“Bak
işte, her şey o kadar da kötü değil. Hiç bu kadar büyük bir gökyüzünün altında
durup yıldızları izlemiş miydin? Kuzeyde olmanın da avantajları var!”
Waterworld filmini izlerken babamın söylediklerini hatırladığım kadarıyla
Ekvator’a yaklaştıkça Ay’ı daha büyük görebiliyorduk; peki Kutuplar’a
yaklaştıkça da gökyüzü mü daha büyük oluyordu?
Coğrafya
bilgimi sınamayı boşverip başımı sağa ve sola doğru çevirdim. Göğün görebildiğim
sağ uç köşeleri koyu bir lacivert ile boyanmışken, sola doğru baktığımda
giderek açıklaşan bir maviyi görebiliyordum. Sadece 10 gün önce, yazın en uzun
günlerinden birinde 63 derece enleminde neredeyse 24 saat gündüzü yaşamıştım. 3
gün sonra yola çıkacak, otostop çekmeye çalışırken muhtemelen bir iki kamyon
sürücüsüne dalga malzemesi olacak, ama sonra arkadaşça bir gencin ya da bir
ailenin arabasına binecek, Almanya’da Dünya Kupası finalini seyrederken biramı
yudumlayacak, Tuna’nın kolu Sava üzerinden Zagrep’teki arkadaşlarıma uğrayacak,
Eidomeni’den Yunanistan’a giriş yaparken Hulusi Kentmen’e benzeteceğim sevimli,
yaşlı sınır karakolu görevlisi Yunanlı’nın Türkçe “Ömer’cim” diye başlayıp
vizemin son gününde giriş yaptığım için beni uyarmasının ardından soluğu
Selanik’ten İstanbul’a dönüş yapacağım trende alacaktım. Bunların hiç birini, 5
ay önce, kar fırtınasında mahsur kalıp haftasonunu kampüste geçiren
arkadaşlarımı bırakıp, kız arkadaşımla vedalaştıktan sonra çıktığım değişim
programı yolculuğumun başında planlamamıştım bile.
Aslına
bakılırsa, Erasmus Değişim Programı’na katılmak için tercih ettiğim üniversite
listesini doldururken, Aarhus’u ilk seçenek olarak yazıp yazmamak konusunda da
pek emin değildim. O günlerde her ne kadar seçenekler çok fazla değilse de,
istersem Berlin, Amsterdam ya da Barselona (veya Madrid) tercihinde de
bulunabilirdim. Bunlardan ilkine daha yeni gitmiştim, soğuk bir Ağustos
haftasonu geçirmiş olmama rağmen, halen bugün de süregelen, ‘en sevdiğim şehir’
sıfatını kazanmıştı bile. İkincisi ve üçüncüsünü daha önce Interrail
seyahatimde görmüştüm; nedense orada almam gereken derslerin sürmekte olan
eğitimime çok uyumlu olmayacağını hissetmiş, zaten ikisinden birine gidersem de
kesinlikle hiç bir şekilde derslere konsantre olamayacağımı, sadece eğlence
amacı ile yapılan bir Erasmus programının da bana biraz zarar verebileceğini
hissetmiştim. Stratejik düşünmeyi seven biriyimdir. Öyle ki, belki 1. seçeneğime
kabul edilmem diye Berlin’i 2. seçenek olarak işaretlediğimi anımsar gibiyim.
Ya da belki de, Arjantinli birine vurulduğum için İspanyolca öğrenmeye
başladığımdan, İspanya almıştır 2 numarayı. Her nasılsa, Aarhus’u 1 numaraya
koyarken stratejik planlamamın yanında bir olgu daha vardı aklıma takılan:
“Diğer 3 yeri de gördüm. Bir daha hayatımda ne zaman Aarhus gibi bir yere
giderim ki!?” Gelin görün ki, bir şehri 3-5 günlüğüne ziyaret etmekle, orada
5-6 ay yaşamak arasında çok da ince olmayan bir çizgi var. Ben o çizgiyi ya
görmemiş, ya da göz ardı etmiştim. Aarhus’a gideceğim belli olduğunda ufak bir
pişmanlık hissettiğimi anımsıyorum; zira o an henüz, hayatımın en güzel
kararlarından birini vermiş olduğuma hakim değildim elbette.
Lea’nın
bana gökyüzü ile ilgili söylediği şeyden bir-iki saat önce, büyükçe bir çadırın
içinde tam çadırın girişinin kenarında hayatımın en etkileyici müzik olayına
tanık oluyordum. İsmini o sene arkadaşlarımdan sıklıkla duyduğum bu İskandinav
grubun çaldığı müzikle bambaşka alemlerde gezinirken, boy ortalamasının
yaklaşık 15 cm. altında olmam ve sahneye çok uzak olmamdan ötürü, müzisyenleri
ancak ve ancak, hareket ettikçe daha da büyüyen, çadırın tepesine yansıyan
gölgelerinden takip edebiliyor, mavi ve kırmızı ışıklar ve sis perdelerinin
ortasında kendimi hiç bilmediğim bir evrenin ortasında buluyordum. Kamp
alanındaki en büyük eğlence ve temizlik kaynağımız bol toprak ve tortulu havuz,
Mart ayının ilk gününde “hadi gelin bakalım, ancak böyle resmi olarak Viking
olabilirsiniz” diyerek Kristoffer’ın bizi 3 derece havada, çırılçıplak bir
şekilde attığı, 1 derece sıcaklıktaki ve üzeri karla kaplı olan denizin yanında
cennet kalıyordu. 3 Türk arkadaş 8 Danimarkalı ile 5 gün boyunca festivalde
eğlenirken anlamıştım ki, geçirdiğim 5 ayda ortama çok iyi entegre olmuş ve
uzun yıllar sürecek dostlukların temellerini atmıştım. Tabii, başta hiç de bu
kadar olmamıştı.
Danimarka’nın
ufak bir ülke olduğu aşikar; fakat Aarhus’a geldiğimde 5te 1i öğrencilerden
oluşan bu kentin nüfusunun sadece 300,000 olduğu, ve 7 değil 70 tepeli bir
şehirde büyüyen biri olarak, en yüksek noktasının kilise çanının zirvesine denk
düştüğü gerçeklikleri ile yüzleşmek önemli bir çaba gerektiriyordu. Hem de
gitmiş, sırf odamda kendime ait banyom, İnternet bağlantım bulunacak ve odam 26
metrekare olacak diye, şehrin haritasını bile düzgünce incelemeyip, şehir
merkezinden, üniversiteden, arkadaşlarımdan ve etkinliklerden olabilecek en uzak
yurdu seçmiştim. Gidiş yolculuğu uçağına bindiğim gün meşhur ‘Karikatür Krizi’
patlamış ve benim yurdum, karikatürü yayımlayan gazetenin ana binasının karşı
sokağındaydı! Tevekkeli değil aylar boyunca binaya ne giren, ne de çıkan
gördüm. Ama hepsinden daha önemlisi, şehirde tepe demeye bile dilimin zor
vardığı tek eğimli yol benim yurda giden yoldu, ve ilk bir ay boyunca hava
sıcaklığı mütemadiyen -3 ila 3 derece arasında oynarken, bisikletle
gidip-gelirken 5 kat giyindiğim vücudumun altından terler boşalırken
sakalımdaki tükürüğümün donuyor olması beni şimdiden Darvinsel bir evrime
uğratmaya başlamıştı bile.
O
günlerde arkadaşlarım birer birer blog siteleri açarken, ben de İskandinav
yalnızlığımı paylaşmak için neden bir şeyler yazmıyorum ki diye düşünmüş
olmalıyım ki, yazdığım ilk yazıda ‘paylaşmayı pek sevdikleri soğukluğu da
ziyadesiyle öyle bir verdiler ki adama, önce 1 hafta hasta yatırıp, şimdi
etraftaki kimseyle tanışmaz etmez, konuşmaz gitmez biri ediverdiler beni de.
Adaptasyon diye buna derler işte’ deyiverdiğim bir blogcu olmuşum. Belli ki,
ilk günlerde kanım çabuk kaynamış! Velhasıl kelam, ikinci yazımın başlığı
‘muntazaman Danlaşmak’ olmuş; bir mücadele haline getirdiğim entegrasyon
sürecinden yavaş yavaş keyif almaya başlamam da, sanırım 3., 4. haftayı bulmuş.
İşte tam da bu dönemlerde farketmiştim ki, Erasmus Komisyonu her ne kadar
İskandinav ülkelerinde yaşamanın çok daha yüksek bir maliyeti olduğunu
farketmiş olsa da, diğer ülkelere giden öğrencilere verdiği aylık burs olan
€400’unun bizim nezdimizde €440 olmasının aradaki farkı kapatmadığını
anlayamamışlardı. Masrafları karşılamak için ek gelire ihityacım vardı,
dolayısıyla başka bir Türk arkadaşımın tavsiyesi üzerine, bir Türk’ün işlettiği
pizza dükkanında, arka camı kırık ve bagaj kapağı tam olarak kapanmayan bir
araba ile pizza dağıtımına başlamıştım. Hava 5 derece iken kapanmayan bagaj
kapağında sıcak pizza dağıtmak ne kadar İskandinavlar’ın kara mizah anlayışına
yakışıyor olsa da, bunun ne kadar iyi bir ticari strateji olduğuna dair derin
şüphelerim vardı. Her neyse, benim için hava hoştu; şehrin her bir köşesini ve
sokaklarını öğreniyor, endüstriyel birikimli mahallelerinden, deniz kenarındaki
villalara, okul yurtlarından, konser mekanlarına kadar her türlü dokusuna hakim
olmaya başlıyor, bir Sosyoloji ve Siayset Bilimi öğrencisi ve Aarhus
Üniversitesi’nde İskandinav Siyaseti üzerine ders alan biri olarak, yerinde
gözlemler yapma şansında bulunuyordum. Hem de, sağ olsun İskandinavlar çocukken
bile TV programlarını İngilizce (ve kendi dillerinde alt yazı ile) izledikleri
için, tek kelime bile Danimarkaca öğrenmeme gerek kalmıyordu; rakamları bile.
Gerçi sonradan bu şansı teptiğim için pişman olacaktım; kaldı ki, eminim
Danimarkaca sempatik bir kaç kelime kullanımı bahşişlerimde yüksek bir artışa
neden olabilirdi!
8 Türk
arkadaş olarak birbirimizle uyum içerisinde, bol bol yardımlaşıyorduk. Tabii ki
her birimiz, bir Erasmus gerçeği olan İspanyol ve İtalyan cemiyetlerinin
sürekli partiler düzenlemesi veya partilerde bir arada bulunması fikrine epey
yakın hisler içerisindeydik; ama sanki biraz da, hepimiz için geçerli
olabileceğini hissettiğim, ismi konmamış bir ortak pakt da vardı: Büyük yabancı
gruplarla değil, Danimarkalılar’la arkadaş olmak istiyorduk. Aarhus
Üniversitesi öğrencilerinin bu konuda en az bizim kadar can atıyor olması da
işimize yaramıştı. Ayrıca, o dönemlerde Avrupa geneline yayılmış ciddi bir
‘nargile içme’ ritüeli vardı; ve yaklaşan bahar ayları ile birlikte Üniversite
Kampüsü’nün çimlerinde ‘mangal sefası’ geleneğini Danimarka’ya ithal eden bir
grup genç olarak, oranın yerlileri ile iyi ilişkilerimiz her geçen gün
gelişiyordu. Zaten Erasmus deneyimimden sonra hep düşünmüşümdür: Bir Erasmus
öğrencisinin kendisine yapabileceği en büyük katkı, kısa bir süreliğine de olsa,
misafiri olduğu o coğrafya, kültür ve insanlar ile çok yakın ilişkiler
kurabilmek. Hele bir de öğrenci normalde turist rehberlerinde bile gördüğünüzde
‘herhalde belediye turizm bürosunun harcayacak çok parası vardı’ diyebileceği
bir şehre gitmişse, oranın ve etrafının değerini, eminim ki zaman geçtikçe çok
daha iyi anlayacaktır.
Danimarka’da
bahar ve yaz ayları bir başka oluyor. Hayır, çimlerin farklı bir şekilde
büyümesinden, çiçeklerin farklı bir şekilde açmasından ötürü değil. Hiç bir
zaman gelmeyeceği hissine kapılmışken bir anda, bütün şiddetiyle üzerinize
çullanıvermesinden! Türk arkadaşlarımız arasından diğerlerinden önce ayrılanlar
da olmuştu belirli sebeplerden ötürü. Bir tanesi için yazdığım bir şey, hem
onun, ama daha çok da kendi deneyimi özetler gibi olmuş; alıntılayayım: “bir
şehre gelmişsinizdir… şehrin bir havası vardır, solur onu soluduğunuz gibi;
ışıkları vardır, bazen gözleri parlar, bazen körleri oynar. tadı vardır, tuzu,
suyunda, yemeğinde. karşıdan karşıya kırmızı ışıkta geçmeyen insanında da
kimliği vardır şehrin. sevemezseniz şehri başta… birkaç ay geçer, arada havalar
güzelleşir, şehirde çiçekler açmış, arada yağmurun ve bulutun arasına da
saklansa; hava kokuyor, o bir kaç aydır ciğerlerine doldurduğun kimliğiyle…
trenin kapıları kapanırken camın arkasından son kez heyecanla el sallamaya
yeltenme. şehrin kimliği üzerinde, bakışları gözlerinde. Fotoğrafı çeken, o anı
şans eseri de olsa yakalar. Diğerleri gordüğünde beğenseler bile, manasını bir
çeken bilecektir, bir de çekilen. fotoğrafa bir iki kere daha bakılır. bakılır
ve görülür. şehri terk eden mutludur; fotoğraf her şeyi ifade etmektedir: mutlu
bir ayrılıktır bu, o şehri her daim iyi olarak hatırlatacak...”. Haziran ayının
başında Aarhus’u terk eden arkadaşımızın arkasından, bu yazdığım cümleleri
tamamlayabilecek en yoğun dönemlerden biri yaşanmıştı. O ünlü kavurucu 2006
yazının başlarında, bir-iki haftamız final ödevlerini hazırlamakla geçmiş,
fakat sabrın karşılığı da bir o kadar ödüllendirici olmuştu.
Derslerin
son haftalarında sunumlar yapılmış ve ödevler teslim edilmişti. Ortak çalışma
dönemi herkes için farklı geçiyordu. Ben Tarih Departmanı’nın bilgisayar
odasında sabah-akşam yazı yazarken ara sıra odaya gelip muhabbet eden
Danimarkalı arkadaşların, hala o sevemediğim telaffuzlarına maruz kalıyordum.
Bazı arkadaşlar yurt odalarına kapanmışken, diğerleri gruplar halinde çalışmaya
devam ediyordu. 5 ay içerisinde, başka hiç bir okul veya enstitüde sahip
olamayacağım garip ve çeşitli bir bilgi birikimine sahip olmuştum. İskandinav
siyasetinin işleyiş biçimini öğrenirken, Nazi Almanyası’nın sanatı propaganda
ve anti-propaganda malzemesi olarak nasıl kullandığına dair bir makale
hazırlıyor, Danimarka’daki siyasi partilerin tabanları hakkında fikir sahibi
olmaya çalışırken, bir yandan da vaktim oldukça yerel bir müzik festivalinin
mutfağında salata (ve parmağımı) doğrayarak şehirdeki etkinlikleri kaçırmamaya
çalışıyordum. Akademik dönemin sona ermesini takip eden bir gezide İsveç’in
göllerinde yüzüp, dağlarında trekking yaparak, kalacak yerimiz olmadığı için
bir geceleğine de olsa bir dönercide çalışarak sabahın 3’ünde döner kesip
fritöze patates kızartması atma şansına erişmiştim. Norveç’te hiç bitmek
bilmeyen yağmurların altında, o an için de olsa dünyanın en sempatik toplumu olduğunu
hissettiğim insanlarla tanışmış, gene evrenimizdeki sayılı tren
yolculuklarından birinde karlı dağları aşıp fiyörtlere selam geçmiştim. Bazen
acımasız bir benetmeyle “Ankara’nın en güzel yanı, İstanbul’a dönüş yoludur”
derler, velhasıl kelam, ilk haftalarımda Aarhus’un en güzel yanının da
Hamburg’a kaçma imkanı olduğunu düşünürken artık ustası olduğum bu güzergah
üzerinden, olağanüstü bir festival deneyimini takiben 15 günlük bir
otostop-otobüs-tren yolculuğu silsilesinin ardından da, Türkiye’ye dönerken
arkamda birçok anı ve arkadaş bırakmıştım.
Erasmus
deneyimimden 2 yıl sonra, sıcak bir Mayıs haftasında 4 günlüğüne Aarhus’a gitme
şansım oldu. İlk öğrendiğim andan itibaren 4 elle sarıldığım Erasmus imkanını
sağlamış olan Sabancı Üniversitesi’ndeki eğitimimi bitirdikten sonra, biraz da
sancılı bir sürecin ardından kendimi Londra’da master yaparken bulmuştum. Yoğun
bir çalışma yılında, sınavların başlamasına az bir dönem kala, kafamı rahatlatmak
için bir kaç günlüğüne gezmeye çıkma ihtiyacını hissettim. Ryanair sağolsun,
Aarhus çok ekonomik bir seçenekti. Fakat, esas motivasyon kaynağımın bu
olmadığını anlamam uzun sürmedi. Her ne kadar Schengen vizesi alabilmek için
bin dereden su getirmiş olsam ve sonunda Belçika’dan vize alarak daha sonraki
başvurularımı riske atacak bir işe girişmiş olsam da, Danimarkalı
arkadaşlarımın yoğun ilgisini geri çevirmek istemiyordum. Bazıları ile zaten 2
yıl içerisinde görüşme şansım olmuştu, ama kendimi Aarhus’a dönerken
bulabileceğimi bilmiyordum. Neredeyse her şey bıraktığım gibiydi. Kanal
kenarında yeni bir yürüyüş yolu açılmış, bazı köprüler inşa halindeydi. Yurdum
hala eskisi kadar uzak, oraya giden otobüs hatları, hatta muhtemelen şoförleri
bile aynıydı. Avrupa Sineması’ndan bağımsız örnekler gösteren Øst for Paradis
yerli yerinde duruyordu. Çalıştığım pizzacı da aynı yerde iş görmeye devam
ediyordu, fakat soğuk kış akşamları aç kaldığımda yanına sığındığım İranlı
Azeri Rıza Abi’nin dükkanında kepenkler kapanmıştı. Kendisinin oradan
ayrıldığını ve İsveç’e ayrıldığını söylediklerinde üzüldüm; ve bana anlattığı
hikayeleri anımsadım. Şehirde müzik festivali zamanıydı ve gündüz konsere,
akşam üstü ateş yakıp sahile gitmeyi ihmal etmedik. 4 harika günden sonra Londra’ya
döndüğümde Aarhus’taki 5.5 ayda başarmış olduğundan emin olduğum bir duyguyu
anımsadım: daha önce hayatımda adını bile duymadığım bir yerde, hayat boyu
sürecek dostluklar oluşturmuştum ve yeni bir evim olmuştu.
Aarhus’a
gitmeye karar vermek, belki biraz istemeden de olsa, hayatımda verdiğim en
güzel kararlardan biriydi. Roskilde Festivali’nde dedikleri gibi: “tusind tak Danmark”.
Ömer
Çavuşoğlu.
15
Haziran 2012, Londra.
No comments:
Post a Comment