Wednesday, December 20, 2006

gri yürüyüş

sunum kötü geçti. gene bir yürüyüş hali buldu beni. gündüz, gri bir hava, yağmur çiseliyor, daha sonra sağanağa dönüşecekti. kaybetmiş adam yürüyüşü. anneme "güle güle" dedim, teşekkür ettim sunuma geldiği için.

gene kulağıma taktığım müziği, İstinye'ye doğru yürümeye başladım. umarsızca su sıçratan arabalardan kaçabilmenin en iyi yolunun deniz kenarı tarafındaki geniş kaldırıma çıkmak olduğuna karar verip, karşı tarafa sıçradığımda farkettim tekrar uçsuz bucaksız gri gökyüzünü ve altındaki yeşil-lacivert denizi. arkada Emirgan-İstinye arasında uzanan tepeler ve konaklar başladı. sandığımdan daha bile kısa süreceğini sandım yürüyüşün. ama, bu, o beklenmeyen ve "ayakların götürdüğü" yürüyüşlerden biriydi. önceki başarısız gece yürüyüşü gibi değil, yazdan beri ilk defa ayaklarımı dinleyebildiğim yürüyüş.

maslak yokuşunu da geçip istinye'ye devam ediyorum. başı kapalı bir grup, servis bekleyen kız öğrencinin yanından geçiyorum. kulağımda müzik. etrafımdakilere bakıyorum. balıkçının zar zor yanan sarı ampulleri, ve şiddetini artıran yağmur. 10 yıl öncemi ve 15 yıl sonramı görmüyorum. yanımdan geçen çocuklar ve adamlar benim geçmişim ve geleceğim değil. ama gene aynı kamuya mal edilmiş kaldırımların üzerine koşarak çıkıyoruz park etmiş araba yüzünden caddeye inip de, geçen arabalar bizi ıslatmasın diye kaçarken. o bakışlar benim bakışlarım değil, ve onlar yalnız yürümüyorlar. çünkü benim kulağımda müzik var. kimseyi dinlemeden kendi hikayemi yazmaya devam edebiliyorum. küçük burjuva şımarıklığımla herkesin arasından yürüyüp, denizin kenarından tatlı tatlı seyir alabiliyorum. ya da herkes gibi, en doğal hak olan nefes alma ve en güzel meslek olan yürüme'yi tecrübe ediyorum sadece.

gri olduğu kadar ıslak ve soğuk olmaya başlıyor. kışları sevmeye başladığımı yeni yeni hissetmiştim son yıllarda. kış soğukluğu, çünkü belki en üşüdüğüm anlarda bile bir şekilde sıcak kalacağımı bilmenin rahatlığı. İstinye tepelerinde önce konaklar, ve sonra kışları sevmeyen gecekondu mahalleleri başlıyor bu sırada. limanın içinden geçerken, müzik sert bir hal alıyor, ve o an yazamadıysam da tüm bunları, şimdi hatırladığım kadarıyla hislerim de kabarıyor. kışları sevmeye başlamışım. soğuğu hissetmek istiyorum. iliklerime kadar. ama paylaşmak istiyorum. senin de benimle olmanı istiyorum bu soğuklarda. bembeyaz kesilen damarlarıma dokunmanı istiyorum. kanını istiyorum içimde. bahar sabahlarına uyanmak gibi, sırılsıklamdan kuruya kaçmak ya da hiç dışarıya çıkmamış olmayı. ama aslında en fazlası; artık iyiden iyiye sağanağa dönüşen bu yağmurda fütursuzca ıslanırken bir şey söylemeden aynı yolu yürümeye devam etmeyi.

ve gene karşımda ayaklarımı baştan çıkaran bir şey beliriyor. merdivenleri görüyorum iki ahşap konağın arasından İstinye'nin sırtlarına çıkan. hiç düşünmüyorum bile. araba geçişinin yavaşladığı bir anda su birikintisinin üzerinden becerikli bir şekilde sıçrayarak karşıya geçiyorum. merdivenleri çıkıyorum. tepeleri çıkmanın her zaman en doğru olduğunu (ve artık sırf doğru olarak görmeye başladığım için sıkılmaya başlamaktan bile korkmayacak kadar kesin bir doğru olduğunu) anlayalı birkaç sene oldu. Granada'da, Bergen'de, Cihangir'de, Mudurnu'da, dünyanın her yerinde belki de.. sen geliyorsun tekrar elime, seni çekiştirerek yukarı çıkarmak istiyorum. dünyanın her yerini gezmek değil, bütün dünyayı yürümek isteyebilirim. zaten hep istemiştim. aslında belki acı bir şekilde farkediyorum tam da tepeye çıkıp, yeni bir araba yolunun üzerinde yürümeye başladığımda: en huzurlu anlarım, çoklukla tek olduğum anlar. ama aynı zamanda biriktirip, hayalleri kurduğum, gerçeğin içinde yaşarken masalı hissettiğim anlar. sonuçta hepimiz kendi hikayelerimizi yazıyoruz. ve benim tam da bunlara ihtiyacım var. acaba bunu anlayabilir misin? bütün bu yalnızlıklarım, dağ yamaçlarında düşünme hasatına verdiğim yürüyüş anlarında kabaran duygularım. işte bunlardı o karşılaşmaya kadar biriktirilen deneyimler. gene onları biriktiriyorum dersem saygı duyar, hatta gelecek için ümitli olabilir misin?

masalları seviyorsun. her gün masallar yaşamak istiyorsun. masal kahramanlarını örnek veriyorsun bazen gördüğün yerlerden. ama aslında ben de masalları seviyorum, kahrolası gerçekliğin (ki, onu da seviyorum) içinde ara sıra masallar anlatmıyor muyum ben de? işte bu onlardan biri. belki biraz sabır, belki biraz niyet gerekli. ben sana her gün masal vermeyi vaat edemem. sen her gün ufak masallar isteyebilirsin. ama ben sana arada bir büyük masallar verebilirim. bunu hissedebiliyor musun?

tam bunları düşündüğüm anda, "beklediğim oluyor" diyebilmek için yarattığım bir beklentinin farkına varıyorum. telefona bakıyorum. sadece 3 dakika ile kaçırmışım. 3 dakika önce aranmışım. evet, sonuçta sunumum vardı, ve sunumum bu saatlerde bitecekti. aramama anlaşmamıza rağmen bu saatte aramasını beklemek doğaldı. ya da belki de, aklına gelen "önemli" bir şeyi sormak için bile aramış olabilirdi. ama, hissettiğini hissettiğim için aradığını düşünmeyi yeğledim. ne de olsa düşünmek istediğim buydu. kendi hikayemi yazıyordum, kendi masalımı ya da. hepimiz böyle yapmıyor muyuz aslında? kendi hikayem bu hisler üzerine kuruluydu.

tam da doğru bir zamandı belki de. gene, belirli zaman sonra dönüp baktığımda, gittiğim yerleri hatırlayıp, oraya tam da nasıl geldiğimi bilemeyeceğim yolculuğu oluşturan o hislerin sona ermesi için doğru zamandı. çünkü yol da bitmişti. tekrar ana caddeye dönmüştüm, ve bütün bu hikayeler, yollar tekrar "geri"ye döndüklerinde coşkularını kaybederler. iyice sırılsıklam olmuştum. beni maslak'a çıkaracak minibüslerden birine attım çırılçıplak bedenimi.

No comments: