştığını bile anlayamadığımız araba alarmı (arabayı nerdeyse ters çevirecektik ya gene de ötmezdi meret) sticker'ı o cam parçacıklarını birbirini bağlı tutarken, ve o parçalardan Emre'nin gözlerinin ışıltısı parlar ve gökyüzüne yönlenir; o sıcacık evde ailesine 100lerce kez tekrar mahcup olur ve anneannesinin bizden çok başımıza gelenlere üzüldüğünü görürken, teyzeler, enişte ve anneanne ve büyük teyzeyle hep beraber yenen yemeklerden birinin ertesinde veya olaydan hemen sonra babamın "hiç üzülme" tesellisinde daha da anlam kazanan ve aniden gözlerimin dolmasına neden olan o görüntü belki de hiç bir zaman işlenmeyecekti bu kadar güçlü şekilde beynime. Bir dahaki karşılaşmamıza (ki ne zaman olacağını bilmemize rağmen tek bildiğimiz böyle bir karşılaşma olacağı idi) kadar saklayacağımı kendi kendime söz verdiğim ve sonra ona gösterdiğimde belki yazdığını bile hatırlamayacağı veya, karşılığında o satırları yazdığı kalemi sakladığını söyleyeceği ama ne olursa olsun gözünde oluşacak o ışıltıyı zaten 2 yıldır her gün hayal etmişken; artık o kağıda bir daha bakamayacağımı bilmek, "kimliksizlik" durumundan daha acı geldi sanki bu kaza sonunda. Ya da aslında, "kimliksizlik" zaten de buydu.

O kağıt parçası, o ilk tanıştığımız akşam Brügge'deki eski ahşap mobilyalı taş bina hostelin ufak yuvarlak masasındaki 4lü sohbetimizde Rosario'nun "nasıl hatırlayamadığıma" şaşırdığı o film hakkında konuştuğumuz anı getirirdi gözümün önüne. Artık karşılaştığımızda ona ne vereceğimi bilmiyorum, yeni bir hikayem oldu sanırım ama onu anlatıp anlatmayacağımı da bilmiyorum. Ya da bir gün aklına gelir de sorarsa saklayıp saklamadığımı kağıdı ya da nerede olduğunu kağıdın. Gerçi o zaman da belki kağıdın nerede olduğunun önemi olmadığını söylerim ona ben de, önemli olanın ne olduğunu bilmediğimi de..

Thursday, August 10, 2006

Roskilde 2006 - part i


yıllardan beri, festivali takip ettiğim kaynak olan ve bana düzenli olarak e-mail ile haberler yollayan “roskilde newsletter”; aylardan beri beklediğimiz line-up’a haziran başına doğru yaklaşık 100 tane de grup/sanatçı eklendiğinde nedense hala içimizi titretecek bir “headliner” veya yeni/çıkışa geçmiş bir “upcoming band” veya geri dönüşünü muhteşem bir şekilde gerçekleştirecek bir efsane göremedik. belki roger waters burada bir istisna sayılabilir (aslında çok da geçerli bir istisna!) hal böyle iken; 2003’te metallica, iron maiden, queens of the stone age, blur veya coldplay’li; 2004’te müthiş geri dönüşü gerçekleştirmiş morrissey, veya yılın bombası franz ferdinand’lı (hepsi pixies, david bowie, iggy veya korn’un yanında); 2005’te audioslave, black sabbath, foo fighters, duran duran ve interpol’lü listeler karşısında 2006, hem de glastonbury’nin yapılmadığı bir yılda, gene aynı hafta sonu gerçekleştirilen rock werchter festivali karşısında sanki biraz daha zayıf bir alternatif sunuyor görünüyordu. sadece isminin ve geçmişinin tüm festivalleri yutabileceğini iddia edebileceğimiz bob dylan, şahsımı çok fazla olmasa da, çok insanı ilgilendiren guns n’ roses veya en basitinden dünyanın en iyi müziğini yapan grubun beyni roger waters tabii ki bir türk okurun, işbu satırlarda yapılan serzenişe içerlemesine neden olacak bir potböri sunuyordu elbet. fakat zaten hepsinden önemlisi; son bir iki yılda arkadaşlarımızı temsilci olarak gönderdiğimiz ve ünü artık memleketimizde de iyiden iyiye yayılan “gerçek festival deneyimi” roskilde’nin ne olursa olsun, katılan için paha biçilmez bir deneyim yaşatacak olmasıydı. 6 tane sahnede 4 (+3) gün boyunca devam edecek müzik, keşfedilecek grup/sanatçının cazibesinin yanı sıra; festivalin bir bütün olarak sağlayacakları bütün bu tartışmaları; o turuncu sahneye kim çıkarsa çıksın etkisiz hale getirecek cinsten etkenlerdi. bunu da yıllardır özümsemiştik artık. dolayısıyla, yapmamız gereken tek şey, güzel bir hava için dua edip, festival haftasının gelmesini beklemekti. hem de; danimarka’da geçirilecek bir “bahar dönemi” değişim programı için ta bir yıl önceki yaz başvuru yaparken, motivasyon mektubuma, “büyük bir festival deneyimi ile sona erdirmek istediğim” bir dönem olarak kaydetmemiş miydim bu anı?

geçen seneki güzel havada çekilmiş fotoğrafların, internet sitesinde epey ilgi toplamasının da büyük bir katkısı olacak ki, festival biletleri birkaç yıl sonra ilk defa tamamen satıldı. bunda glastonbury festivali’nin bu sene lisans anlaşmaları ile ilgili bir husustan dolayı yapılmamasının da etkisi büyük olacak ki, festival haftası boyunca alanda dolaşan “cheers, mate”ci ada’lıların yoğunluğu da çok rahat fark ediliyordu. tüm biletlerin satılması, yaklaşık 22.000i gönüllü 32.000 çalışan ile birlikte, festival alanında 110.000 kişi ile canlanacak toplam 1 milyon 250bin metrekarelik bir alanda geçirilecek bir haftaya işaret ediyordu. bu, yıllardır yurtdışında gördüğü festivallere özenmiş, kendi büyük açık hava rock festivali ilk defa 2000 yılında ömerli’de gerçekleşmiş (içinde bulunma şansına o zaman erişebildiğim) kitlenin gördüğünden yaklaşık 7-8 kat daha büyük bir kalabalık anlamına geliyordu. son yıllarda ülkemizde de benzer bir şekilde yaş ortalaması giderek aşağıya çekilen festivalleri bir yana bırakırsak; 2000’deki h2000’de özellikle o anı yıllardır bekleyen katılımcıların yukarılara çektiği yaş ortalaması çıtası, benim için şaşırtıcı bir biçimde roskilde’de de epey aşağılarda seyrediyordu (en azından konser alanlarında en önü kapan seyirci yaş ortalaması). her ne kadar, festivalin son günü 65 yaş üstü katılımcılar için tek serbest giriş günü ve bu günün kapanış konseri roger waters, hem de festivalin birinci “headliner”ı bob dylan iken halihazırda, 1 haftalık eğlence, alkol, toz, toprak, üre ağırlıklı festival için çok fazla yadırganmaması gereken bir durum olmalıydı bu. belki tüm bunlar dünya kupası çeyrek finallerini evinde rahatça izlemek isteyen babalarla; festival ortamında bu heyecana ortak olacak gençler ile de bir nevi açıklanabilecek bir formül oluşturmuş olabilir. sonuç olarak, 3 türk arkadaş, elimizde, 110.000 kişilik bir katılımcı listesi ve 170’den fazla sanatçı/grup ile günde 16 saate varan aralıksız müzik şöleni ve kendine has “insan hakları” hareketleri, sivil toplum kuruluşları ve “hümaniter odak”ı ile avrupa’nın en büyük festivallerinden birinin bileti ile, bu kalabalıkları her yıl bu dönemde görmeye alışık roskilde kasabasının yolunu tuttuk.

110.000 kişilik kasaba

çadırımızı devasa kamp alanın doğu kısmının güneyine doğru, danimarkalı ve isveçli arkadaşların kamp alanına atıp; çeşitli badireleri atlattıktan sonra, pavilion sahnesinin kamp yapılan ilk 3 gün için dönüştürülmüş hali pavilion jr.’da birkaç grup izleme şansımız oldu. fakat, asıl konserler perşembe günü saat 17.30da odeon sahnesinde, rock n coke kapsamında da türkiye’yi bu yaz sonu ziyaret edecek olan editors konseri ile başladı. britanyalı topluluk, hatırı sayılır britanyalı seyirci desteğini de arkasına alarak, 1 saatlik enerji ve melankoli dolu performanslarıyla festivalin açılışını yaptılar. günün hatırı sayılır konseri orange stage’in de ilk gün kapanışını yapacak ve festivalin 2. büyük headliner’ı olarak lanse edilen guns n’ roses konseriydi. saat 20.00’de ünleri belçika’dan avrupa’nın geri kalanına yayılmış, 6 yıl aradan sonra son albümlerini geçen yıl piyasaya sürmüş deus, arena’daki konserini yaklaşık 1 saatle sınırlamadan hemen önce, seyircilerin çoğu orange stage’e hareketlenmeye başlamıştı bile. yoktan var ettiği yeni kadrosuyla hayranlarının karşısına çıkacak axl rose hakkında günün ilk saatlerinde, birkaç gün önce başka bir konserlerinden sonra tutuklandığı haberleri zaten kulaktan kulağa yayılıyordu. 90lı yılların başında ergenlik çağını yaşayanlar için bir efsaneye düşmüş figür, konsere yaklaşık 55 dakika geç başladığında saatler 21.55 olmuştu bile. bir yandan, sahnedeki dizilişten anlam çıkarmaya ve üyeleri tanımaya; bir yandan “sweet child o’ mine” dan hemen önceki gitar solosunu takip etmeye çalışırken, axl rose’un ne kadar ihtiyarladığını ve şişmanladığını hayretler içerisinde takip ettik. fakat kendisi ne sesinden ne de enerjisinden bir şey kaybetmiş gibi görünmüyordu. ilginç gitar solosunun sweet child’a intro olduğunu anladığımız an, bir şarkı için daha kalmaya karar verdik; fakat 6 parçadan sonra, arena’daki 22.30da başlayan sigur ros konserini kaçırmamanın daha akıllıca bir fikir olduğuna emindik. ne de olsa, hepimiz 80 sonları 90 başları grunge ve hair metal kasırgasını ıskalamış; bunları sonradan takip eden bir nesil olarak sigur ros’un shoegaze tınılarına kendimizi vermeyi daha mantıklı bulmuştuk. perşembe gününün kapanış konseri bu açıdan kesinlikle tüm beklentileri karşılayacak bir havadaydı.

sahneye vardığımızda konser henüz başlamıştı ki bu kadar tıklım tıkış bir sahne beklemiyorduk. iskandinav boy ortalaması engeline bir kez daha takılarak arkalarda; daha ziyade ekranı ve çadırın üzerine yansıyan gölgeleri seyretmek ve hipnotize eden müziğe kendimizi kaptırmakla yetiniyoruz. bütün basmakalıp klişelerin geçerli olduğu; meleksi vokali ile jón sór birgisson’un, çoksesli ama saf ve duru enstrümanlarıyla grubun geri kalanının; hissettirdikleri karanlık ve belki de aynı zamanda kör edici derecede beyazlara bürünmüş, nefes zorluğu çektiren “mentollü” müziğin ve sahneyi boydan boya kat eden kırmızılar içerisindeki aktörlerin; ekrandan akan simge, görüntü ve renkler ile bir bütün oluşturduğu konser festivalin kesinlikle en iyi beş konserinden biriydi. şahsen, aylarca ertelediğim ve etrafımda pek yaygınlaşan sigur ros’u keşfetme şansına böyle bir canlı performans ile erişebildiğim için roskilde’nin nelere gebe olabileceğini daha iyi anladım bu ilk gecede.

ikinci günün açılışını, yerel bir üne kavuşmuş veto ile yapıyoruz. troels abrahamsen’in vokalleri interpolvari melankolik post-rock tınıları ile bezenmiş bir sound’a sahip grubun en güçlü elementlerinden biri. zira, grup bir sene içerisinde başarılı bir albüm yayınlayarak, önce yerel konserlerde iyi bir dinleyici kitlesi oluşturmayı ve daha sonra da odeon sahnesinde roskilde’de yer almayı başarabilmiş. fakat bizim için günün ilk, önemle beklenen ismi saat 14.00’de arena’da arz-ı endam edecek olan gogol bordello. geçtiğimiz sene içinde yayınladıkları albümleri, ve hit single “start wearing purple” ile “küresel” bir üne kavuşan grubun en önemli özelliği sahne performansları. zaten çingene ateşini en iyi hissedebileceğiniz yer, sahneyi tamamen kendi çöplüğüymüş gibi kullanan eugene hutzve orkestrasının bütün enerjileri ile karşınızda oldukları yerdir. son albüm ağırlıklı hazırladıkları şarkı listesinde ön plana çıkan şarkılar “dogs were barking”, epey değişik yorumuyla “start wearing purple” ve klasikleşmiş ve 9 buçuk dakikalık bir şölen havasında geçen kapanış parçaları “baro foro”. bilindiği üzere, 2000 yılındaki 9 kişinin ölümü ile sonuçlanan pearl jam konserinden sonra güvenlik önlemlerini en üst düzeyde tutan festival yetkilileri; herhangi bir konserde, seyirciler arasında oluşacak en ufak itişmeye de mahal vermemeye çalışıyorlar. dolayısıyla, 1 saat boyunca deliler gibi dansettiğimiz bu konserin başında da, görevlilerden kuşku dolu bakışlar yakaladıysak da, konserin ilerleyen bölümlerinde sahne önünü doldurmaya başlayan ve ritme ayak uydurmak zorunda hisseden herkesin hareketlenmesi sonucu; sahne-seyirci şölenine onlar da tebessümle ayak uydurmaktan başka bir şey seçenek bulamadılar. (bu arada, görevlilerin, tamamen güneşli ve sıcak bir havada seyreden festival boyunca özellikle susuzluğa karşı sürekli su dağıtmaları ve baygınlık/hastalık geçirme ihtimali gördükleri herkese derhal ilkyardım müdahalesi yapmaya çalışmaları konularında ne kadar profesyonel ve başarılı çalıştıklarının da altına çizmek de yarar var.) dansçı kızlar; çingene çalgıcılar ve küresel punk ateşi bir kez daha, morrissey’in 2004’teki efsanevi geri dönüş konserini verdiği, arena sahnesindeki seyircileri mest eden bir gösteriye dönüşüyor.

ince hesaplar

2000’deki pearl jam faciasından sonra; orange stage’in önündeki devasa alandaki izleyici dağılımı için festival görevlileri bu yıldan sonra yeni bir sistem oluşturmuşlar. bu şekilde, sahnenin önündeki yaklaşık ilk 50 metrelik alan, artık ülkemizde de duymaya alışık olduğumuz “sahne önü” bölümünü oluşturuyor. bu alan arkadaki büyük alandan güvenlik demirleri ile ayrılıyor. aynı zamanda bu alanın içi de iki ufak alana bölünmüş. bütün bu ön alana girmek içinse, konserden önce sahnenin iki yanındaki giriş bölümlerinde sıraya girmek gerekiyor. ana alanda yer tutmak için ise sadece erkenden bu alanda bulunmak yeterli. bu bilgiler ile ince hesaplar yapan bizler orange’daki, örneğin günün 2. konseri olan morrissey konseri için ilk konser olan kaizers orchestra’dan daha ön sıralara yerleşmeyi planlıyoruz. evdeki hesaplar çarşıya uymuyor.

orange’daki; arjantin – almanya maçı boyunca arjantin golü (ve yanlış bir istihbarat olarak gollerini) sevinç ile duyuran çılgın vokalist ve buldukları her şeyden müzik üretmeye çalışan gaz maskeli orkestra üyeleri ile, “iskandinavya’nın en ünlü grubu” kaizers orchestra konseri öncesi düşündüğümüz planları uygulamaya geçirmeye karar veriyoruz. fakat, iyi bir yer tuttuğumuz bu eğlenceli konserden sonra, herkesin ön alanları, temizlik için boşaltması ve her konser için tekrar tekrar sıraya girmesi gerektiğini öğreniyoruz. alandan çıktığımızda ise morrissey için başlayan kuyruk çoktan bira standlarının arkasına kadar uzanmış. demek ki, orange’daki bazı konserleri önden izlemek için bir önceki konseri feda etmek gerekebilecek.

morrissey’i ana bölümden izlemek çok büyük bir üzüntü yaratmıyor. zira, istanbul’daki konsere gidenler dahi, aynı şarkı listesini morrissey’in bis’iyle birlikte dinleme fırsatına sahipti. roskilde’de ise, orange’da genel geçer (istisnalar hariç) bir kural olması ile, bis genelde yapılmıyordu ve istanbul’da 3 kere gömlek değiştiren moz’u burada 2 değişiklik ve yüzünde çok da hevesli olmayan bir tavırla karşıladık. belki bunun sebepleri, konserin epey aydınlık bir havada saat 19.00da başlamış olması, morrissey’in haklı olarak tanıtmaya çalıştığı son albümünün bir önceki kadar başarılı olmaması, orange’ın fazla büyük olması, seyircinin tamamının ise hazır olmaması; veya bunca yıldır ne yapacağını az çok kestirebilmiş morrissey’in o gün “böyle” hissetmesine bağlayabiliriz. the smiths’ten “panic” ve bir önceki albümden “first of the gang to die” ile “let me kiss you”nun alıp götürdüğü anlar dışında “how soon is now” (öncesinde morrissey, “still asking the same question (halen aynı soruyu soruyoruz) diyerek girişi yapar) ve “irish blood, english heart” ile yapılan kapanış konserin kayda değer anlarındandı. belki beklentilerin yüksekliği ve belki de, samimi bir konser havasının yakalanamaması, genel anlamda uğradığımız hayal kırıklığının başlıca sebepleri olarak hafızalara işlendi. sabırsızlıkla büyük ozanı beklemeye başladık.

festival boyunca, çok geniş bir içerikle hazırlanmış festival kitapçığından sanatçı tanıtımlarını okurken bob dylan’a fazla göz gezdirmemiştik bile. yeni bir stüdyo albümü çıkardığı haberlerinden uzak kaldıysak da, bu konserde, dünya müziğine kazandırdığı 50den çok albümünden, çok geniş bir repertuarda, fazlaca bilindik şarkılara yer verileceğini ümit ederek bekledik konserin başlangıcını. konser boyunca ise, bob dylan alışılagelmiş anti-sosyalliğinde seyircilere bir kere bile “merhaba” demezken her şarkının sonunda sahnenin kararması, orkestranın iki adım geri yürüyüp tekrar sahnedeki aynı noktalara geri dönmeleri ve yeni şarkının girişi ile formülize edilmiş bir konser izledik. klavyesinin başından ayrılmayan, arada bir mızıkasını eline alan ve herhangi bir gitara 5 metreden yakın durmayan efsane maalesef, pek onu anlayamadığımız bir dilden konserini icraa etti. bis ile birlikte çaldığı 12 parçadan, ben sadece sonuncusu olan “all along the watchtower”ı epey değiştirilmiş haliyle zar zor tanıyabilirken, “muhtemelen hep yeni albümden çaldı” diye düşündüğümüz parçaların hepsinin ünlü parçaların değiştirilmiş (epey dramatik bir şekilde olsa gerek!) halde olduklarını asla kestiremedim. belki yeteri kadar bob dylan repertuarım geniş değildi; fakat, farklı (ama nispeten sıkıcı) bir bob dylan dinlemek ve folk puzzle’cılık oynamak isteyenler için ideal olabilecek, bizler için ise epey hayal kırıklığı yaratmış bir konser oldu. günün diğer beklenen ismi 00.00’da sahne alan death cab for cutie; aşırı yorgunluğun ve serin akşam esintisinin kurbanı olurken, gecenin geri kalanı çadır alanında ısınmaya çalışmakla geçti.