Sunday, March 04, 2007

elveda stasi

Stasi, kısaca Staatssicherheit (Ministerium für Staatssicherheit), Türkçe karşılığı ile “Devlet Güvenlik Bakanlığı”, Doğu Almanya’nın gizli istihbarat şebekesinin ismidir. Stasi ile tanışıklığım 2005 yazında Berlin’i ilk defa ziyaret ettiğimde Brandenburger Tor ile Reichstag arasında bir yerlerde bir duvarın kenarında anti-Stasi ve anti-SPD (Sosyal Demokrat Parti) propoganadası yapan saçı sakalına karışmış bir Alman sayesinde olmuştu. Adamcağız, SPD başkanı ve dönemin başbakanı Gerhard Schröder aleyhine konuşmalar yaparken, yanındaki mantar panosunu Stasi sorgulamalarında işkence görmüş veya bir şekilde istihbarat bağlantısı yüzünden hayatlarını kaybetmiş insan fotoğrafları ile süslemişti.

Tam da seçim dönemiydi. Yıllardır merak ettiğim ve ilk görüşte aşık olduğum Berlin’in tüm metro ağında iki ana haber veriliyordu o günlerde: Yaklaşan seçimler öncesi iki ana parti, iktidardaki SPD ve yeni iktidarı kazanmasına kesin gözüyle bakılan CDU+CSU (Hristiyan Demokrat Birlik ve Hristiyan Sosyal Birlik) ortaklığının anketlere göre oy dağılımları, ve bir sonraki yaz Almanya’da yapılacak Dünya Kupası’nda Alman Milli Takımı’nın başına getirilmesi gündeme gelen Christoph Daum ile ilgili haberler. İkisi de, gayet ilgili olduğum güzide başlıklar. İşte bu anti-propogandist adam da SPD’nin oylarına musallat olmak istemişti herhalde, zira, Schröder’in geçmişinde Stasi ile olan bağları üzerine bir tez oturtmaya çalışıyordu. Her baskıcı rejimde olduğu gibi, özellikle çözünen bir Doğu Almanya’da, gizli istihbarat servisinin (hele şimdi Almanya birleşmiş iken) ne kadar sempatik bir figür olmaktan uzak olabileceğini ve onunla bağlantısı olabilecek bir politikacının halkın gözündeki yerini tahmin edebilmeniz zor değil. Fakat, bu adamın iddiası çok fazla ilgi görmemiş olmalı ki, SPD, birkaç ay öncesinde yüzde 24’lerde seyreden oy oranını, Schröder’in karizmasının yardımı ve Merkel’in (CDU lideri) Maliye Bakanı aday adayının saçmalamaları sayesinde, seçim sırasında yüzde 34’e kadar yükseltti ve yüzde 40’larda oy alması beklenen CDU (+CSU) yüzde 35’lerde kalınca, birkaç ay sonra “büyük koalisyon” haberlerini İstanbul’dan takip edecek, ve o serin kış günlerini anımsayacaktım. O sıralar iyice merak saldığım Bauhaus akımı ile ilgili Bauhaus Archiv müzesini ziyaret etmeye giderken yanından geçtiğim CDU ana binasına baktığım antipatik bakış, sanırım Brandenburger Tor’un orada SPD’yi kötüleyen adamdan daha etkili olmuştu. Hem zaten, gene bu son seçimlerde, eski komünist parti, şimdi doğunun büyük partisi Sol Parti de oylarını epey yükseltmişti. İlginç bir seçim olmuştu Almanya’da ve ben Stasi ile ilgilenmeyi rafa kaldırmıştım.

Berlin’i ilk defa gördüğüm bu 3 günlük gezide en çok ilgimi çeken binalardan biri de, o zaman yıkılmak üzere duran ve son 4 ay içerisinde yaptığım son 2 ziyarette yıkılışına tanık olmak zorunda kaldığım Palast der Republik (Cumhuriyet Sarayı) binasıydı. Doğu Berlin’de, Berlin katedralinin karşısında kalan ve DDR (Alman Demokratik Cumhuriyeti, “Doğu Almanya”)’in sembolü olan turuncu camlı bu modern mimarinin klasik örneği, o zamanlar daha çok içine girmeye başlamış olduğum tarih-politika eksenli araştırmalarım içinde fevkalade önemli bir simge olarak çarpmıştı gözüme.

2006’nın bahar ayında Danimarka’da değişim programı kapsamıyla Aarhus Üniversitesi’nde okurken, “Nazi’lerin İktidara Gelişi” konulu bir ders almış, Elveda Lenin filmi üzerine yapılan konuşmalara çokça kez tanık olmuş (fakat filmi izlememiş), son dönem Alman filmlerini takip etmeye başlamış (Oliver Hirschbiegel’in Das Experiment veya der Untergang’ını pek beğenmiş), Hamburg’u keşfedip Fatih Akın’la tanışmış ve son olarak da gene Hamburg’da Almanya’nın Dünya Kupası üçüncülük maçını ilginç bir atmosferde yaşamıştım. Berlin’e ilk geldiğimde de, daha sonraki ziyaretlerimde de doğuda uzanan geniş bulvarlar, istasyonlardaki eski tarz bilgi panoları, durgunluk ve kabına sığamayan idealler bütünü, beni en az batıdaki yaşam kadar etkilemiş ve oryantalist bir bakış açısından uzak da kaldığım müddetçe, bir şekilde kendisine yakın hissettirmişti. Ne Stasi, ne de Doğu Almanya hakkında önemli bilgilere sahiptim, ama sanki burada yaşamanın ve “birleşme”nin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordum. Çocukluğuma dair hatırladığım net anılardan biri 4 yaşımda Berlin Duvarı’nın yıkılış anını televizyonda görmem, hiçbir şey anlamamamdı. Örneğin sinemaya olan merakım ve üzerine çalıştığım konular da çokça kez beni Sovyetler Birliği dönemi ve post-Sovyetler Birliği denklemleri üzerine yoğunlaştırmıştı. Belki de bu noktada Doğu Almanya’ya bir adım daha yaklaşıyordum.

Son dönemlerde, üzerine çokça konuşulan “Elveda Lenin”i sonunda izlemeye karar verdim. Daha yeni, ana karakter Daniel Brühl’ü de içeren ve kaba tabirle “devrim veya sosyal içerikli hareket”lerle ilgili son dönem bağımsız/yarı bağımsız sinemanın starları ve bu starların olayın özünü hem nasıl çok rahat (seyirci tarafından) benimsenebilir, hem de tüketim ilişkisine indirgenebilir hale getirdiğine dair bir ödev yazmıştım. Brühl’ü “Eğitmenler”, “Salvador” gibi filmlerde gördükten sonra “Elveda Lenin”de karşıma çıkacak halini çok iyi tahmin edebiliyordum. Film güzel bir çalışma idi ve tabii ki bir Katalan olan genç aktör Brühl’den bana gerçek bir Doğu Almanya profilini yansıtmasını beklemiyordum. Filmi, saflığı ile kabul ettim. Bir ideali basitçe yermesine ya da övmesine göz yumma konusunda kendimle ilgili çatıştım da. Zira konu Sovyetler Birliği de olsa, Amerika’nın Irak’ı işgali de olsa ve ben hangi ideolojik kampta olursam olayım, “ciddi” bir konu “ciddi” bir biçimde incelenmiyorsa, seyirciye “oradaki yaşamın bir kesiti” olarak sunulması fikrine karşıydım. Yaşam, benim için, genel olarak fazla ciddi bir olguydu; onu rahat ve ti’ye alarak yaşama hakkımı saklı tutmakla birlikte “ağır” konular ağır duygular içermeliydi.

Bu son dönemlerde, kendimi “acı vatan Almanya” tam saha baskısının, derinlemesine bir şekilde altında hissederken ve son Berlin seyahatimde Berlinale’yi (Berlin Film Festivali) bir şekilde ziyaret de etmişken, önce Berlin’de ilgiyle izlenen daha sonra da Oscar heykelciğini kapıp götüren Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı) karşıma çıktığında, Stasi’yle olan tanışıklığımı işte bu düşüncelerle hatırlamaya başladım. Oscar ödüllerine olan saygım ve ilgim her ne kadar bazen Hıncal Uluç’un (herhangi bir konuda) yaptığı yorumlara karşı olan ilgimle benzer değerlere sahip olsa da, arada bir iyi bir referans noktası olarak algılanabileceğini biliyorum. Tabii ki, Oscarlar çok çok iyi filmlere de gidiyor, ama zaten o iyi filmler gerekli ödülleri başka yerlerden de alıyorlar. Uzun lafın kısası, tam da Oscar ödülünü aldığının ertesi günü izleme imkanını bulduğum bu güzide Alman filmi, kayıtlarıma “son zamanlarda izlediğim en iyi” film olarak geçen filmlerden biri.

Film, bir Stasi ajanının (Gerd Wiesler), bir oyun yazarı olan Georg Dreymann’ı, “batıya olan eğilimlerinden” şüphe edilmesi üzerine izlemesini konu alıyor. 1984 Doğu Almanya’sındaki durumu düşünün: çökmekte olan bir komünist rejim, yavaş yavaş desteğini kesmek zorunda kalan Sovyetler Birliği, batıya olan merak ve batıdakilere olan özlem, artık derinden hissedilmeye başlanmış (ve duvarın varlığı ile birlikte desteklenen) bir bölünmüşlük hissi ve dolayısıyla kokuşmuş bir bürokrasi ve istihbarat teşkilatı. Wiesler’i görevlendiren şefi Anton Grubitz ise görev emrini direkt olarak Kültür Bakanı Bruno Hempf ise yazarımız Dreymann’ın sevgilisi olan aktris Christa-Maria’ya yanık ve onun bazı yasal olmayan ilaçlara olan bağımlılığı ve özgüven eksikliğini suistimal edip ondan yararlanmak isteyecek kadar da çirkin ve yağlı bir adam. Dolayısıyla ortaya, Hempf emriyle Grubitz tarafından Dreymann’ı (ve sevgilisini) izlemek ile görevlendirilmiş Gerd Wiesler’in dramı ortaya çıkıyor. Totaliter bir rejim içerisinde, devlet görevini yerine getirmek için, yıllarca eğitimini aldığı ideolojisinden ödün vermek istemeyen Wiesler, Dreymann’ı tanımaya başladıkça ve Dreymann’ın gerçekten de bir şekilde “batı”ya açılma ve doğunun üzücü durumunu batı ile paylaşma isteklerini gördükçe vicdanı ve görevi arasında tökezlemeye başlayan bir karakter. Ulrich Mühe, Wiesler karakterini başarıyla oynuyor. Müthiş bir soğukkanlılığı, “hayata dair” küçük detaylarla süsleyen ve kendi ideallerini yıktığını fark ettikçe bunu belli belirsiz bir mütevazi kabullenme ile karşılayan Wiesler karakteri için Mühe, Kevin Spacey tarzı bir “soğuk adam” kimliğine bürünüyor.

Olağanüstü bir durgunluk ve sadelik içinde aktarılan film, doğuyu kötülemek ve doğru ideoloji-yanlış ideoloji kavramlarına girmenin (bazı ucuz anti-Sovyet veya anti-kapitalist filmlerde olduğu gibi) veya sözde insancı bir bakış açısıyla “bitti ama o kadar da kötü değildi” tarzı bir demogaji (Elveda Lenin’deki gibi) yerine, dönemin hissiyatına çok güzel bir pencereden bakıyor. Totaliter bir rejimde, iktidar sahibinin, koşullanmış bireyler üzerinde ne denli büyük bir güce sahip olduğunun, ve tam da bu iktidara gelebilecek kişilerin, özellikle çöküş dönemlerinde ne denli içi boş insanlar olabildiğinin, ama bütün bunlar karşısında (aktris karakteri üzerinden verilen) “sistemin belirlediği rolleri kabullenmezsen fazla bir seçeneğin yoktur” tarzı bir söylemin varlığını çok iyi hissettiriyor film. Bu sistem içerisinde Dreymann gibi ulaşılması gerekilen yerlere ulaşmak zorunda olduğunu hisseden ve bunu görev edinmiş kimseler de vardı. Dreymann gibilerinin benzerleri olmaya çalışan ve aslında ortada herhangi bir baskı unsuru olmadığı halde “demokrasi!” diye bağıran bazılarımızın aksine, tam da bu filmin, o dönemki koşullar göz önüne alındığında ucuz bir “doğuyu pisleme” mantığı gütmediğini anlamalıyız. Aynı dönemde, Wiesler gibi, kendini ve yıllar içinde şartlanmış olduğu tüm koşulları sorgulamaya başlayan ve bulunduğu konum itibariyle bir şeylerin değişmesini (ya da en azından bir şeyleri değiştirmeye çalışacak olanlara engel olanları engellemeyi) sağlayabilecek kişiler de vardı. Bu tür rejimlerde yaşanmış ve “gizli” başlıkları altında arşivlenmiş daha birçok olaydan ise benzer türde sanat yapıtları için malzeme çıkacağını da bildiren bir filmdi Das Leben der Anderen.

Tarihsel ve toplumsal gerçekçilik içerikli filmler yapmak iki açıdan zordur: tarihsel gerçekliğin ne olduğu kavramının kesin olarak belirlenebilmesi ve toplum olaylarını anlatırken tarafsızlığı (veya tüm tarafları) yansıtabilme. Bu iki kaideye uymayan filmler ya başarısızdır, ya da özellikle propaganda, belgesel veya kurmaca amaçlı çekilmiş filmlerdir. Florian Henckel von Donnersmarck’ın ödüllü filmi tarihsel bir süreci başarılı bir anlatımla çıkarıyor karşımıza. Almanlar başarılı filmler yapıyorlar bu dönemlerde. Kendi tarihleri ve kültürleri ile ilgili bol bol malzemeleri ve muhakkak ki modern zamanlarla birlikte özümsedikleri önemli bir felsefe geçmişleri var. Filmin sonlarına doğru, olaylar çözüldükçe drama artıyor ama ne yönetmen ne de başarılı senaryo, bu noktada bile, yoğun duyguları aktarabilmek için yoğun sembollere başvurmuyor. Ne duvarın yıkılmasını ne de ikonik heykellerin ortadan kalkmasını izliyoruz. Ne doğuya penetre eden batılı kapitalist firmalar, ne de batıya doğru hınca hınç göç eden işsiz doğulular. Değişen fikirleri, idealleri, sahip olduğu konumu ve işi ile birlikte özünde hep varolan ve tutarlı kalan insancıllığı ile şimdi iki kültüre ve tek bir ulusa (ulus-devlet tartışmasına tabii ki girmeyeceğim) ait caddelerde kendi ufak nostaljisini yaşayan bir Gerd Wiesler benliğine ve geçmişine değilse de, düzenli ve baskıcı bir vahşete veda ediyor. Hayatını ve güzelliğini “iyi insan için yazılan bir sonata” (filmde Dreymann’ın hazırladığı son eserin ismiş: “Sonata for a Good Man”) ve tüm insalara armağan ediyor. Bizler bugün ve tekrar, belki üzüntüyle DDR’e ve Palast der Republik binasına, “başkalarının hayatı” ise Stasi’ye güzel bir elveda çekiyor.



3 comments:

E. said...

Emeğinize ve eliniz sağlık.

Ömerillo said...

tesekkur ederim.

Ayakuyumu said...

Çok geç okudum bu yazıyı farkındayım. Çokça güzel..