Belirli bir zihin gelisimini tamamladiktan sonra, Londra'ya dair yakin cevrem icerisinde 1. sahistan duydugum ilk hikayelerin sahibi R. idi. Ben universite 1. siniftayken, R. benim de mezun oldugum lisenin son sinifindaydi. Yasadigim yere yakin bir yerde atolye calismalarina katilir, hep hayalindeki Londra universitelerine basvurmak icin portfolyosunu hazirlardi. O donemler en cok gorustugumuz donemlerdi. Universite 2. sinifa gectigimde, Londra'daki ilk senesini yasiyordu ve bir gun Taksim'de bulusup benim spontan ve israrci kararlarim uzerine motorla Uskudar'a, oradan otobusle Beylerbeyi'ne daha sonra da Cengelkoy uzerinden yuruyerek Kandilli'ye gidip tekrar Taksim'e dondugumuz serin kis aksaminda bana Londra ile ilgili ilk izlenimlerini anlatmisti. "Nehir kenarinda guzel bir sinema var, bagimsiz yapimlari ve eski kusak filmleri de gosteriyorlar" dediginde, Avrupa'da hakkinda en az sey bildigim baskentlerden biri olan sehrin nehrini (Thames'i) hep kocaman dalgalari kiyiya vuran ve sehrin ya kuzey ya da guney ucunda yer aldigi icin sehri ikiye bolebilecegini hayal etmedigim ucsuz bucaksiz bir sey sanardim. Aslinda Thames bircok Avrupa sehri nehirlerinden buyuk ama ta ki bu sene Der Himmel uber Berlin filmini seyredip baska bir kitada yasayan bambaska bir R.'yi andigim gune kadar bahsi gecen BFI Southbank sinemasinin karanlik kis aksamlarinda nehir kenarinda yasattigi deneyimi dogru kurgulayamamisim. Bunda Bogaz'in ve hala o donemde hayatimda en buyuk etkileri olan Istanbul'un payi buyuktu sanirim.
Lisedeyken ara sira bulusup sinemaya gittigimiz ve benzer filmlerden zevk aldigimiz R. ile Universite'nin geri kalani boyunca iletisimimiz zayifladi. Gecen yaz benim Londra'ya gitme durumumun belli oldugu donemlerde tesadufen rastlastigimizda 2 yil sonra ilk defa goruyorduk birbirimizi. Londra'ya geldikten 2 ay sonra da tekrar gorusmeye basladik. Bu donem boyunca Londra'ya Istanbul'dan once geldigini haber ettigi birkac filmi seyretmis, sehir hakkinda (hala bircok sehir kadar olmasa da) biraz daha fazla bilgi edinmis, zor bir karar olmasina ragmen buraya gelme kararini vermistim. BFI Southbank de dahil olmak uzere birkac kez sinemaya da gittik kendisiyle. Ama bu gece ve bundan yaklasik 2 ay once katildigimi 2 etkinlik vardi ki, ortak bir yonleri bakimindan epey komik bir tesadufun parcalarilar.
Nisan ayinin ortasinda, ay sonuna olan 4 yazi ve 1 portfolyo calismasini hazirlamaya calisirken, bir cuma aksami gec saatte telefon etti. "Stoke Newington'da pazar aksami deneysel bir video gosterimi var. Sanirim bir studyoda bir yandan video oynatirken, bir yandan da onun teatral performansini yapacaklar" dedi. £5 giris ucreti olan boylesine ilginc icerikli bir olayi kacirmak istemedim. Kuzeydogu Londra (Hackney), Kurt ve Turk nufusu, mangalci ve kebap restoranlari ile meshur bir bolge. R., erkek arkadasi M. ve ben saat 19.30'da bulusup yemek yedik. M. baska arkadaslariyla civardaki bir konsere giderken biz de R. ile saat 20.00'de 'performanslarimizi' izlemeye, Turk birinin islettigi ve Efes Pilsen biralar sattigi, eski bir depodan donusturulmus havasi olan ve gaz borulari binanin icinde kirmizi boyalariyla guzel tugla duvarlara eslik eden mekana gittik.
Ilk is, karsilikli iki 35 mm. kameraya daha once kaydettikleri ve icerigi sadece renklerden olusan tek bir filmi ortasindan alip makinalarina saran iki gencin isiydi. Film makaralarda karsilikli olarak gerildikce iki gostericinin arasindaki masadaki plastik bardaklari deviriyor, karanlik odadaki sessizlige orkestra eden film sarma sesine usulca eslik eden bardaklarin dusme sesi duyulurken, filme cekilmis olan 'renkler' bardaklarin uzerine yansiyordu. Fena bir fikir degildi.
Ikinci iste de bir adam once canli olarak, bir masanin uzerindeki birkac esya'yi 35 mm. filme kaydetti. Daha sonra filmi cikararak saklama kutusunun icini suyla doldurduktan sonra, kutunun icinde salladi. Artik suyu bosalttiktan sonra filmi projektore koyup 'hafif islanmis efektli' filmi bize seyrettirdi. Ucuncu is iki gencin Fransizca bir dublaj uzerine kaydettigi gorsellerden olusuyordu.
Son calisma ise gercekten evelere senlikti! Ne yaptigindan kendi de emin olmayan bir adam seyircilerden birinin yardimiyla kocaman bir bez ekrani once dijital film kamerasina ve sonra da odanin ortasinda duran bir makara'ya bagladi. Daha sonra baska birinin lazer isigi tuttugu bir dikis makinasinda 'lazer isigini dikerek' bunu kameraya ceken (ve bu arada kameraya cektiklerini dijital teknoloji sayesinde canli olarak yayinlayan) adam en sonunda ise 4 kova donmus bezelyeyi seyircilerin uzerine atmaya baslayip "son hazirladigim gosteriyi unuttum, hadi siz de bana bezelye atin" diyerek seyircileri bu interaktif ve uzerinde epey dusunulmus gosteriye katti. Gercekten de muhtemelen mahaleninin yerlisi, ve bu delinin arkadasi olan bir kadin da izleyiciden izleyiciye dogru ziplayarak elindeki bezelyeleri dagitiyor ve insanlari bezelye savasina davet ediyordu. Gecenin sonunda R. ye "gercekten adamla konusmak istiyorum, sormak istiyorum" dedim ama onun yerine mekanin ust (yani giris kati, cunku biz bodrumdaydik) katinda muhtemelen ilk defa gosteri yaptigi icin heyecanli olan ama cok guzel 1950'ler Amerika suburbia sarkilari soyleyen kadini dinledik. Aklimda heba olan bezelyeler ve bu tur sacmalamalari icin hukumetten katki payi alan sanat topluluklari vardi.
--------------------
Yaklasik son 3 haftadir gorusmedigim R. bu aksam icin beni Old Street'e cagirdi. Gene liseden arkadasi olan S. de onu ziyarete gelmisti. Cok tatli biri olan S. yi de uzun bir aradan sonra gormek benim icin de hos olacakti hem. Bu sefer R.'nin bir arkadasi, kendi yarattigi 'Wakki' ismini verdigi aletlerle muzik yapacakti. Wakki, Nintendo Wii konsollarinin koltuk altinda (bizim memleketimizde baska turlu sesler cikarmak icin yapildigi gibi) ses cikarma numarasiyla olusan hareketlere goren sesler (ve sansli veya yetenekliseniz melodiler) ureten bir alet. "Wacky" bir alet yani bu 'Wakki'. Malesef Mother's Bar'daki organiazsyon sorunu ve bu gece beklenmedik derecede ve beklenmedik bir kitle olarak orada bulunan insanlarin varligi yuzunden arkadas "Wacky" deneyimini gerceklestirmedi. Daha da uzucu olan ise, etkinligi anlattigi SMS mesajinda 'bizlerin de bu deneyime katilma sansimiz' oldugunu soylemesi ve bizim bunu kacirmamis olmamizdi. Ama, Mother's Bar'da bu gece sahit oldugumuz baska bir etkinlik vardi ki, Stoke Newington'daki bezelye savasini neredeyse aratmadi.
Mekana tam girdigimizde baska bir grup konserini bitirmis amplilerini ve gitarlarini topluyorlardi. Bu sirada basinda aliminyum folyodan bir sapka olan bir genc sahneye cikarken DJ kabinindeki arkadasini gostererek "biz normalde x [bunu duyamadim] kisiyiz ama bu gece sadece 2'miz variz" dedi. Daha sonra arkadasinin Apple bilgisyardan (e tabii) caldigi birkac sarkiya sacmasapan ritmler tutup kendini yerlerden yere atan cocugun ne yapmak istedigini anlamadik. Ama isin daha da sacma yani bir anda cebinden cikardigi alimunyum folyo demetlerinden toparlaklar yapip onlari insanlara atmaya baslamasi ve bu delilige, seyircilerin icinden 5-6 kisinin katildiktan sonra sahnede cilginca dansetmeye baslamalariydi. R. ile birbirimize donup, R.'nin beni getirdigi baska bir 'atmaca' etkinligi uzerine gulumsedik. Sonunda cocuk tam 7 dk. sonra 'konseri'ni bitirdikten sonra, cocugun performansinda danseden grubun megersek yaklasik 55 yaslarinda komik danseden bir yasli adam tarafindan yonetilen baska bir sacma 'koreografi'nin parcasi oldugunu anladik. Benim dansetme gudulerimi bastirmam zor olduysa da zaten para vermeden geldigimiz mekana bir yarim saat daha dayanabildikten sonra ortami terkettik.
Gecenin geri kalaninda havanin da guzelligi sayesinde yakinlarda bulunan Hoxton Square'deki parkta oturup muhabbet ederek gecti. Stoke Newington'daki yagmurlu garip aksamin yerini ilik bir yaz aksaminin cildirmis gencleri almisti. Hackney'de soguk bir pazar aksami ev bakip yalnizlik, bitiklik ve kaybetmislik ruhundan etkilendigim mahalledekileri aklima getirince butun bu 'anlik frenzy'lerin' yapayligi ama kendi sahislarina munhasir sacmaliklarini da dusunmeden edemedim. Bakalim bir dahaki sefere kimlerin ne firlattigi bir etkinlige gidecegiz...
2 comments:
dili ögrenmek, o dil de yasamak, düsüncelerini o dilde aktarabilmek... hangi dil olursa olsun sanirim sen bu geçis sürecini tamamlamissin ve yazdigin bu son türkçe blogdan sonra ingilizceye terfi etmissin, bunda yasadigin yerin önemi büyüktür eminim ki, ama istanbul'un sokaklarinda dolastigin bugünlerde, türkçe yazmaya tekrar dönerek, yapilmak isteneni (karsi tarafa kendini aktarabilmeyi), sonraki yazilarinda görmek ümidiyle.
Tam da bu sabah, boyle serin, bulutlu bir sabaha uyandigimda aklima geldi benzer bir sey. Ilginctir ki, Istanbul ile ilgili degil, Londra ile ilgili yazasim geldi ama. Zaten bir hafta sonra geri donuyorum... Ingilizce yazilarda entegrasyonun tamamlanmis olmasi kadar, daha genis kitlelerin anlayabilecegi bir ortak dilde yazi yazmam taleplerinin etkisi de oldu.
Post a Comment