Wednesday, October 25, 2006

the wind that shakes the barley

the wind that shakes the barley üzerine:

başı, sonu ve her yönüyle yüze vurulan tokatların sadece, kendi içeriği ile sınırlı kalmadığı film. hikayesi anlatılan dönemin, hikayeyi anlattığı dönemde yarattığı etkinin ötesinde; anlatılmasının ne kadar münasip olduğu da tokat gibi sarsan film. ama anlayana.

bir bayram günü taksim'de, hem de alkazar sineması'nda, iklimler gibi, ve gene cannes üzerinden gelen ve salonu dolduran yapıt. salonda, en şıkından, en "entelektüel"ine; gevezesinden, pür dikkatine tam bayramlık bir seyir. filmin künyesi ekrandan akmaya başladığı ilk andan itibaren neredeyse tamamı dolu salondan bir iki kişi hariç herkes kaçarcasına ayrılıyor. kimse, film boyunca sineye çektiklerini akan yazıyla bile bütünlemeye yaraşmayacak. "güzelmiş" ler, gülüşmeler, "alacağımı zaten aldım" snoblukları da değil kaçanlarınki; ya da yazıların akmasını beklemeliyim güdüsü ile de hareket etmiyor kalanlar. bu seyircinin almak istediği bu. 1.5 saatimiz ve birkaç ytl'lerimizi tükettik, evimize gidelim. sokağa çıkacağız, istiklal caddesi'nin keşmekeşinde; bayram sebebiyle bağcılar'dan avcılar'a kadar istanbul'un her türlü varoşu ve varlıklı semtinden akan insanların arasına karışacağız. sinema perdesinden iliklerimizin içine kadar inen o kutsal görüntüler çoktan yerlerini, sokağın ortasına sereserpe yatmış dilenci; ve az önce yanından geçen bayana laf attığı yetmiyormuş gibi üzerine bir de "öyle götü sikeyim" diyen herifin salyalarına bırakacak. bunların hiçbiri, kardeşin kardeşi öldürebileceği raddeye gelecek kadar bölün(dürül)müş ve kafası karıştırılmış bir hareketin bile yerini dolduramayacağı kadar içi boşlaştırılmış ve özenle manasından arındırılmış zihinleri şaşırtmayacak, etkilemeyecek.

kaçan, kaçtığı ile kurtulacak. babam ve oğluma (kendince) bilgili ve entelektüel bir çevreden "çok ağlatıyor ama" diye tepki göstermiş bir seyirci bu. sadece kendi nostaljisine tahammül edebilen, onu bile içine sindiremeyen bir grup belki de. "korkuyorum damien" diye ağlayan çocuğu; etinden zorla ayrılan tırnakları, kesilmeyen silah gürültülerini ve uğruna savaşacaklar için aşk ideallerini geride bırakanları hiçe sayacaklar (hayır, burada, filmde emeği geçenlerin isimlerinin akmasını bekleyerek onlara gösterilecek saygının hiçe sayılmasından bahsetmiyorum. o, bizi sarmalayan sinemanın büyüleyici ışığının, ve beynimizi salamura eden o gerçekliğin (kurgusal da olsa) hakkını vermemekten bahsediyorum.) belki de bunları yaşadıkları, yüzleşemedikleri için. belki, yaşamamaları gerekip yollarına devam etmeleri öğütlendiği için. postmodernitenin, anlamları daralttığı, idealleri manasızlaştırdığı, kafaları allak bullak ederek sinema salonundan insanları kaçırdığı o kaotik ve kabullenilemez kaçış bu. damien'ın, uğruna öz kardeşinden ve aşkından bile vazgeçebildiği; beni yanında sinemaya götüren ve yıllarca bakan, büyüten babamla çatışmak durumunda kalacağımız gibi.

manaları (sorgulasın, sorgulamasın) algılamayarak ucuzca kaçanlara inat, hisleri körü körüne tetikleyen film.

No comments: