Monday, July 02, 2012

devasa gokyuzu, bozuk bagaj kapagi ve sicak pizzalar


“Bak işte, her şey o kadar da kötü değil. Hiç bu kadar büyük bir gökyüzünün altında durup yıldızları izlemiş miydin? Kuzeyde olmanın da avantajları var!” Waterworld filmini izlerken babamın söylediklerini hatırladığım kadarıyla Ekvator’a yaklaştıkça Ay’ı daha büyük görebiliyorduk; peki Kutuplar’a yaklaştıkça da gökyüzü mü daha büyük oluyordu?

Coğrafya bilgimi sınamayı boşverip başımı sağa ve sola doğru çevirdim. Göğün görebildiğim sağ uç köşeleri koyu bir lacivert ile boyanmışken, sola doğru baktığımda giderek açıklaşan bir maviyi görebiliyordum. Sadece 10 gün önce, yazın en uzun günlerinden birinde 63 derece enleminde neredeyse 24 saat gündüzü yaşamıştım. 3 gün sonra yola çıkacak, otostop çekmeye çalışırken muhtemelen bir iki kamyon sürücüsüne dalga malzemesi olacak, ama sonra arkadaşça bir gencin ya da bir ailenin arabasına binecek, Almanya’da Dünya Kupası finalini seyrederken biramı yudumlayacak, Tuna’nın kolu Sava üzerinden Zagrep’teki arkadaşlarıma uğrayacak, Eidomeni’den Yunanistan’a giriş yaparken Hulusi Kentmen’e benzeteceğim sevimli, yaşlı sınır karakolu görevlisi Yunanlı’nın Türkçe “Ömer’cim” diye başlayıp vizemin son gününde giriş yaptığım için beni uyarmasının ardından soluğu Selanik’ten İstanbul’a dönüş yapacağım trende alacaktım. Bunların hiç birini, 5 ay önce, kar fırtınasında mahsur kalıp haftasonunu kampüste geçiren arkadaşlarımı bırakıp, kız arkadaşımla vedalaştıktan sonra çıktığım değişim programı yolculuğumun başında planlamamıştım bile.

Aslına bakılırsa, Erasmus Değişim Programı’na katılmak için tercih ettiğim üniversite listesini doldururken, Aarhus’u ilk seçenek olarak yazıp yazmamak konusunda da pek emin değildim. O günlerde her ne kadar seçenekler çok fazla değilse de, istersem Berlin, Amsterdam ya da Barselona (veya Madrid) tercihinde de bulunabilirdim. Bunlardan ilkine daha yeni gitmiştim, soğuk bir Ağustos haftasonu geçirmiş olmama rağmen, halen bugün de süregelen, ‘en sevdiğim şehir’ sıfatını kazanmıştı bile. İkincisi ve üçüncüsünü daha önce Interrail seyahatimde görmüştüm; nedense orada almam gereken derslerin sürmekte olan eğitimime çok uyumlu olmayacağını hissetmiş, zaten ikisinden birine gidersem de kesinlikle hiç bir şekilde derslere konsantre olamayacağımı, sadece eğlence amacı ile yapılan bir Erasmus programının da bana biraz zarar verebileceğini hissetmiştim. Stratejik düşünmeyi seven biriyimdir. Öyle ki, belki 1. seçeneğime kabul edilmem diye Berlin’i 2. seçenek olarak işaretlediğimi anımsar gibiyim. Ya da belki de, Arjantinli birine vurulduğum için İspanyolca öğrenmeye başladığımdan, İspanya almıştır 2 numarayı. Her nasılsa, Aarhus’u 1 numaraya koyarken stratejik planlamamın yanında bir olgu daha vardı aklıma takılan: “Diğer 3 yeri de gördüm. Bir daha hayatımda ne zaman Aarhus gibi bir yere giderim ki!?” Gelin görün ki, bir şehri 3-5 günlüğüne ziyaret etmekle, orada 5-6 ay yaşamak arasında çok da ince olmayan bir çizgi var. Ben o çizgiyi ya görmemiş, ya da göz ardı etmiştim. Aarhus’a gideceğim belli olduğunda ufak bir pişmanlık hissettiğimi anımsıyorum; zira o an henüz, hayatımın en güzel kararlarından birini vermiş olduğuma hakim değildim elbette.

Lea’nın bana gökyüzü ile ilgili söylediği şeyden bir-iki saat önce, büyükçe bir çadırın içinde tam çadırın girişinin kenarında hayatımın en etkileyici müzik olayına tanık oluyordum. İsmini o sene arkadaşlarımdan sıklıkla duyduğum bu İskandinav grubun çaldığı müzikle bambaşka alemlerde gezinirken, boy ortalamasının yaklaşık 15 cm. altında olmam ve sahneye çok uzak olmamdan ötürü, müzisyenleri ancak ve ancak, hareket ettikçe daha da büyüyen, çadırın tepesine yansıyan gölgelerinden takip edebiliyor, mavi ve kırmızı ışıklar ve sis perdelerinin ortasında kendimi hiç bilmediğim bir evrenin ortasında buluyordum. Kamp alanındaki en büyük eğlence ve temizlik kaynağımız bol toprak ve tortulu havuz, Mart ayının ilk gününde “hadi gelin bakalım, ancak böyle resmi olarak Viking olabilirsiniz” diyerek Kristoffer’ın bizi 3 derece havada, çırılçıplak bir şekilde attığı, 1 derece sıcaklıktaki ve üzeri karla kaplı olan denizin yanında cennet kalıyordu. 3 Türk arkadaş 8 Danimarkalı ile 5 gün boyunca festivalde eğlenirken anlamıştım ki, geçirdiğim 5 ayda ortama çok iyi entegre olmuş ve uzun yıllar sürecek dostlukların temellerini atmıştım. Tabii, başta hiç de bu kadar olmamıştı.

Danimarka’nın ufak bir ülke olduğu aşikar; fakat Aarhus’a geldiğimde 5te 1i öğrencilerden oluşan bu kentin nüfusunun sadece 300,000 olduğu, ve 7 değil 70 tepeli bir şehirde büyüyen biri olarak, en yüksek noktasının kilise çanının zirvesine denk düştüğü gerçeklikleri ile yüzleşmek önemli bir çaba gerektiriyordu. Hem de gitmiş, sırf odamda kendime ait banyom, İnternet bağlantım bulunacak ve odam 26 metrekare olacak diye, şehrin haritasını bile düzgünce incelemeyip, şehir merkezinden, üniversiteden, arkadaşlarımdan ve etkinliklerden olabilecek en uzak yurdu seçmiştim. Gidiş yolculuğu uçağına bindiğim gün meşhur ‘Karikatür Krizi’ patlamış ve benim yurdum, karikatürü yayımlayan gazetenin ana binasının karşı sokağındaydı! Tevekkeli değil aylar boyunca binaya ne giren, ne de çıkan gördüm. Ama hepsinden daha önemlisi, şehirde tepe demeye bile dilimin zor vardığı tek eğimli yol benim yurda giden yoldu, ve ilk bir ay boyunca hava sıcaklığı mütemadiyen -3 ila 3 derece arasında oynarken, bisikletle gidip-gelirken 5 kat giyindiğim vücudumun altından terler boşalırken sakalımdaki tükürüğümün donuyor olması beni şimdiden Darvinsel bir evrime uğratmaya başlamıştı bile.

O günlerde arkadaşlarım birer birer blog siteleri açarken, ben de İskandinav yalnızlığımı paylaşmak için neden bir şeyler yazmıyorum ki diye düşünmüş olmalıyım ki, yazdığım ilk yazıda ‘paylaşmayı pek sevdikleri soğukluğu da ziyadesiyle öyle bir verdiler ki adama, önce 1 hafta hasta yatırıp, şimdi etraftaki kimseyle tanışmaz etmez, konuşmaz gitmez biri ediverdiler beni de. Adaptasyon diye buna derler işte’ deyiverdiğim bir blogcu olmuşum. Belli ki, ilk günlerde kanım çabuk kaynamış! Velhasıl kelam, ikinci yazımın başlığı ‘muntazaman Danlaşmak’ olmuş; bir mücadele haline getirdiğim entegrasyon sürecinden yavaş yavaş keyif almaya başlamam da, sanırım 3., 4. haftayı bulmuş. İşte tam da bu dönemlerde farketmiştim ki, Erasmus Komisyonu her ne kadar İskandinav ülkelerinde yaşamanın çok daha yüksek bir maliyeti olduğunu farketmiş olsa da, diğer ülkelere giden öğrencilere verdiği aylık burs olan €400’unun bizim nezdimizde €440 olmasının aradaki farkı kapatmadığını anlayamamışlardı. Masrafları karşılamak için ek gelire ihityacım vardı, dolayısıyla başka bir Türk arkadaşımın tavsiyesi üzerine, bir Türk’ün işlettiği pizza dükkanında, arka camı kırık ve bagaj kapağı tam olarak kapanmayan bir araba ile pizza dağıtımına başlamıştım. Hava 5 derece iken kapanmayan bagaj kapağında sıcak pizza dağıtmak ne kadar İskandinavlar’ın kara mizah anlayışına yakışıyor olsa da, bunun ne kadar iyi bir ticari strateji olduğuna dair derin şüphelerim vardı. Her neyse, benim için hava hoştu; şehrin her bir köşesini ve sokaklarını öğreniyor, endüstriyel birikimli mahallelerinden, deniz kenarındaki villalara, okul yurtlarından, konser mekanlarına kadar her türlü dokusuna hakim olmaya başlıyor, bir Sosyoloji ve Siayset Bilimi öğrencisi ve Aarhus Üniversitesi’nde İskandinav Siyaseti üzerine ders alan biri olarak, yerinde gözlemler yapma şansında bulunuyordum. Hem de, sağ olsun İskandinavlar çocukken bile TV programlarını İngilizce (ve kendi dillerinde alt yazı ile) izledikleri için, tek kelime bile Danimarkaca öğrenmeme gerek kalmıyordu; rakamları bile. Gerçi sonradan bu şansı teptiğim için pişman olacaktım; kaldı ki, eminim Danimarkaca sempatik bir kaç kelime kullanımı bahşişlerimde yüksek bir artışa neden olabilirdi!

8 Türk arkadaş olarak birbirimizle uyum içerisinde, bol bol yardımlaşıyorduk. Tabii ki her birimiz, bir Erasmus gerçeği olan İspanyol ve İtalyan cemiyetlerinin sürekli partiler düzenlemesi veya partilerde bir arada bulunması fikrine epey yakın hisler içerisindeydik; ama sanki biraz da, hepimiz için geçerli olabileceğini hissettiğim, ismi konmamış bir ortak pakt da vardı: Büyük yabancı gruplarla değil, Danimarkalılar’la arkadaş olmak istiyorduk. Aarhus Üniversitesi öğrencilerinin bu konuda en az bizim kadar can atıyor olması da işimize yaramıştı. Ayrıca, o dönemlerde Avrupa geneline yayılmış ciddi bir ‘nargile içme’ ritüeli vardı; ve yaklaşan bahar ayları ile birlikte Üniversite Kampüsü’nün çimlerinde ‘mangal sefası’ geleneğini Danimarka’ya ithal eden bir grup genç olarak, oranın yerlileri ile iyi ilişkilerimiz her geçen gün gelişiyordu. Zaten Erasmus deneyimimden sonra hep düşünmüşümdür: Bir Erasmus öğrencisinin kendisine yapabileceği en büyük katkı, kısa bir süreliğine de olsa, misafiri olduğu o coğrafya, kültür ve insanlar ile çok yakın ilişkiler kurabilmek. Hele bir de öğrenci normalde turist rehberlerinde bile gördüğünüzde ‘herhalde belediye turizm bürosunun harcayacak çok parası vardı’ diyebileceği bir şehre gitmişse, oranın ve etrafının değerini, eminim ki zaman geçtikçe çok daha iyi anlayacaktır.

Danimarka’da bahar ve yaz ayları bir başka oluyor. Hayır, çimlerin farklı bir şekilde büyümesinden, çiçeklerin farklı bir şekilde açmasından ötürü değil. Hiç bir zaman gelmeyeceği hissine kapılmışken bir anda, bütün şiddetiyle üzerinize çullanıvermesinden! Türk arkadaşlarımız arasından diğerlerinden önce ayrılanlar da olmuştu belirli sebeplerden ötürü. Bir tanesi için yazdığım bir şey, hem onun, ama daha çok da kendi deneyimi özetler gibi olmuş; alıntılayayım: “bir şehre gelmişsinizdir… şehrin bir havası vardır, solur onu soluduğunuz gibi; ışıkları vardır, bazen gözleri parlar, bazen körleri oynar. tadı vardır, tuzu, suyunda, yemeğinde. karşıdan karşıya kırmızı ışıkta geçmeyen insanında da kimliği vardır şehrin. sevemezseniz şehri başta… birkaç ay geçer, arada havalar güzelleşir, şehirde çiçekler açmış, arada yağmurun ve bulutun arasına da saklansa; hava kokuyor, o bir kaç aydır ciğerlerine doldurduğun kimliğiyle… trenin kapıları kapanırken camın arkasından son kez heyecanla el sallamaya yeltenme. şehrin kimliği üzerinde, bakışları gözlerinde. Fotoğrafı çeken, o anı şans eseri de olsa yakalar. Diğerleri gordüğünde beğenseler bile, manasını bir çeken bilecektir, bir de çekilen. fotoğrafa bir iki kere daha bakılır. bakılır ve görülür. şehri terk eden mutludur; fotoğraf her şeyi ifade etmektedir: mutlu bir ayrılıktır bu, o şehri her daim iyi olarak hatırlatacak...”. Haziran ayının başında Aarhus’u terk eden arkadaşımızın arkasından, bu yazdığım cümleleri tamamlayabilecek en yoğun dönemlerden biri yaşanmıştı. O ünlü kavurucu 2006 yazının başlarında, bir-iki haftamız final ödevlerini hazırlamakla geçmiş, fakat sabrın karşılığı da bir o kadar ödüllendirici olmuştu.

Derslerin son haftalarında sunumlar yapılmış ve ödevler teslim edilmişti. Ortak çalışma dönemi herkes için farklı geçiyordu. Ben Tarih Departmanı’nın bilgisayar odasında sabah-akşam yazı yazarken ara sıra odaya gelip muhabbet eden Danimarkalı arkadaşların, hala o sevemediğim telaffuzlarına maruz kalıyordum. Bazı arkadaşlar yurt odalarına kapanmışken, diğerleri gruplar halinde çalışmaya devam ediyordu. 5 ay içerisinde, başka hiç bir okul veya enstitüde sahip olamayacağım garip ve çeşitli bir bilgi birikimine sahip olmuştum. İskandinav siyasetinin işleyiş biçimini öğrenirken, Nazi Almanyası’nın sanatı propaganda ve anti-propaganda malzemesi olarak nasıl kullandığına dair bir makale hazırlıyor, Danimarka’daki siyasi partilerin tabanları hakkında fikir sahibi olmaya çalışırken, bir yandan da vaktim oldukça yerel bir müzik festivalinin mutfağında salata (ve parmağımı) doğrayarak şehirdeki etkinlikleri kaçırmamaya çalışıyordum. Akademik dönemin sona ermesini takip eden bir gezide İsveç’in göllerinde yüzüp, dağlarında trekking yaparak, kalacak yerimiz olmadığı için bir geceleğine de olsa bir dönercide çalışarak sabahın 3’ünde döner kesip fritöze patates kızartması atma şansına erişmiştim. Norveç’te hiç bitmek bilmeyen yağmurların altında, o an için de olsa dünyanın en sempatik toplumu olduğunu hissettiğim insanlarla tanışmış, gene evrenimizdeki sayılı tren yolculuklarından birinde karlı dağları aşıp fiyörtlere selam geçmiştim. Bazen acımasız bir benetmeyle “Ankara’nın en güzel yanı, İstanbul’a dönüş yoludur” derler, velhasıl kelam, ilk haftalarımda Aarhus’un en güzel yanının da Hamburg’a kaçma imkanı olduğunu düşünürken artık ustası olduğum bu güzergah üzerinden, olağanüstü bir festival deneyimini takiben 15 günlük bir otostop-otobüs-tren yolculuğu silsilesinin ardından da, Türkiye’ye dönerken arkamda birçok anı ve arkadaş bırakmıştım.



Erasmus deneyimimden 2 yıl sonra, sıcak bir Mayıs haftasında 4 günlüğüne Aarhus’a gitme şansım oldu. İlk öğrendiğim andan itibaren 4 elle sarıldığım Erasmus imkanını sağlamış olan Sabancı Üniversitesi’ndeki eğitimimi bitirdikten sonra, biraz da sancılı bir sürecin ardından kendimi Londra’da master yaparken bulmuştum. Yoğun bir çalışma yılında, sınavların başlamasına az bir dönem kala, kafamı rahatlatmak için bir kaç günlüğüne gezmeye çıkma ihtiyacını hissettim. Ryanair sağolsun, Aarhus çok ekonomik bir seçenekti. Fakat, esas motivasyon kaynağımın bu olmadığını anlamam uzun sürmedi. Her ne kadar Schengen vizesi alabilmek için bin dereden su getirmiş olsam ve sonunda Belçika’dan vize alarak daha sonraki başvurularımı riske atacak bir işe girişmiş olsam da, Danimarkalı arkadaşlarımın yoğun ilgisini geri çevirmek istemiyordum. Bazıları ile zaten 2 yıl içerisinde görüşme şansım olmuştu, ama kendimi Aarhus’a dönerken bulabileceğimi bilmiyordum. Neredeyse her şey bıraktığım gibiydi. Kanal kenarında yeni bir yürüyüş yolu açılmış, bazı köprüler inşa halindeydi. Yurdum hala eskisi kadar uzak, oraya giden otobüs hatları, hatta muhtemelen şoförleri bile aynıydı. Avrupa Sineması’ndan bağımsız örnekler gösteren Øst for Paradis yerli yerinde duruyordu. Çalıştığım pizzacı da aynı yerde iş görmeye devam ediyordu, fakat soğuk kış akşamları aç kaldığımda yanına sığındığım İranlı Azeri Rıza Abi’nin dükkanında kepenkler kapanmıştı. Kendisinin oradan ayrıldığını ve İsveç’e ayrıldığını söylediklerinde üzüldüm; ve bana anlattığı hikayeleri anımsadım. Şehirde müzik festivali zamanıydı ve gündüz konsere, akşam üstü ateş yakıp sahile gitmeyi ihmal etmedik. 4 harika günden sonra Londra’ya döndüğümde Aarhus’taki 5.5 ayda başarmış olduğundan emin olduğum bir duyguyu anımsadım: daha önce hayatımda adını bile duymadığım bir yerde, hayat boyu sürecek dostluklar oluşturmuştum ve yeni bir evim olmuştu.

Aarhus’a gitmeye karar vermek, belki biraz istemeden de olsa, hayatımda verdiğim en güzel kararlardan biriydi. Roskilde Festivali’nde dedikleri gibi: “tusind tak Danmark”.

Ömer Çavuşoğlu.
15 Haziran 2012, Londra.

No comments: