Friday, March 23, 2007

ey aşk nerdesin?

sevgili olcay,

sana bu mektubu uzun süredir yazmayı düşünüyordum. kısmet bugüneymiş. görüşmemizin üzerinden yaklaşık 6 ay geçmiş. görüşmemiz de aslında bir şans eseriydi, hatta, hatırlarsan görüşmemizi sağlayan kişi ile tanışıklığın da şanstan ibaretti. daha da ileri gitmek gerekirse görüşmemizi sağlayan kişi ile tanışıklığına neden olan olayın gerçekleşmesindeki neden olan "esas oğlan" da, o olayın gerçekleşmiş halindeki "öbür oğlan" da, olayın gerçekleşmiş olmasının "olgu" olarak ne önemli (!) bir şey olmasının bizi görüştüren kişi tarafından benimsenmesi de, sana bu mektubu yazmamı sağlayan ufak nedenler arasındadır. hemen kafanı karıştırmak istemem sevgili olcay, o yüzden biraz daha düzenli bir şekilde anlatalım meramımızı.

sevgili olcay,

öncelikle evini çok beğenmiştik. Tuzla'nın hemen dışında, İçmeler civarında, kendi halinde yaşamayı başlamış, ömrünün önemli bölümünü siyasi olaylar, ilginç evlilikler ve idealist bir öğretmen edasıyla yaşamış biri için, mütevazi ve sıcak, ve tabii ki anılarla ve yaşanmışlıklarla dolu bir evde oturuyordun. ama aynı zamanda Tuzla'nın merkezinde de bir yazlık evin vardı. "kaçmak" istediğin zamanlar için. kaçmak herkes için önemli bir lükstür, bunu seninle tanışmadan çok önce de öğrenmiştim ama malesef şu kederli dünyada milyarlarcası bulunan insan evlatlarının ufak bir azınlığı için tahsis edilebilmiş bir olgudur, kaçmak.

tanıştığımız gün, özellikle yozlaşmalar, muhafazakarlık, takiyye ve bilimum gündem oluşturan siyasi olgulardan bahsetmiştik. bir gün önceden hazırlattığın börekleri ve dolmaları da mideye götürürken, yemeklerden, ailenden ve daha sonrasında kahvelerimizi içerken kitaplardan, almanya'daki azınlıklardan, genel olarak azınlıklardan ve eski eşlerinden de bahsetmiştik. güzel fotoğraflar çekmiştik ve sen ayrılırken bizi pencerelerde dahi uğurlamış, gene beklediğini ifade ederken bize tatlı tatlı el sallamıştın. gene gelmek isterim sana olcay, ama nasıl, ne zaman ve kiminle?

sevgili olcay,

bizim kuşağımız, senin gördüğün bütün kuşaklardan daha fazla tüketim içerisine itilmiş bir kuşak. tabii, bizim de gördüğümüz ve bizden sonra gelen ufaklar da var, aman o konuya hiç girmeyelim. 1980'lerin getirdiği göreceli zenginlik, neo-liberal dalga ve muhafazakar politikalarla, tam o dönemin içine doğmuş ve aileleri belirli bir gelir seviyesinin üzerinde olan bir kuşak, hem, ailelerinin "bizler çok çektik, siz çekmeyin" tarzı eğilimiyle bu zenginlikten (anlamını ve tarihini bile bilmeden) yararlanmaya başlamış, hem de ileride öğütlenildiği gibi başlarına gelecek müthiş bir rekabet ortamı için kendilerini en üst düzeyde yarışmaya şartlamaya başlamışlar. bu küçükler, bizim gibi gençler olduklarında, etraflarında arkadaşlık etmeleri gereken insanların, gizliden gizliye bu önemli ve büyük "yaşam" denilen şey için "savaşmak" gerektiği inancında birer "rakip" olmaya başladıklarını görmüşler. bunlar eminim senin döneminde de olan şeylerdi olcay. siz birbirinizi daha sert biçimde "dövüyordunuz" gerçi ama, sanırım etik olarak birkaç adım ileride de olduğunuzu söyleyebiliriz.

sevgili olcay,

sizler o zamanlarda yabancı kültürlerin, yabancı memleketlerin insanları ile yeni yeni tanışıyordunuz. bazılarınız yeni bir hayat kurma zorunluluğundan, bazılarınız çok ufak bir şanslı azınlığa mensup olduğunuzdan, bazılarınız ise kaçmak zorunda olduğunuzdan, o taraflara doğru hareket ettiniz. biz ise, daha keyfi bir biçimde, ulaşım ve iletişim ağının gereklerini kullanabilen bebekler olarak geldik bu dünyaya. "kimliğimizin nereye ait olduğu sorunsalı" denilen bir bela çıkardılar ki başımıza, kim bundan biraz tattıysa, dünyevi hayatın en büyük (ve en sanatsal) sorunun bu olduğu konusunda birleşip, bunun hiç bitmek bilmeyen ekmeğini yemeye başladı.

"hangimiz daha aidiyetsiziz?"

işte sevgili olcay, bir kısım şanslı insan için her şeyden (tüketim araçları, insanlar, ve sevgi türleri) milyonlarcasının bulunduğu böyle bir devirde, herşeye sahip olabilme hırsı ile hiçbir şeye bağlı olamama durumu idealizmden çok uzak, düzenli bir hayalden de epey uzak bireyler kazandırdı, biz olarak sizlere. "düzensizlik" fetişinin doğduğu yapay bir düzenden de bahsedebiliriz elbet. esas sorunun ne olduğunu anlayamadan, "kendime sorun yaratmalıyım" diyen überentellektüel, sanatçı kimlikler, mücadelenin sadece yatak çarşaflarında ve bar tuvaletlerinde verildiğini düşünürken, dünyanın geri kalanında ne olup bittiğinden habersiz yaşıyorlardı. ne de olsa, istediklerini gösteren tv'leri vardı artık onların.

sevgili olcay,

sen birden fazla evlilik yaşamış, binden fazla eve misafir olmuş olabilirsin. yüzlerce farklı karakterde insan tanıdığına da eminim. ama acaba, hararetli bir sevgiyi bulduğunda, sevgisizlikten doğan tüketim isteğinle çelişen bir karaktere sahip, ve dolayısıyla ne istediğini bırak, neye sahip olduğunu bile anlayamayacak kadar bulanıklaşmış bir zihne sahip (halbuki, ideal olarak en temiz ve safından, fetiş olarak (kendince) en pis ve ahlaksızına kadar) kişilerin fırıldak gibi dönen başlarının karar alma süreçlerinde bir pizza dağıtıcısı kadar hızlı ve sık çalıştıklarını biliyor muydun? hem de siparişler 45 dakikadan geç gelmese bile, sana tekrar istesen de istemesen de aynı pizzayı önüne pişirip pişirip sunacak kadar da bonkör olabileceğini bu kişilerin?

felsefe öğretmenliği yaptığını söylemiştin ama eminim ki matematikle de içli dışlı olmuşsundur. matematiğin her alanda var olduğuna inanlardanım, ki, matematik felsefe'si gibi bir tanım varken ve ben hala kaderin ve geleceğin algoritma ve olasılık ile anlatabileceğine inanırken, biraz "limit"ten ve "türev"den bahsetmem umarım seni şaşırtmaz. sevgili olcay, harcayabileceğin ve tüketebileceğin nesneler ne kadar çok artarsa, ufak kararları verme sürecin o kadar düşer ve büyük kararlar için adım atma sürecin de o kadar büyür. fakat en basit hayvanlar bile yiyebileceklerinden fazlalarını yediklerinde kusarlar. bunu biliriz. (bazen de çatlayıp ölürler.) en basit mankenler de bunu yapar, hatta. ben pis yemek yemeyi seven biriyimdir. akşamına cır cır olacağımı bilsem bile, en "sokaktan" yemeklere de saldırabilir, aynı gün içerisinde mısır, karpuz, dondurma üçlüsünü yiyerek her yaz işittiğim azarı tekrar işitebilirim. ama olcay, pis yemek yeme kültürünün ne olduğunu bildiğim sürece, bu kimseyi üzmez.

eğer, birini seviyorsan, onun söylediklerini dinleyebileceğin gibi, bazen o sevinsin, bazen uzun vadede kendin sevin diye, bunları ciddiye de alabilir, karşılık bile verebilirsin. olcay, seni sevdiğim için, eski solculuğunu güncellemekte sıkıntı yaşayabileceğini gördüğümde ve kemalizm'e sıkı sıkıya bağlandığında, chp'nin bugünkü muhalefetinin ne kadar zayıf olduğunu göz ardı etmeye çalıştığında, söylediklerine ciddiyet içerisinde (görüşlerim bazen benzeşmese de) karşılık vermeye çalıştım. sana onay da verebilirdim olcay, ama seni sevdiğim için, verdiğim onayın aksine bir davranışta bulunmak istemezdim. sana verdiğim örneklerde takındığım tavırın aksine bir tavrı sana karşı takınmış olsaydım, eminim ki, bir daha bana ne börek verirdin ne de dolma. ayrıca, baklava da getirmiş olsak bile evine, eminim ikram etmezdin bize.

ya da, bizi bağrına basar, birer şans daha verirdin olcay, ki, biz de ileride senin gibi kıymetli birer insan olabilelim. bağrını basmanın kıymetini anlardık belki o zaman olcay.

sevgili olcay,

bugün senin evinde çektiğimiz fotoğraflarımıza baktım. 3 güleryüzlü insan gördüm orada olcay. mutlu bir karede, mutlu bir anı paylaşan. eski mobilyanın etrafında, büyük kitapların karşısındaki koltuklarda, incikli boncuklu süslemelerin yanındaki kanepede. işte olcay, acaba o resimdeki muhabbet nerede şimdi? diye sordum kendime. acaba yitip gitti mi o da tüketilen zaman ile birlikte?

1 comment:

Anonymous said...

cok sey ogrendim