Stamford Road'un basinda oturuyor, 76 numarali otobusun gelmesini bekliyorum. 2 dakika once, kuzey-guney dogrultusunda uzanan, Londra merkezin dogu ekseninde uzun bir cadde olan Kingsland Road uzerindeydim. Ilginc bir kivrimla batiya dogru yonlenen ara sokaklardan biri Stamford Road. Londra'daki yuzlerce ara sokaktan biri, kocaman kirmizi otobuslerin nasil ve neden o sokaktan gectigine anlam veremedigim. Sokak karanlik, Kingsland Road'daki isiklar sokagin girisini aydinlatiyor. Durakta garip bir adam var. Kingsland Road'un anadamarlarindan birini olusturdugu Hackney ilcesindeki herhangi bir mahallede sikca rastladigim turden. Hic bir sey soylemeden, garip ve kuskulu bakislarla bana bakiyor. Uzerinde ince bir mont var, ayni digerlerinde oldugu gibi. Sonra benden korkar adimlarla uzaklasiyor. Biraz once evini ziyaret ettigim Ellen "Gecenin 3'unde bulunmak istemeyecegin Kingsland Road'a bircok otobus geliyor ama ben baska yollari kullanmayi tercih ediyorum" demisti. Benim bu kapkaranlik sokakta birilerinden korkmak beklenirken, bu garip gorunuslu adam benden uzaklasiyor. Hava -2 derece olmali, agzimdan keskin dumanlar cikarken, bu cok soguk ama acik kis havasini seviyorum. Ve, aslinda orada bulunmamam ogutlenen yerde, Paskalya Pazari'nin aksam saatinde otobus beklerken kendimi cok daha iyi hissediyorum.
Otobus geldiginde, birbirine bakan ama ses cikarmayan, sanki bu terkedilmis diyarlarin kurallarini agiz birligi etmiscesine kabullenmis olarak uygulayan, birbirinden habersiz 3 kisi olarak biniyoruz otobuse. Otobus gunye, sehrin merkezine dogru yollanirken, once yari-aydinlik, issiz, bahceli evleri olan caddelerden geciyor daha sonra salas/sanat merkezi olan, son 10 yilda goze batan, eskinin terkedilmis, simdi simdi hibrit bir zenginlesme evresinden gecen Old Street'ine dogru yol aliyoruz. Londra'nin ticari merkezi olan City'nin icine dogru girerken, Hackney veya diger fakir ve uc mahallelerde gormedigimiz Pret, Nero, Starbucks gibi zincir kahve magazalari ve Marks and Spencer gibi alisveris merkezleri basliyor. Burasi Hackney'den otobusle 10, yuruyerek en fazla yarim saat uzaklikta. Ama, Hackney ile orta-sinifin gozde mekanlarindan Angel'i da kapsayan Islington'in guney sinirlarinda kalan sokaklari geceli sadece 5 dakika olmus, biraz once yesil-sari isiklari zar zor yanan Zeyno Supermarket'in kepenklerine yeni gozum takilmisti. Kendimi hangi yerle ozdeslestirebildigime karar veremiyorum.
Bir sehri tanimanin en iyi yollarindan biri yurumek diye daha once defalarca bahsedilmis. Beraber buyudugumuz kuzenimle, apartmanin arkasinda top oynarken ara sira kavga ederdik. Bir gun, bir kavgadan sonra bana kusup hizli hizli yuruyup evden uzaklasmaya basladi. Ben de arkasinda onu takip ederken, bir yandan da o zamanlar henuz kesfetmedigim merakimin da durtusu ile "yuru daha bakalim, ben de seni kovalayacagim, yakalarsam da kavga ederiz" diyerek tehdit ediyordum. Ilk defa 11-12 yasinda oldugum o donemde apartmandan bu kadar cok uzaklasmis, Osmanbey'e kadar yuruyup geri donmustuk. Annemin beni azarladigini hatirliyorum, ana caddelere ciktigim icin. Ben ise, annemin veya anneannemin kucukken Osmanbey'deki terziye giderken, bana da renkli sakizlardan aldiklari Rumeli Caddesi'ndeki kucuk dukkani tekrar ve bu sefer kendi basima gormus olmanin verdigi heyecani animsiyordum o gunden. Sadece 1-2 yil sonra gene Osmanbey'de, Gazi Sinemasi'nda filme gittigim bir kizi Taksim'e dolmuslara birakirken, elele tutusup Cumhuriyet Bulvari'ni basta sonra yuruyusumuzde duydugum heyecana benzer hisler var hafizamda. Yillar boyunca Tesvikiye-Taksim arayasi, gecenin bir yarisi sokak kedisine yardim etmem icin beni kolumdan tutanlarla, yol sormak icin arabasini kenara cekip askerden azar isitenlerle ve yol boyunca gece ise cikan travestilerle gecen yuruyuslerimle ozdeslesti o bolge benim kimligimde. Istanbul'un daha yuzlerce baska yerinde oldugu gibi, Londra'da da her yeri yurumek, hatta her metro duragina ve otobus duragina gitmek istegi, buradan gelen durtulerle olusuyor heralde.
Tasinma vesilesiyle sehrin farkli bolgelerinde, farkli saatlerde ve farkli iklim kosullarinda (kar da dahil olmak uzere) son bir hafta icerisinde, karanlik ve soguk suburb'lerden, yemyesil, terkedilmis parklardan, ana caddelerden, issiz kenar mahallelerden gecerken, 3 katli evlerin, daracik ve kotu aydinlatilmis eski toplu-konut binalarinin ve apartman dairelerinin iclerine girip ciktim. "O bolgeye gitmeyi sevmiyoum" denilen yerlerde dinlendim, "otobusle daha rahat" gidilen yerleri yurudum, yurunerek daha rahat varilacak yerlere haritada kestiremeyip (ki pek benlik degildir) metroya binerek yeraltindan ve tamamen yer ustundeki gerceklikten uzak yollarla ulastim. Butun bu surec boyunca biriktirdigim hisler, bu issiz, soguk pazar aksaminda, karanligin ortasinda Stamford Road'da otobus beklerken bana garip garip bakip urken adami gordukten sonra, arkami donup icinde mahalleli, beyaz, orta-yasli, yorgun 5-6 Ingiliz'in oturdugu yerel pub'i gorunce gun isiginda harmanlanip ortaya cikti.
Kirli montunu yikamak icin deterjan parasi vermek istemeyen adamin oldugu yer mi; Turkiye'de adini bile duymadigimiz konserve markalarini dogu Londra'daki dukkanina getiren Sivas'in X koyunden gelmis, los yazarkasanin arkasinda yorgun gozlerle pazar gecesinin gecmesini bekleyen adam mi; her daim tamamen "guvenli" ve "aydinlik"ken, yalniz kaldigimiz anlarin degerini bize hatirlatan nehir kenarindaki Bankside'da oturan ogrenciler mi; "sales" isinden haftaici aksamustu cikip Angel'da Upper Street'teki barlardan birinde is arkadaslariyla ickisini icip her daim sik gorunmeye ozen gosteren orta-sinif Ingiliz kadinin yasadigi ev mi; yoksa geceler canli muzik alternatifleri, gunduzleri dunyanin tum acik-hava pazarlarinin toplandigi cumbuslu Camden Town'un 10 dakika arkasinda, guzel bahceli, terasli evler mi...
...yasamak istedigim sokak, evini paylasmak istedigim adam, kapisini calmak istedigim komsular, oturmak istedigim ev, bulunmak istedigim mahalle?
Thames kenarinda gunesli bir bahar pazar'inda yuruyus yapmaktan aldigim, kimsenin bulunmak konusunda en ufak bir derdi bile olmayacagi ucube bir mahallede, gecip giden omrunu pub masasi'nda seyreden kadini farkederken hissetiklerimle nasil bagdasiyor? Camden'da Jazz Cafe'de caz dinlerken ayni ortamda bulunan orta-yasli cazseverler, ve gene Camden'da Barfly'da ardarda post-rock-Incubus-Sonic Youth takilan grup, lo-fi altyapinin uzerine funk soyleyen 4lu ve diger gruplari dinlerken etrafimda bulunan kitle baska hangi evrenlerde bir araya geliyor? Holborn'da yeni acilan donerciden durum alip, Hyde Park'ta kent tasarimi teorileri uzerine okuduktan sonra, Bath'a veya Bristol'a yapilan gunubirlik bir geziden sonra, Mile End'de bitik bir uyusturucu-fahise deligi bar'in onunden gecerek bunlarin hepsinden etkilenip ilham aldigini hissettikten sonra bunlari disariya tasimayi nasil becerebilirsin? Veya paylasacagin insanlari nereden bulabilirsin?
Nereye tasinirsam tasinayim, sabaha karsi saat 2'de 5 derece sogukta Millenium Bridge'in uzerinden, Thames'e "iyi geceler" dileyip otel'e benzeyen Bankside House'a donuslerimi ozleyecegim. Gecip giden issiz Londra kis aksamlari, yerini Islington veya Camden'da eglenceli, renkli, heyecanli, zaman zaman kanal kenarinda oturup dinlenmeli, zaman zaman konserlerden konserlere ziplamali bahar gunlerine biraksa da; "orada bulunmak o saatte guvenli degil" denilen yerlere olan merakim dinmeyecegi gibi, kendimi coklukla, bu sehri de daha iyi tanimak icin, ampulu yanip sonen bir gocmen dairesinin onundeki paspasi incelerken buluyor olabilirim. Eninde sonunda, bir sehrin her sokagini yurumeyip, her dukkanina girmeden; sokak lambalarina bakkip keskin havasini solumadiktan sonra o sehri tanidigini iddia etmek gercekci bir bahis olamaz.
Sunday, March 23, 2008
Friday, March 21, 2008
Kafama Paskalya Yumurtalari yagarken...
Derslerin bitmesinin verdigi rahatlikla 11'den erken kalkamadigim, biraz ev aramakla, biraz dolasmakla gecen su gunlerden birinde, part-time is icin biraz calisayim sevkiyle uyandim bu sabah. Bugun, Robert Kolej gunlerinde, ne oldugunu fazla sorgulamadan, genelde tatil olmasindan oturu sevinerek andigimiz "Good Friday". Paskalya'nin ilk gunu olarak da nitelendirebilecegimiz bu gunde Avrupa'nin dort bir yanindaki Hristiyan ulkelerinde kutlanan bayram ayni zamanda 4 gunluk uzun bir haftasonu tatili anlamina da geliyor. Bunu firsat bilen kita insanlari 4 bir yana dagilirken, genelde soguk havalardan sikilmis kuzeylilerin guney sahillerini, merakli turistlerin Dogu Avrupa ve Baltik'i, romantiklerin bazen Paris, bazen Londra'yi, AB'nin yeni uyelerinin ise genel olarak Bati Avrupa'yi tercih ettini goruyoruz ki, bu son grup, tatillerden bagimsiz olarak da genelde boyle bir hareket icerisinde, o ayri bir konu.
Benim bugunku yegane hareketlerim ise bilgisayar basinda Istanbul Buyuksehir Belediyesi web sayfasi ile hazirlamakta oldugum listeden olusan dokuman arasindaki parmak hareketlerim ve ara sira hava ve yemek almak icin yakin civarlara yaptigim yuruyeslerden ibaretti su ana kadar. Sabahki donut + milk shake kombinasyonlu sacmasapan kahvaltinin ardindan, 3 saatlik kafa utuleyici bir calismadan sonra oglen/aksam yemegi yemeye cikmaya karar vermemle birlikte, ilginc olaylarin bas gostermesi bir oldu.
Bahtsiz Bedevi'ye colde kutup ayilari nasil bir muamelede bulunuyorlarsa, bu zat-i muhterem'e de, bu kis birakin kardan, yagmurdan bile nasibini duzgun almamis Londra havasi, tam da binayi terk ettigim sirada, benzer bir muamelede bulundu. Cilgincasina esen ruzgar beynimi allak bullak ederken, bir anda kafama yumrta parcalari gibi dusmeye baslayan beyaz partikullerle birlikte ne oldugumu sasirdim. Evet, butun kis kar gormemis Londra, her nasil hikmetse, Forrest Gump'in pinpon toplari gibi bir dolu indirdi ki, saskin bakislar arasinda ne oldugunu anlayamayan yerli turist herkes gulusmeye ve kacismaya basladi. Ben ise, "eh olacagi buydu" tarzi bir serzenisle birlikte yanima fotograf makinesini almamanin dangalakligini bir kez daha kendimden bilmekle mesguldum. Odaya mi donsem, yemege mi gitsem derken bir kosuda odaya cikip botlarimi giyip, makineyi gene yanima almamaya karar verdikten sonra, cep telefonumla bu tarihi olayi birkac kareyle yakalamaya calistim.
Muhtemelen tam bu sirada, yeni dogmus bir bebek kuzeyde Hampstead Heath'te yemyesil arazinin uzerinden, camin kenarinda ilk defa gokyuzunden yagdigina tanik oldugu bu beyaz seyle tanisiyor; Camden Town'da cuma aksamustu piyasasi yapmaya cikmis Hintli Gotik ve Punk'lar sevinc icerisinde birbirlerine sariliyor; Kensington'da taksiden inen yasli bir Ingiliz teyze ayagi kaydigi icin topallayip dusmekten kendini son anda kurtariyor; hemen yanibasimda nehir kenarinda romantik ciftler boyle ozel bir ani beraber yasadiklari icin birbirlerini gozlerinin icinde kayboluyorlardi. Ben ise, Istanbul Buyuksehir Belediye Baskanligi Ulasim Genel Sekreter Yardimciligi Muduru Muzaffer Hacimustafaoglu hakkinda aldigim bilgileri bir kez daha aklimdan gecirirken, ne yemem gerektigine karar vermeye calisiyordum. Paskalya da beni boyle hediyelerle karsilamisti iste.
Bu cilgin doga olayi, akabininde yerini gecici ama siddetli gokgurultulerine birakti. Bekledigim saganak yagmuru gelmeyince, bir anda gokyuzu daha once alisik olmadigim derecede guzel, berrak ve ilgi cekici renk gecislerine sahip oldu. Bulutlar beyazdan griye, gokyuzu turkuazdan laciverte, Thames Nehri'de alistigimiz bok renginden yesile, genis yelpazelerde hos tadlar sunuyordu.
Yol kenarinda topragin uzerini ufak beyaz bir tabaka kaplamis, bir hafta oncesine kadar 'yalanci bahar' yasatan havalarla birlikte acan cicekler, bu doluyla birlikte neye ugradiklarini sasirip telef olmuslardi bile. Thames'in uzerinden karsi taraf iyice alimli gorunuyor, Thames'in kendisi de, hizla gecen teknelerin de etkisiyle birlikte deli dumrul ataklarda bulunuyordu.
Kararimi verdim, BFI South Bank'e, yani nehir kenarinda batiya, Waterloo'ya dogru yuruyecek ve oradaki EAT'te gunun corbasinin yani sira sicak bir sandvic yiyecektim. Her haftasonu oldugu gibi, manyak havaya aldirmadan bu haftada, nehir yataginin genisledigi ve suyun yukseldiginde dahi kapayamadigi o genis alandaki kumlugun uzerinde, bizim kum heykeltrasi ile karsilastim. Bu sefer sanatini icra ederken yalniz degil, yaninda onu izleyen bir iki tane de kus vardi. Ilk olarak haftalar once, Wim Wenders'in "Alice in der Staedten"ini izledikten sonra, 4 gencin ayni nokatada heykel yaptigini gormus, soguk kis aksaminda epey bir icim isinmis, "kanepe degil de, yatak heykeli yaptiklarinda, hava isinirsa birkac gece gelip kalirim belki" demistim (bkz. onceki bloglar). Son bir iki haftadir ise bu yalniz adamcagizi goruyordum, bikmadan usanmadan heykelleri ureten. Gene tepesindeki yurume yolunda kendisini izleyen turistlere aldiris etmeden hummali bir calisma icersindeydi.
Benim bugunku yegane hareketlerim ise bilgisayar basinda Istanbul Buyuksehir Belediyesi web sayfasi ile hazirlamakta oldugum listeden olusan dokuman arasindaki parmak hareketlerim ve ara sira hava ve yemek almak icin yakin civarlara yaptigim yuruyeslerden ibaretti su ana kadar. Sabahki donut + milk shake kombinasyonlu sacmasapan kahvaltinin ardindan, 3 saatlik kafa utuleyici bir calismadan sonra oglen/aksam yemegi yemeye cikmaya karar vermemle birlikte, ilginc olaylarin bas gostermesi bir oldu.
Bahtsiz Bedevi'ye colde kutup ayilari nasil bir muamelede bulunuyorlarsa, bu zat-i muhterem'e de, bu kis birakin kardan, yagmurdan bile nasibini duzgun almamis Londra havasi, tam da binayi terk ettigim sirada, benzer bir muamelede bulundu. Cilgincasina esen ruzgar beynimi allak bullak ederken, bir anda kafama yumrta parcalari gibi dusmeye baslayan beyaz partikullerle birlikte ne oldugumu sasirdim. Evet, butun kis kar gormemis Londra, her nasil hikmetse, Forrest Gump'in pinpon toplari gibi bir dolu indirdi ki, saskin bakislar arasinda ne oldugunu anlayamayan yerli turist herkes gulusmeye ve kacismaya basladi. Ben ise, "eh olacagi buydu" tarzi bir serzenisle birlikte yanima fotograf makinesini almamanin dangalakligini bir kez daha kendimden bilmekle mesguldum. Odaya mi donsem, yemege mi gitsem derken bir kosuda odaya cikip botlarimi giyip, makineyi gene yanima almamaya karar verdikten sonra, cep telefonumla bu tarihi olayi birkac kareyle yakalamaya calistim.
Cep telefonum o kadar da kotu resim cekmiyormus.
Muhtemelen tam bu sirada, yeni dogmus bir bebek kuzeyde Hampstead Heath'te yemyesil arazinin uzerinden, camin kenarinda ilk defa gokyuzunden yagdigina tanik oldugu bu beyaz seyle tanisiyor; Camden Town'da cuma aksamustu piyasasi yapmaya cikmis Hintli Gotik ve Punk'lar sevinc icerisinde birbirlerine sariliyor; Kensington'da taksiden inen yasli bir Ingiliz teyze ayagi kaydigi icin topallayip dusmekten kendini son anda kurtariyor; hemen yanibasimda nehir kenarinda romantik ciftler boyle ozel bir ani beraber yasadiklari icin birbirlerini gozlerinin icinde kayboluyorlardi. Ben ise, Istanbul Buyuksehir Belediye Baskanligi Ulasim Genel Sekreter Yardimciligi Muduru Muzaffer Hacimustafaoglu hakkinda aldigim bilgileri bir kez daha aklimdan gecirirken, ne yemem gerektigine karar vermeye calisiyordum. Paskalya da beni boyle hediyelerle karsilamisti iste.
Bu cilgin doga olayi, akabininde yerini gecici ama siddetli gokgurultulerine birakti. Bekledigim saganak yagmuru gelmeyince, bir anda gokyuzu daha once alisik olmadigim derecede guzel, berrak ve ilgi cekici renk gecislerine sahip oldu. Bulutlar beyazdan griye, gokyuzu turkuazdan laciverte, Thames Nehri'de alistigimiz bok renginden yesile, genis yelpazelerde hos tadlar sunuyordu.
Yol kenarinda topragin uzerini ufak beyaz bir tabaka kaplamis, bir hafta oncesine kadar 'yalanci bahar' yasatan havalarla birlikte acan cicekler, bu doluyla birlikte neye ugradiklarini sasirip telef olmuslardi bile. Thames'in uzerinden karsi taraf iyice alimli gorunuyor, Thames'in kendisi de, hizla gecen teknelerin de etkisiyle birlikte deli dumrul ataklarda bulunuyordu.
Kararimi verdim, BFI South Bank'e, yani nehir kenarinda batiya, Waterloo'ya dogru yuruyecek ve oradaki EAT'te gunun corbasinin yani sira sicak bir sandvic yiyecektim. Her haftasonu oldugu gibi, manyak havaya aldirmadan bu haftada, nehir yataginin genisledigi ve suyun yukseldiginde dahi kapayamadigi o genis alandaki kumlugun uzerinde, bizim kum heykeltrasi ile karsilastim. Bu sefer sanatini icra ederken yalniz degil, yaninda onu izleyen bir iki tane de kus vardi. Ilk olarak haftalar once, Wim Wenders'in "Alice in der Staedten"ini izledikten sonra, 4 gencin ayni nokatada heykel yaptigini gormus, soguk kis aksaminda epey bir icim isinmis, "kanepe degil de, yatak heykeli yaptiklarinda, hava isinirsa birkac gece gelip kalirim belki" demistim (bkz. onceki bloglar). Son bir iki haftadir ise bu yalniz adamcagizi goruyordum, bikmadan usanmadan heykelleri ureten. Gene tepesindeki yurume yolunda kendisini izleyen turistlere aldiris etmeden hummali bir calisma icersindeydi.
Adamcagizi yalniz birakmayan vefali kus ve tepedeki merakli gozler
Karnimi doyurdum, makinemi almayip bu guzel renkleri daha iyi aktaradamadigim icin kendime kufrettim, ve sonra kararmaya baslaya hava ile birlikte tekrar odamin yolunu tuttum. Disari cikmak iyi geldi, lakin yalnizligin verdigi tatli-eksi melankoli ile birlikte ufaktan bir ic gecirerek, "hay ben boyle pahali memleketin.." diye soylenmeye baslamistim ki, daha sonra "Hamburg'da karli bir gunde bir kere kafama kus sicmisti, bugun de ruzgarli bir gunde gokyuzu icini bosaltti, bakalim bu iste bir sans var mi?" dusuncelerine cevirdim beyin dalgalarimi.
Sunday, March 16, 2008
Antony'nin kapi kollari
Asiri yogun bir haftanin ardindan, ders donemini kapattik... Sali Barking'deydim, carsamba Istanbul'da, persembe gunduz Hamburg'da, gece Leicester Square'de.
Sunum-makale-sunum derken, persembe aksami derslerin bitisini kutlama icin once Holborn'daki yerel pub'imiz The Ship Tavern'da demlenip sonra Leicester Square'de karaoke'ye yollandik. Butun uzak dogu filmlerinde gordugumuz karaoke ve karaokeci kliseleri vucut buldu persembe aksami.
Eski bir binanin, ortasindaki asansor bosluguna 12 m. 'ye yakin yukseklikte bir hali gomuldugu, Beyoglu apartmanlarini hatirlatan merdivenleriyle, daracik bir koridorun saginda ve solunda siralanmis, mavi duvarli pembe/mor isikli los odalari gecerek, kucuk bar'in hemen yanindaki buyuk karaoke odamiza geldik. 2.5 saatlik seans, isinma turlarindan sonra, programimizin 2 Japon'undan konuskan olan Norio'nun sahne almasi ile zirve yapti. Hemen oncesinde Oscar Wilde'in yazdigi bazi mektuplarin orijinallerine ve telif haklarina da sahip, bu donemki proje arkadasim 65'lik Ingiliz mimar Caroline da karaoke'ye gelerek o yasta bile ne kadar cool oldugunu, Beatles'in Love'ini beraber icra ederken kanitlayarak ortami senlendirdi.
Fakat, Norio sahne alip, muntazam bir sekilde ayakkabilarrini cikarip, beni 4, ve daha bilumum insani 2ser 3er kere opup, alkol almadan karaoke ekraninin karsisinda kendinden gecerken coktan kendimizden gecmeye baslamistik. Bir yandan ucuz porno filmlerinden firlama dandirik romantik karakterlerin oynadigi komik klipler, diger yandan dunyanin uzak diyarlarindan (Yeni Zelanda agirlikli olmak uzere) akan goruntuler esliginde calan "Billie Jean"lerle birlikte absurd bir karaoke seansini tamamlamak uzereydik ki, asil bombayi gene Norio patlatti. Herkesi acilmalari uzerine dikkatlice uyardiktan sonra, bir rock sarkisinin sorunda havada ters takla atip, basariyla yere konduktan sonra yaptigi zafer isaretleriyle ortaligi sarsti. Bundan once de bir keresinde bir derste, tartisma esnasinda "biz Japonya'da cok kulturlu bir topluma sahip degiliz, eskiden baska kulturden olanlari da oldurduk ya da surduk" diyerek fasist Japonya gecmisine, adeta uzak dogu korku filmlerindeki karakterlerin sogukkanligiyla yaklastiginda bizi sasirtmisti Norio. Ama onun disinda genelde sakin, merakli, hep guleryuzlu haliyle cok sevdigimiz biri olmustu. Attigi ters takla ile birlikte de gecenin yildizi oluverdi.
Cuma gunu ise bambaska diyarlara, Bati Teksas collerine ziyaret ettik. Bay Chigur'un manyakca oldurme hikayelerini izledik "No Country for Old Men"de. Beklentilerimin cok ustunde bir filmdi aslinda. Biraz Westernvari, biraz Jarmuschvari, biraz Gus van Sant usulu, biraz American Psycho, belki epeyce Hitchcock gerilimi de vardir. Oksijenin zararlarini da ogreten bu film beni gecen yazki bir anima goturdu.
"Spoil" etmis olmayayim ama, filmdeki psikopat (kotu sac sekliyle Javier Bardem'in Oscar oduluu kazandigi karakter) zorla girecegi evlerin kapi kollarini yuksek basincli oksijen tupleri yardimiyla ucurup kapilari teker teker aciyor. Tam bu sahnelerden birinde Temmuz ayinin ortalarinda Istiklal Caddesi'nde yururken, grubuna ve kendisine rehberlik ettigimiz Antony Hegarty cikar gelir karsimiza birden. Bizi gorunce durup klasik utangac haliyle "ayy, naptim biliyor musunuz, hic sormayin, soylemeyeyim bile?.." der bir iki gece once Bulent Ersoy'a hayranligini anlatan bu dev cusseli kucuk kiz modelindeki cinsiyetlerotesi seker adam. "Cukurcuma'ya gittim, dayanamadim ve kendime her renk ve boyuttan kapi kollari aldim, yeni evim icin... Cok tatlilardi...". Birkac gun once, bir gay bar'da saldiriya ugramaktan son anda kurtuldugunu konser seyircisine anlatmaktan cekinmeyen Antony, bunlari bizle paylasmayi da mazur gormustu. Filmin psikopat karakteri Anton Chigurh'un, Antony Hegarty'nin evinin kapilarindaki kollari teker teker ucurup, bir yazi-tura karsiliginda hayatiyla oyun oynamasini dusunmek bile epey korkutucu ve bu o kadar da eglenceli...
Butun bunlar yasanirken, Antony'nin "sekreteri" Colin adli gencten de bir email geldi bana. Nisan ya da Mayis'ta Istanbul'a tasinacakmis ve 2 aylik kiralayacak ev ariyormus (teklifi olan varsa haber etsin bana). Tasinma isine girisenlerden biri de benim. Bu sefer, kendimi zorlamak icin muhtesem bir yer olan epey merkezi, nehrin hemen guneyindeki "otel" odamdan cikma kontrati imzaladim, yerine simdiden baskasini koydular 25 Mart ve sonrasi icin, ve bu durumda gercekten de yeni bir ev bulmam gerekiyor (bu konuda da teklifi olan haber etsin bana). Bahar geliyor, Londra'da havalar tekrar bir soguma donemine girdi. Gecen hafta cesitli cografyalari ziyaret etmekle gecti, yarin Birghton'a ufak bir ziyaret var, belki sonrasinda laleler actiginda Istanbul'da olurum bir dolunayda...
Sunum-makale-sunum derken, persembe aksami derslerin bitisini kutlama icin once Holborn'daki yerel pub'imiz The Ship Tavern'da demlenip sonra Leicester Square'de karaoke'ye yollandik. Butun uzak dogu filmlerinde gordugumuz karaoke ve karaokeci kliseleri vucut buldu persembe aksami.
Eski bir binanin, ortasindaki asansor bosluguna 12 m. 'ye yakin yukseklikte bir hali gomuldugu, Beyoglu apartmanlarini hatirlatan merdivenleriyle, daracik bir koridorun saginda ve solunda siralanmis, mavi duvarli pembe/mor isikli los odalari gecerek, kucuk bar'in hemen yanindaki buyuk karaoke odamiza geldik. 2.5 saatlik seans, isinma turlarindan sonra, programimizin 2 Japon'undan konuskan olan Norio'nun sahne almasi ile zirve yapti. Hemen oncesinde Oscar Wilde'in yazdigi bazi mektuplarin orijinallerine ve telif haklarina da sahip, bu donemki proje arkadasim 65'lik Ingiliz mimar Caroline da karaoke'ye gelerek o yasta bile ne kadar cool oldugunu, Beatles'in Love'ini beraber icra ederken kanitlayarak ortami senlendirdi.
Fakat, Norio sahne alip, muntazam bir sekilde ayakkabilarrini cikarip, beni 4, ve daha bilumum insani 2ser 3er kere opup, alkol almadan karaoke ekraninin karsisinda kendinden gecerken coktan kendimizden gecmeye baslamistik. Bir yandan ucuz porno filmlerinden firlama dandirik romantik karakterlerin oynadigi komik klipler, diger yandan dunyanin uzak diyarlarindan (Yeni Zelanda agirlikli olmak uzere) akan goruntuler esliginde calan "Billie Jean"lerle birlikte absurd bir karaoke seansini tamamlamak uzereydik ki, asil bombayi gene Norio patlatti. Herkesi acilmalari uzerine dikkatlice uyardiktan sonra, bir rock sarkisinin sorunda havada ters takla atip, basariyla yere konduktan sonra yaptigi zafer isaretleriyle ortaligi sarsti. Bundan once de bir keresinde bir derste, tartisma esnasinda "biz Japonya'da cok kulturlu bir topluma sahip degiliz, eskiden baska kulturden olanlari da oldurduk ya da surduk" diyerek fasist Japonya gecmisine, adeta uzak dogu korku filmlerindeki karakterlerin sogukkanligiyla yaklastiginda bizi sasirtmisti Norio. Ama onun disinda genelde sakin, merakli, hep guleryuzlu haliyle cok sevdigimiz biri olmustu. Attigi ters takla ile birlikte de gecenin yildizi oluverdi.
Cuma gunu ise bambaska diyarlara, Bati Teksas collerine ziyaret ettik. Bay Chigur'un manyakca oldurme hikayelerini izledik "No Country for Old Men"de. Beklentilerimin cok ustunde bir filmdi aslinda. Biraz Westernvari, biraz Jarmuschvari, biraz Gus van Sant usulu, biraz American Psycho, belki epeyce Hitchcock gerilimi de vardir. Oksijenin zararlarini da ogreten bu film beni gecen yazki bir anima goturdu.
"Spoil" etmis olmayayim ama, filmdeki psikopat (kotu sac sekliyle Javier Bardem'in Oscar oduluu kazandigi karakter) zorla girecegi evlerin kapi kollarini yuksek basincli oksijen tupleri yardimiyla ucurup kapilari teker teker aciyor. Tam bu sahnelerden birinde Temmuz ayinin ortalarinda Istiklal Caddesi'nde yururken, grubuna ve kendisine rehberlik ettigimiz Antony Hegarty cikar gelir karsimiza birden. Bizi gorunce durup klasik utangac haliyle "ayy, naptim biliyor musunuz, hic sormayin, soylemeyeyim bile?.." der bir iki gece once Bulent Ersoy'a hayranligini anlatan bu dev cusseli kucuk kiz modelindeki cinsiyetlerotesi seker adam. "Cukurcuma'ya gittim, dayanamadim ve kendime her renk ve boyuttan kapi kollari aldim, yeni evim icin... Cok tatlilardi...". Birkac gun once, bir gay bar'da saldiriya ugramaktan son anda kurtuldugunu konser seyircisine anlatmaktan cekinmeyen Antony, bunlari bizle paylasmayi da mazur gormustu. Filmin psikopat karakteri Anton Chigurh'un, Antony Hegarty'nin evinin kapilarindaki kollari teker teker ucurup, bir yazi-tura karsiliginda hayatiyla oyun oynamasini dusunmek bile epey korkutucu ve bu o kadar da eglenceli...
Butun bunlar yasanirken, Antony'nin "sekreteri" Colin adli gencten de bir email geldi bana. Nisan ya da Mayis'ta Istanbul'a tasinacakmis ve 2 aylik kiralayacak ev ariyormus (teklifi olan varsa haber etsin bana). Tasinma isine girisenlerden biri de benim. Bu sefer, kendimi zorlamak icin muhtesem bir yer olan epey merkezi, nehrin hemen guneyindeki "otel" odamdan cikma kontrati imzaladim, yerine simdiden baskasini koydular 25 Mart ve sonrasi icin, ve bu durumda gercekten de yeni bir ev bulmam gerekiyor (bu konuda da teklifi olan haber etsin bana). Bahar geliyor, Londra'da havalar tekrar bir soguma donemine girdi. Gecen hafta cesitli cografyalari ziyaret etmekle gecti, yarin Birghton'a ufak bir ziyaret var, belki sonrasinda laleler actiginda Istanbul'da olurum bir dolunayda...
Saturday, March 15, 2008
gelir nisan-mayis aylari, gevser fasizm yaylari
Hele hele... Yahu bir turlu karar veremiyorum, bizim memleket cok mu geri, cok mu ileri, cok mu arada kalmis diye.. Beyaz Turk, kafatasi muhabbetine girmeden; bu kadar badire atlatmis, az buz bilinci acilmis, Susurluk nedir, akabininde 28 Subat'ta neler olmustur birazcik bilen birilerinin cogunlukta oldugunu dusunmusumdur hep. 80'lerden agzi yananlar, 90'lari ufleyerek yedi, bunu biliyoruz; ve 'milliyetci/sosyalist' kamplasmasi pastorize edilip, yagi azaltarak evimize 'ilimli islam'/'Kemalist (ya da Ataturk fetisisti mi demeliyim) laik' olarak gelmeye basladi. Soldan girip, indirme/bindirme yapilmayan otobanda yolcu degistiren DTP ile, "trafik dogru akmiyorsa, sagdaki guvenlik seridine dalayim" diye girdikten sonra sinsi polis memurlarini gorup "orta" seritlere cekilen AKP ayni anda kapatilma davasiyla karsi karsiya. Buyuralim, buralardan yakalim bir de.
Gene bir ilkbahar arifesinde, ordu, hukumet, yargi, anayasa mahkemesi mangala cikmislar, top oynuyorlar. Ben mi delirdim acaba da, butun bunlarin arkasinda 1 yildir apacik, uzun yillardir yari-saydam komplolar etrafinda donup donup duruyorum? Yargitay Cumhuriyet Bassavcisi kimin adamidir? Nasil bir cosku, nasil bir hezeyana gelir de, salter indirir gibi parti kapatma davalari acar acaba? Bu boyle basit bir insiyatif midir? Ya da zaten bunlarin cevabini bilmiyor muyuz biz? Arada DTP gume gitsin diye "2 dava olsun da, AKP nasolsa durur ortada, bu arada DTP'yi harcayalim" diyenler mi vardir, yoksa hakikaten AKP'nin kapanacagini, daha da otesi kapanmasinin vatan-millet'e 10 yuz bin milyon "Cumhuriyet" altini kazandiracagini dusunen akl-i evvel'ler mi vardir?
Bu ulkede artik AKP'nin kapatilmasinin, ileride ne gibi sonuclar doguracagini bilmeyen kalmis midir? Turkiye'de siyasi vakumla olusan boslugu, AKP kapatilir da benzeri bir sey ortaya cikmazsa, dolduracak iki alternatif vardir. Evet, dogru bildiniz, birincisi "ordu"dur. Ikincisinin de CHP oldugunu dusunmediginizi, gozlerimizi biraz kisip, zihnimizi biraz ikindirip baktigimizda C olarak gordugumuz harfin koskocaman karanlik bir Fritz Lang "M"si oldugunu gorebiliyoruz elbet. Bunu Yargitay'dakiler bilmiyor mu?
Ya peki AKP, Yargitay'dan rica ettiyse (olur mu boyle sey? Efendiligi ayri bir yana, Erdogan'i sokakta gorse zoraki selam vermekten kendini alamayacak Sezer'in Yargitay Bassavcisi, boyle bir anlasma yapar mi???)... "Siz, yumusak bir kapatma davasi aciverin de, Anayasa Mahkemesi kapatmasin bizi de, ufak bir dava kazanmis falan olalim, hem hani en son A. Mahkemesi ile kilic-kalkan oynarken, yegen Baykal gelmis ortaliga cisini yapip oyunu bozmustu.... simdi bu sefer, bizden o kadar da nefret etmediklerini gostermis oluruz sayenizde...? olma mi?" Acaba AKP'nin zit kutuplariyla o kadar da "anlasamadiginin" yalan oldugunu ispatlamasi icin bir sans mi bu?
Once ordu, sonra Anayasa Mahkemesi manevralari mi? AKP, "onlarla" bile iyi anlasabilecegini gosterip cikabilir mi bu isin icinden? Liberalizmin yuksek dalgalarinda okyanus kiyisinda sorf yapiyoruz sanarken, yuzumuze yuzumuze yedigimiz "yumusak" tokatlardan biri de bu "normallestirme" surecinin bir parcasi olabilir mi? Ne de olsa ilimli Islam, uzlasmayai gerektirir... Kurt'u, Alevi'si, askeri derken yargiyi da normallestiren bir Nuri Alco ilaci mi yoksa bu hamle? Yahu, ben iyice delirdim de, ulkenin laik ve bolunmez butunlugunu koruyalim diyenlerin aslinda isbirlikci oldugunu ya da ulkeyi pek daha fena milliyetci sag'a teslim edecek kadar ongorus sahibi olamadigini dusunuyor, hele hele bir de uzaklardan ahkam kesip kafay mi yiyorum? Yok yahu, AKP bu isin oncusu olup da, Avrupa Birligi karsisindaki imajimizi zedelemek ister mi, yoksa onlar arti AB'ci degil miydi? Ben bir yerlerde bir seyler atladim heralde, duzgun dusunemiyorum bile....
Hele bir akl-i selim aciklasin da, ben de anlayayim su olayi, gozunuzu seveyim.
Gene bir ilkbahar arifesinde, ordu, hukumet, yargi, anayasa mahkemesi mangala cikmislar, top oynuyorlar. Ben mi delirdim acaba da, butun bunlarin arkasinda 1 yildir apacik, uzun yillardir yari-saydam komplolar etrafinda donup donup duruyorum? Yargitay Cumhuriyet Bassavcisi kimin adamidir? Nasil bir cosku, nasil bir hezeyana gelir de, salter indirir gibi parti kapatma davalari acar acaba? Bu boyle basit bir insiyatif midir? Ya da zaten bunlarin cevabini bilmiyor muyuz biz? Arada DTP gume gitsin diye "2 dava olsun da, AKP nasolsa durur ortada, bu arada DTP'yi harcayalim" diyenler mi vardir, yoksa hakikaten AKP'nin kapanacagini, daha da otesi kapanmasinin vatan-millet'e 10 yuz bin milyon "Cumhuriyet" altini kazandiracagini dusunen akl-i evvel'ler mi vardir?
Bu ulkede artik AKP'nin kapatilmasinin, ileride ne gibi sonuclar doguracagini bilmeyen kalmis midir? Turkiye'de siyasi vakumla olusan boslugu, AKP kapatilir da benzeri bir sey ortaya cikmazsa, dolduracak iki alternatif vardir. Evet, dogru bildiniz, birincisi "ordu"dur. Ikincisinin de CHP oldugunu dusunmediginizi, gozlerimizi biraz kisip, zihnimizi biraz ikindirip baktigimizda C olarak gordugumuz harfin koskocaman karanlik bir Fritz Lang "M"si oldugunu gorebiliyoruz elbet. Bunu Yargitay'dakiler bilmiyor mu?
Ya peki AKP, Yargitay'dan rica ettiyse (olur mu boyle sey? Efendiligi ayri bir yana, Erdogan'i sokakta gorse zoraki selam vermekten kendini alamayacak Sezer'in Yargitay Bassavcisi, boyle bir anlasma yapar mi???)... "Siz, yumusak bir kapatma davasi aciverin de, Anayasa Mahkemesi kapatmasin bizi de, ufak bir dava kazanmis falan olalim, hem hani en son A. Mahkemesi ile kilic-kalkan oynarken, yegen Baykal gelmis ortaliga cisini yapip oyunu bozmustu.... simdi bu sefer, bizden o kadar da nefret etmediklerini gostermis oluruz sayenizde...? olma mi?" Acaba AKP'nin zit kutuplariyla o kadar da "anlasamadiginin" yalan oldugunu ispatlamasi icin bir sans mi bu?
Once ordu, sonra Anayasa Mahkemesi manevralari mi? AKP, "onlarla" bile iyi anlasabilecegini gosterip cikabilir mi bu isin icinden? Liberalizmin yuksek dalgalarinda okyanus kiyisinda sorf yapiyoruz sanarken, yuzumuze yuzumuze yedigimiz "yumusak" tokatlardan biri de bu "normallestirme" surecinin bir parcasi olabilir mi? Ne de olsa ilimli Islam, uzlasmayai gerektirir... Kurt'u, Alevi'si, askeri derken yargiyi da normallestiren bir Nuri Alco ilaci mi yoksa bu hamle? Yahu, ben iyice delirdim de, ulkenin laik ve bolunmez butunlugunu koruyalim diyenlerin aslinda isbirlikci oldugunu ya da ulkeyi pek daha fena milliyetci sag'a teslim edecek kadar ongorus sahibi olamadigini dusunuyor, hele hele bir de uzaklardan ahkam kesip kafay mi yiyorum? Yok yahu, AKP bu isin oncusu olup da, Avrupa Birligi karsisindaki imajimizi zedelemek ister mi, yoksa onlar arti AB'ci degil miydi? Ben bir yerlerde bir seyler atladim heralde, duzgun dusunemiyorum bile....
Hele bir akl-i selim aciklasin da, ben de anlayayim su olayi, gozunuzu seveyim.
Monday, March 10, 2008
orumcek agi
Basit bir tesadufler zincirinin aci veren baglantilari...
Bugun Rikke'yle gorustuk yaklasik 2 yil sonra. Aarhus Universitesi-Cambridge ortak PhD'ye baslayan sevgilisi/kocasi Martin ile birlikte Londra'ya gelmisler bu haftasonu.
Bundan 2 yil once Mart ayinin ortalarinda bir yerlerde Rikke'yle otostop cekmistik Kopenhag'a. O ailesinin dogumgunune gidiyordu, benim ise herhangi bir amacim yoktu. Christiania'ya gidip biraz alisveris yapmak gibi bir niyetim vardi, bir de belki sinemaya falan gider, Aarhus'tan cikmis olup Kopenhag havasi koklamis olurdum. Isin en cezbedici yani ise otostop cekme kismiydi.
Sabahin erken bir saatinde bisikletimi liman kenarinda, kime ait oldugunu bilmedigimiz bir mason locasinin onune biraktim. Belki dondugumde bisikletim gizli bir orgute katilip bana ilginc rituellerini anlatir, ya da 'scientologist'lerin biraktigi 15-20 tane brosuru uzerinden silkeler, yagan yagmurda islanirken, daha once el degistirdigi onlarca sahibine gosterdigi pasli selesini partlatirdi gunesin atlinda. Agir bir bisikletti, her gun 7 km. okul mesafesini Ispanyol bir arkadastan aldigim bu odunc, 7. veya 8. el agir, kiz bisikleti ile gitmek ayri bir maceraydi benim icin. Tukurugumun soguktan dondugu sabahlari az eslik etmedi bana meret.
Anakara'dan Kopenhag'in oldugu adaciga gececegimiz vapura bedava binebilmek icin, hemen limanin onunde otostop cekip, aracinda bos yer olan bir ailenin yaninda gemiye bindik. 1.5 saatlik gemi yolculugunda daha henuz yavas yavas ayilirken, ufak birer kahvalti yapip, esten dosttan, okuldan vs. konusuyorduk. Limanda gemiden indikten sonra, sansli bir sekilde, 5 dakika icerisinde bir arabaya bindik, bizi biraktigi yerden tekrar bindigimiz araba yaklasik 1.5 saat sonra bizi Kopenhag'in gobeginde birakti. Hava gunesli ve serindi. Rikke ailesinin yanina giderken ben Christiania'ya yollandim.
Cafe'de malum madde tuketimini yaparken bir yandan Schalke 04 - Bayern Munih macinda, sevemedigim Bavyeralilarin maglubiyetine keyifleniyordum sanirim. Gol etrafinda uzunca bir yuruyusten sonra, hava kararmasi ile birlikte sehir merkezine yonlendim. Ertesi gun acilar icinde kivrandiracak olan, ve dava acsaydim muhtemelen milyon Kron'lar kazanacagim Burger King zehirlenmesinden birkac saat oncesine tekabul ediyor bu. Brokeback Mountain filmine girdim. Epey etkilendim, cikista Fatih'i aradim, hislerimi paylastim.
Aksam tren istasyonunda Rikke'yle bulusup Aarhus trenine bindik. Gece bastiran siddetli yagmur ve otobusculer grevde oldugu icin (Aarhus'ta cok sik tekrarlaniyordu bu) calismayan otobuslerden oturu eve donusum cok zorlu olacakti. Geceyi Rikke'lerin salonunda kanepede iki buklum gecirdikten sonra, ertesi savah ufak bir tesekkur notu birakarak bisikletime yoneldim. O sirada babamin beni aradigini hatirliyorum tesadufi bir bicimde. Bisikletim yerli yerinde, islak bir bicimde duruyordu.
Hafif bir bas agrisiyla eve gittim, ve bir daha yataktan kalkamacasina siddetli agrilar ve gida zehirlenmesi ile gunu gecirdim. Fatih ve Gokce'yi aradim, cok aci cekiyordum, sagolsunlar gelmislerdi yanima.
O yaz en sonra Roskilde Festivali'nde gordum Rikke'yi, diger Danimarkali arkadaslarimin cogunlugu ile birlikte. Daha sonra o arkadaslarin bir kismi Istanbul'a 1, hatta 2 kere ziyarete geldi, bir tanesi Istanbul'da exchange yapti fakat Rikke'yi 2006 yazindan beri hic gormemistim.
2 yil sonra universite bitip Londra'ya geldigimde, sinemayla daha cok hasir nesir olacagimi saniyordum. Gel gor ki, yuksek bilet fiyatlari ve bir turlu yaratamadigim zaman darligi yuzunden sinema salonlarini boslamak zorunda kaldim. Ama Londra Film Festivali'nde 3 guzel film izledim. Bunlardan biri, hayatimda izledigim en guzel filmerden biri olan, Todd Haynes'in Bob Dylan hayatindan uyarlama karakterlerle susledigi I'm Not There idi. Bob Dylan'i Roskilde 2006'da canli izlemis ve acikcasi epey sikilmistim. Filme hayran kaldim.
Rikke'yi bugun 2 yil sonra tekrar gordum. Rikke, Martin ve ben biraz yurudukten sonra London Bridge'de guzel bir pub'da oturup kahve icip, bir seyler atistirdik. Derslerin son haftasina girerken yogun bir calisma temposu ile gece haftasonumun geri kalaninda oldugu gibi, Rikke'leri ugurladiktan sonraki vaktimi de odada ders basinda gecirdim. Sikildikca ara sira baktigim dergilerden biri olan Sight&Sound'u elime aldigimda Todd Haynes roprotaji oldugunu gordum. I'm Not There hakkindaki makaleleri okurken gozume ilisen fotolardan birinin altindaki yaziyi okurken sok oldum.
Filmde de farkedip tam olarak kestiremedigim karakterlerden birini Heath Ledger canlandiriyordu. 2 yil once Kopenhag'da Brokeback Mountain'da izleyip begendigim Ledger. 2007'nin sonunda I'm Not There'de izleyip tam olarak cikaramadigim Ledger.
2 yil sonra Rikke'yi gordum, biraz eski anilardan, bolca da ileride yapilabilecek hayallerden bahsettik. Gurcistan'a sevgilisinin/kocasinin saha calismasi'na eslik etmek icin gidecegini, daha sonra Gurcu yemekleri ile ilgili bir kitap yazacagini soyledi. Ben de kitaba her yemekle ilgili birer hikaye uydurup ekleyecegimi soyledim.
Bu arada Heath Ledger bundan yaklasik 2 ay once, asiri dozdan yasamini kaybetti.
Bugun Rikke'yle gorustuk yaklasik 2 yil sonra. Aarhus Universitesi-Cambridge ortak PhD'ye baslayan sevgilisi/kocasi Martin ile birlikte Londra'ya gelmisler bu haftasonu.
Bundan 2 yil once Mart ayinin ortalarinda bir yerlerde Rikke'yle otostop cekmistik Kopenhag'a. O ailesinin dogumgunune gidiyordu, benim ise herhangi bir amacim yoktu. Christiania'ya gidip biraz alisveris yapmak gibi bir niyetim vardi, bir de belki sinemaya falan gider, Aarhus'tan cikmis olup Kopenhag havasi koklamis olurdum. Isin en cezbedici yani ise otostop cekme kismiydi.
Sabahin erken bir saatinde bisikletimi liman kenarinda, kime ait oldugunu bilmedigimiz bir mason locasinin onune biraktim. Belki dondugumde bisikletim gizli bir orgute katilip bana ilginc rituellerini anlatir, ya da 'scientologist'lerin biraktigi 15-20 tane brosuru uzerinden silkeler, yagan yagmurda islanirken, daha once el degistirdigi onlarca sahibine gosterdigi pasli selesini partlatirdi gunesin atlinda. Agir bir bisikletti, her gun 7 km. okul mesafesini Ispanyol bir arkadastan aldigim bu odunc, 7. veya 8. el agir, kiz bisikleti ile gitmek ayri bir maceraydi benim icin. Tukurugumun soguktan dondugu sabahlari az eslik etmedi bana meret.
Anakara'dan Kopenhag'in oldugu adaciga gececegimiz vapura bedava binebilmek icin, hemen limanin onunde otostop cekip, aracinda bos yer olan bir ailenin yaninda gemiye bindik. 1.5 saatlik gemi yolculugunda daha henuz yavas yavas ayilirken, ufak birer kahvalti yapip, esten dosttan, okuldan vs. konusuyorduk. Limanda gemiden indikten sonra, sansli bir sekilde, 5 dakika icerisinde bir arabaya bindik, bizi biraktigi yerden tekrar bindigimiz araba yaklasik 1.5 saat sonra bizi Kopenhag'in gobeginde birakti. Hava gunesli ve serindi. Rikke ailesinin yanina giderken ben Christiania'ya yollandim.
Cafe'de malum madde tuketimini yaparken bir yandan Schalke 04 - Bayern Munih macinda, sevemedigim Bavyeralilarin maglubiyetine keyifleniyordum sanirim. Gol etrafinda uzunca bir yuruyusten sonra, hava kararmasi ile birlikte sehir merkezine yonlendim. Ertesi gun acilar icinde kivrandiracak olan, ve dava acsaydim muhtemelen milyon Kron'lar kazanacagim Burger King zehirlenmesinden birkac saat oncesine tekabul ediyor bu. Brokeback Mountain filmine girdim. Epey etkilendim, cikista Fatih'i aradim, hislerimi paylastim.
Aksam tren istasyonunda Rikke'yle bulusup Aarhus trenine bindik. Gece bastiran siddetli yagmur ve otobusculer grevde oldugu icin (Aarhus'ta cok sik tekrarlaniyordu bu) calismayan otobuslerden oturu eve donusum cok zorlu olacakti. Geceyi Rikke'lerin salonunda kanepede iki buklum gecirdikten sonra, ertesi savah ufak bir tesekkur notu birakarak bisikletime yoneldim. O sirada babamin beni aradigini hatirliyorum tesadufi bir bicimde. Bisikletim yerli yerinde, islak bir bicimde duruyordu.
Hafif bir bas agrisiyla eve gittim, ve bir daha yataktan kalkamacasina siddetli agrilar ve gida zehirlenmesi ile gunu gecirdim. Fatih ve Gokce'yi aradim, cok aci cekiyordum, sagolsunlar gelmislerdi yanima.
O yaz en sonra Roskilde Festivali'nde gordum Rikke'yi, diger Danimarkali arkadaslarimin cogunlugu ile birlikte. Daha sonra o arkadaslarin bir kismi Istanbul'a 1, hatta 2 kere ziyarete geldi, bir tanesi Istanbul'da exchange yapti fakat Rikke'yi 2006 yazindan beri hic gormemistim.
2 yil sonra universite bitip Londra'ya geldigimde, sinemayla daha cok hasir nesir olacagimi saniyordum. Gel gor ki, yuksek bilet fiyatlari ve bir turlu yaratamadigim zaman darligi yuzunden sinema salonlarini boslamak zorunda kaldim. Ama Londra Film Festivali'nde 3 guzel film izledim. Bunlardan biri, hayatimda izledigim en guzel filmerden biri olan, Todd Haynes'in Bob Dylan hayatindan uyarlama karakterlerle susledigi I'm Not There idi. Bob Dylan'i Roskilde 2006'da canli izlemis ve acikcasi epey sikilmistim. Filme hayran kaldim.
Rikke'yi bugun 2 yil sonra tekrar gordum. Rikke, Martin ve ben biraz yurudukten sonra London Bridge'de guzel bir pub'da oturup kahve icip, bir seyler atistirdik. Derslerin son haftasina girerken yogun bir calisma temposu ile gece haftasonumun geri kalaninda oldugu gibi, Rikke'leri ugurladiktan sonraki vaktimi de odada ders basinda gecirdim. Sikildikca ara sira baktigim dergilerden biri olan Sight&Sound'u elime aldigimda Todd Haynes roprotaji oldugunu gordum. I'm Not There hakkindaki makaleleri okurken gozume ilisen fotolardan birinin altindaki yaziyi okurken sok oldum.
Filmde de farkedip tam olarak kestiremedigim karakterlerden birini Heath Ledger canlandiriyordu. 2 yil once Kopenhag'da Brokeback Mountain'da izleyip begendigim Ledger. 2007'nin sonunda I'm Not There'de izleyip tam olarak cikaramadigim Ledger.
2 yil sonra Rikke'yi gordum, biraz eski anilardan, bolca da ileride yapilabilecek hayallerden bahsettik. Gurcistan'a sevgilisinin/kocasinin saha calismasi'na eslik etmek icin gidecegini, daha sonra Gurcu yemekleri ile ilgili bir kitap yazacagini soyledi. Ben de kitaba her yemekle ilgili birer hikaye uydurup ekleyecegimi soyledim.
Bu arada Heath Ledger bundan yaklasik 2 ay once, asiri dozdan yasamini kaybetti.
Thursday, March 06, 2008
boktan haller...
Gambia'da bir yerlesim bolgesinde agaclari kesip odun olarak kullaniyor, satiyorlarmis. Gunes isinindan mahrum kalmayan bir ulke icin uzucu bir durum, lakin, Fransa'dan tup gaz satin almaya baslamislar enerji ihtiyaclarini karsilamak icin. Agaclari ve gunes enerji panelleri olmayan bir bolge. Fransizlar neden tup ihrac edeceklerine gidip gunes enerji paneli koymuyorlar Gambia'ya? Bu ve bunun gibi cevabini gayet iyi bildigim basit ve aptal sorular. Ders, 'Uluslararasi Konut ve Yerlesme' dersi. Geri kalmis sehirlerde veya yerlesim bolgelerinde, geri kalmanin temel nedenini yanlis yonetime dayandiran bir hoca verdi bugun dersi. Aslinda degerli, ilginc bir adam. Daha dogrusu, takdir edilesi demek belki de. Dunya'nin her bir yerinde projelere katilip, yerel halkla birlikte yerlesim bolgelerini guclendirmeye ve iyilestirmeye calisiyor. Fakat, gel gor ki, uluslararasi iktisadi dinamiklerden dem vurmayip, 'iyi sehirlerde iyi sekilde yasanabilir, iyi yasama harcanan para, bir seylerin yanlis gittigi anlamina gelmez. Eger surdurulebilir bir yasam icin iyi bir sehirde yasiyorsak bu iyi bir seydir' diyebiliyor. Londra'yi ornek verebiliyor bunun icin mesela. Eminim Fransa'da da herhangi bir sehir ornek verebilir. Gel gor ki kazin ayagi oyle degil. Fransa o ornegini verdigimiz kotu yerlesim yerlerine, tup gazlarini ihrac etmese, Paris, 'duzgun' bir zenginlik icinde yasayabilir miydi acaba?
Dersin baska bir bolumunde, "'cevre ve saglik' ile ilgili sorunlarla ilgili bir genelleme yapmam gerekirse (ki yillar once Fransiz bir NGO bundan 10 dakikalik bir konusma yapmasini istemis), durumu ancak tek bir kelimeyle ozetleyebilirim" dedi. "Ve o konferansta da cikip, 'cevre ile ilgili en buyuk sorun tek bir seyden kaynaklaniyor:' dedim ve kursuden indim" dedi. One surdugu tek madde ise:
Bok'mus.
Daha sonra baska bir akademisyenin, "aslinda sorunu 'bok ve bocekler' olarak niteleyebiliriz" seklindeki tezini daha da basarili bulmus bizim hoca. Diski uzerinde yer eden bakterilerin, bocekler yoluyla insanlara gecmesi, gercekten de 'hastalik'in en yaygin tasinma yontemi. Tabii ki, saglik kosullarindan yoksun bir kentlesme yuzunden bu 'hastalik'larin sik sik gorulmesi ve bundan dogan hastalik ve olumlerin ciddi bir tehdit olusturmasina baglamayi ihmal etmedi bu teoriyi. Ama, 'bok'tan bir cikis yapmasi da fena bir fikir degildi hani.
Velhasil kelam, kendini calismaya adamis, ama genel cerceveye "insanlar kotu yonetiliyor" tarzi basit indirgemelerle yaklasan bu tur 'iyi niyetli mudaheleci'lerle aram her zaman biraz limoni.
Hindistan dunyanin en kalabalik demokrasisi. Hindistan'da, Mumbay (Dharavi) gibi yerlerde calisma yapan akademisyenimiz, kendilerine 'iyi' ve 'temiz'i getiremeyen yonetimleri secen yerel halk hakkinda nasil yargilara variyor diye merak ediyorum zaman zaman. Eger onlarin secimlerini yanlis buluyor ya da guvenemiyorsa, kendisi, disaridan geldigi oylesine bir ortam icinde nasil bir mudahele etme mesruiyeti sagliyor acaba? Tabii bu sorular bu kadar gorundugu gibi cig degil, ve cevaplarinin arkasinda da daha kapsamli orgutlenme ve acilimlar var. Fakat, cografyalar otesi mudahelelerde ozellikle beseri konulara yaklasirken, formulize edilmis 'ongoru'ler ile yaklasmanin bircok sorunu beraberinde getirecegi, kaldi ki, varolan sorunu cozmekte zorlanacagi cok acik. Mudahele ettigimiz cografyanin 'sakin'lerine kendi 'yanlis'larindan ogrenme sansi taniyip tanimadigimizi, ne kadar siklikla onyargilarla olaylara yaklastigimizi surekli sorgulamamiz gerekiyor.
Tabii butun bunlarin yaninda, birbirinin icine gecen, birbirinden bagimsizligini iddia edemeyeceigimiz evrensel konjonktorleri de goz ardi etmemek lazim. Ders sirasinda, gectigimiz 20yil icinde iktisadi sorunlarla bas eden Isvec'in kendine cikis yolu hazirlarken aldigi yontemleri degerlendirirken ayni ulkenin kulturel yapisini, komsulari ve diger ulkelerle iliskilerini vb. de unutmamak lazim. Isvec, diger Iskandinav ulkeleri gibi, Gayrisafi Milli Hasila'sindan en yuksek payi, uluslararasi yardimlara adayan ulkelerden biri. Ayni zamanda, cocuk istismari (porno endustrisi) konusunda da kotu bir unvana sahip.
Ingiltere'de, unutulmus olmaktan sikayetci tamamen 'beyaz irk' mensubu bir nufusun yasadigi bir kasaba var: Easington
Isci sinifina mensup bu kitle, sehirlerinin geri kalmisliklarindan ve politikacilarin herhangi bir yatirimda bulunmamalarindan sikayetci. Karsi yorumlarda da 'o zaman buyuk sehirlerde sanslarini denesinler', 'soylenmeyi birakip, calissinlar' gibi yer yer hakli, yer yer ustel ongormeler var. Her kitle ve yerlesimin derdi bir baska alem zaten. Gel gor ki, bazi durumlarda 'yogunlastirilmis istihdam programlari'nin, baska cografyalarda 'disaridan gelen finansal yardimla birlikte ideolojik mudahele'nin isledigi ya da islemedigi cozum ve cozumsuzlukler dizisi bir dunyada yasiyoruz. Hos, nereye baglayacagimi da bilemedim butun bunlari son tahlilde, yogun gundemin icinde de sikinti dolu bir gun oldu heralde ya. Gene sorunlari ozetleyen basit ama saglam bir yargi'ya varmisti zaten bugun hoca derste:
Bok'tan durumlar bunlar biraz...
Dersin baska bir bolumunde, "'cevre ve saglik' ile ilgili sorunlarla ilgili bir genelleme yapmam gerekirse (ki yillar once Fransiz bir NGO bundan 10 dakikalik bir konusma yapmasini istemis), durumu ancak tek bir kelimeyle ozetleyebilirim" dedi. "Ve o konferansta da cikip, 'cevre ile ilgili en buyuk sorun tek bir seyden kaynaklaniyor:' dedim ve kursuden indim" dedi. One surdugu tek madde ise:
Bok'mus.
Daha sonra baska bir akademisyenin, "aslinda sorunu 'bok ve bocekler' olarak niteleyebiliriz" seklindeki tezini daha da basarili bulmus bizim hoca. Diski uzerinde yer eden bakterilerin, bocekler yoluyla insanlara gecmesi, gercekten de 'hastalik'in en yaygin tasinma yontemi. Tabii ki, saglik kosullarindan yoksun bir kentlesme yuzunden bu 'hastalik'larin sik sik gorulmesi ve bundan dogan hastalik ve olumlerin ciddi bir tehdit olusturmasina baglamayi ihmal etmedi bu teoriyi. Ama, 'bok'tan bir cikis yapmasi da fena bir fikir degildi hani.
Velhasil kelam, kendini calismaya adamis, ama genel cerceveye "insanlar kotu yonetiliyor" tarzi basit indirgemelerle yaklasan bu tur 'iyi niyetli mudaheleci'lerle aram her zaman biraz limoni.
Hindistan dunyanin en kalabalik demokrasisi. Hindistan'da, Mumbay (Dharavi) gibi yerlerde calisma yapan akademisyenimiz, kendilerine 'iyi' ve 'temiz'i getiremeyen yonetimleri secen yerel halk hakkinda nasil yargilara variyor diye merak ediyorum zaman zaman. Eger onlarin secimlerini yanlis buluyor ya da guvenemiyorsa, kendisi, disaridan geldigi oylesine bir ortam icinde nasil bir mudahele etme mesruiyeti sagliyor acaba? Tabii bu sorular bu kadar gorundugu gibi cig degil, ve cevaplarinin arkasinda da daha kapsamli orgutlenme ve acilimlar var. Fakat, cografyalar otesi mudahelelerde ozellikle beseri konulara yaklasirken, formulize edilmis 'ongoru'ler ile yaklasmanin bircok sorunu beraberinde getirecegi, kaldi ki, varolan sorunu cozmekte zorlanacagi cok acik. Mudahele ettigimiz cografyanin 'sakin'lerine kendi 'yanlis'larindan ogrenme sansi taniyip tanimadigimizi, ne kadar siklikla onyargilarla olaylara yaklastigimizi surekli sorgulamamiz gerekiyor.
Tabii butun bunlarin yaninda, birbirinin icine gecen, birbirinden bagimsizligini iddia edemeyeceigimiz evrensel konjonktorleri de goz ardi etmemek lazim. Ders sirasinda, gectigimiz 20yil icinde iktisadi sorunlarla bas eden Isvec'in kendine cikis yolu hazirlarken aldigi yontemleri degerlendirirken ayni ulkenin kulturel yapisini, komsulari ve diger ulkelerle iliskilerini vb. de unutmamak lazim. Isvec, diger Iskandinav ulkeleri gibi, Gayrisafi Milli Hasila'sindan en yuksek payi, uluslararasi yardimlara adayan ulkelerden biri. Ayni zamanda, cocuk istismari (porno endustrisi) konusunda da kotu bir unvana sahip.
Ingiltere'de, unutulmus olmaktan sikayetci tamamen 'beyaz irk' mensubu bir nufusun yasadigi bir kasaba var: Easington
Isci sinifina mensup bu kitle, sehirlerinin geri kalmisliklarindan ve politikacilarin herhangi bir yatirimda bulunmamalarindan sikayetci. Karsi yorumlarda da 'o zaman buyuk sehirlerde sanslarini denesinler', 'soylenmeyi birakip, calissinlar' gibi yer yer hakli, yer yer ustel ongormeler var. Her kitle ve yerlesimin derdi bir baska alem zaten. Gel gor ki, bazi durumlarda 'yogunlastirilmis istihdam programlari'nin, baska cografyalarda 'disaridan gelen finansal yardimla birlikte ideolojik mudahele'nin isledigi ya da islemedigi cozum ve cozumsuzlukler dizisi bir dunyada yasiyoruz. Hos, nereye baglayacagimi da bilemedim butun bunlari son tahlilde, yogun gundemin icinde de sikinti dolu bir gun oldu heralde ya. Gene sorunlari ozetleyen basit ama saglam bir yargi'ya varmisti zaten bugun hoca derste:
Bok'tan durumlar bunlar biraz...
Wednesday, March 05, 2008
weirdo bir gun
Herhangi bir gun gibi baslayip, herhangi bir gun gibi bitmesini bekledigim gunlerden biriydi dun. Herhangi bir gun gibi baslayip, herhangi bir gun gibi, herhangi insanlarla dolu bir gundu, kafama kapanan otobus kapilari, aniden bastiran saganak yagislar, "yurumekle asinmayan" yollar ve dinmek bilmeyen ruzgarlarla. Tek farki, herhangi birilerinin ve herhangi seylerin hepsinin tek bir gune sigmis olmasiydi.
Hava raporu: Ruzgarli, kapali, gunesli, soguk, saganak yagmurlu, aniden 0'in altina duserken dondurucu
Mekanlar: Bankside House kafeteryasi, London School of Economics, Bethnal Green, Hackney City Farm, Shoreditch Town Hall, the White Cube, Yunan adasi Syros, Old Street, Clerkenwell Road, V315, Westminster, Victoria'da bir pub.
Albumler: Doves - Some Cities, Nick Cave and the Bad Seeds - Dig Lazarus Dig, Bonobo - Days to Come
Araclar: 55 numarali double decker, yorgun bacaklar, Millenium Bridge, caravan at Sculpture Project Munster, 11 numarali double decker
Karakterler: Ogrenciler, Fransiz-Alman mimar, Mario Garica Torres, LSE City Design and Social Science mezunlari, Fransiz turistler, saat sabahin 04.02'sinde yangin alarmini otturen 6. kattaki karakter
Gastronomi: Sekerli fasulye, kizarmis ekmek, mantarli risotto, straciatella'li dondurma, sosis ve pure, London Pride birasi
Saat sabahin 4'unde yangin alarmi kulaklarimi patlatir bir sekilde calmaya basladiginda nasil uyandigimi hatirlamiyorum. Daha onceki talimlerde ve gercek alarmlardaki gibi gene alarmi otturen seyin benim odamdan kaynaklandigini dusunup camlari acip, var olmadigini artik ezbere bildigim 'yangin alarmi caldiginda buraya bas ki bu igrenc ses sona ersin' tusunu aradim. Bulamadim tabii... Ben de herkes gibi 0 dereceye yakin bir sogukta t-shirt, sweatshirt ile disardaydim. Bornoz ve ciplak ayakla geleni de vardi.
Saat 7'de uyandigimda, yangin alarmi etkisini atlatmis, okula gitmeye hazirlaniyordum. Proje grubumun istedigi ufak paragrafi yazmadigim icin hemen kahvaltimi edip okula yollandim, saat 10'daki toplanti oncesi bir seyler karalamak icin. Okula yururken, sekerli fasulye ile birlikte yedigim kizarmis yagli ekmegin midemdeki hareketlenmesini yavas yavas hissetmeye baslamistim bile. Yag, kendini ayristirarak, midemin farkli bolgelerine tecavuz ediyordu. Okula vardim, birkac paragraf yaziverdim, saat 10'da, donem sonu projemizin yer alacagi yayim icin kullanmamiz gereken kalibi tanitan grafikercinin toplantisini yaptik, gorsel materyallerimiz hakkinda tavsiye aldik ve proje hocalarimizin mimarlik ofisine yollandik.
1 saatlik bir toplantidan sonra, guzel havanin esliginde sehir ortasinda (Londra'da 10larca sehir ortasi olmasina ragmen bu genellemeyi yapmam gerekiyor) kurulmus Hackney City Farm'in icindeki Italyan lokantasinda (Ingilizlerden, kamusal alanlarinda bile kendilerine ait bir yeme/icme mekani beklemiyordunuz heralde) yemegimizi yedik. Fransa, Berlin, mimarlik egitimi, tez konulari, Obama, Clinton, tuvaleti ile salonu bir Paris evleri, Kopenhag'in gobegindeki bu mekani animsatan Christiania komunu derken Paul'le ben dondurma yiyen kucuk cocuklari gorup dayanamayarak dondurma standina dogru yonlendik. Straciatella'nin ne oldugunu kestiremedigi icin 'Almanlarin favori' aromasi cilek'e yonlenen Amerikali Paul'le birlikte yilin ilk dondurmasini yedikten sonra hep beraber masadan kalktik.
Otobusle okula donerken, aniden otobusten atladim, Isik'in bahsettigi sergiyi gormeye. Shoreditch Town Hall'a girdim, St. Martin's ogrencilerinin sergisini sordum, haftasonundan sonra kaldirildigini soylediler, "hazir gelmisken Hoxton Square'e gideyim" dedim, White Cube'a girdim, iki adet sergi gezdim.
Sergilerden birinde taze boya kokusu odaya sinmis beyaz duvarlarla kapli nispeten buyuk (3m. x 3m. ?) bir odada iki adet hoparlorden 'what is the time?' ve karsiliginda 'sshh..' diyen bir diyalog ve hemen odaya girerken herhangi bir Flemen porseleninden kirilmis bir 1mm. x 1mm. buyuklugunde, cercevelenmis bir parca vardi. Bu kadar... (Gerci, What's the Time? enstalasyonunda biraz da olsa zihinsel ve duygusal bir teati yasadim fakat bu baska bir yazinin konusu olsun...)
Alt katta Mario Garcia Torres'in 16 mm. filmi My Days in Westphalia'da 'baska bir sergiden asirilmis' bir karavani arabasinin arkasina baglayip Westphalia sehirlerini ve otobanlarini, tam bir Alman sonbahari esliginde gezen adamin yol hikayesini izledim. Berlin-Hamburg arasi otobanda kiraladigim arabayla giderken sonbahar yapraklarinin arasindan gecip giden bulutlar geldi aklima. Londra'da sonbahari doya doya yasatmayan mesguliyetime icerleyip bir an icin Ekim, Kasim aylarini ozledigimi hissettim. Icerki odada da, Yunanistan'in Syros adasinda insasina baslayip, temel yapi olarak yillarca kalan Museum of Modern Art of Syros'un, daha sonra belediye su aritma tesisine donusturulurken gecirdigi antropolojik hikayeyi izledim slayt gosterisi olarak.
Hava hala cok guzel oldugu icin, okula, Old Street, Clerkenwell Road uzerinden yurudum. Aksam 6'da bizim bolumun mezunlari gelip, baslarindan gecen hikayeleri anlatirken kirmizi sarap icip, dalip dalip gidiyordum. Rus mafyasina sehir planlari yapan mimari, Tarih egitimiyle baslayip bu sene duzenlenecek Londra Mimarlik Festivali'nin koordinatorlugune getirilen kadini dinlerken onumuzdeki birkac yil icerisinde nerede olabilecegimi dusunmeye dalmistim. Saat 8 gibi ciktim, sogumus ve kararmis havada yurumeye karar verdim, baslarda ruzgara aldirmadim bile. Trafalgar Meydani'ni baypas edip, Big Ben'e dogru yonelirken Londra'ya ilk geldigim haftasonu katildigim Burmali'larin yuruyusu geldi aklima. Whitehall caddesinin uzerindeyken saganak aymgur basladi, yagmur altinda yurumeyi ne kadar ozledigimi hissedip 15 dakikalik bir yuruyusun ardindan Victoria'ya vardim.
Pub'da yenilen bir pub yemegi ve bira, Viktorya otobus gari, Eurolines, Fransa yolcusu turistler ve iyice soguyan bir havanin ardindan 11 numarali otobusumu beklemeye basladim. Ilk otobus 10 dakika sonra geldiginde, tam o sirada bir yandan yon sormak icin yaklasan adam, bir yandan sigara soran genclerin arasindan basip gitti otobus, kufrettim, cok usuyordum, babam, Fenerbahce macindan haber vermek icin aradi, ikinci otobus bir 10 dakika sonra geldi, otobuse binerken otobusun kapisi agzimin ortasina kapandi, saskinlik icindeki otobus soforu ozur diledi. Bir onceki sabah benzer bir yerden bindigim 11 numarali otobus St. Paul's'e yaklasirken gene ayni yerde uyuyakaldim ama bu sefer duragi kacirmadan uyandim, Millenium Bridge uzerinden eve yurudum. Hava o kadar ruzgarli ve soguktu ki, yaklasik 18 saat once yangin alarmi yuzunden disari cikmak zorunda kaldigimda bile bu kadar usumedigimi hissettim. Amazon'dan siparis ettigim kitaplari postadan aldim, kendimi zar zor odaya attim, kaloriferi yaktim, Nick Cave and the Bad Seeds'in 9 Mayis'taki konserine bilet aldim, albumu koydum, dinlenmeye koyuldum...
Subscribe to:
Posts (Atom)