Friday, March 23, 2007

ey aşk nerdesin?

sevgili olcay,

sana bu mektubu uzun süredir yazmayı düşünüyordum. kısmet bugüneymiş. görüşmemizin üzerinden yaklaşık 6 ay geçmiş. görüşmemiz de aslında bir şans eseriydi, hatta, hatırlarsan görüşmemizi sağlayan kişi ile tanışıklığın da şanstan ibaretti. daha da ileri gitmek gerekirse görüşmemizi sağlayan kişi ile tanışıklığına neden olan olayın gerçekleşmesindeki neden olan "esas oğlan" da, o olayın gerçekleşmiş halindeki "öbür oğlan" da, olayın gerçekleşmiş olmasının "olgu" olarak ne önemli (!) bir şey olmasının bizi görüştüren kişi tarafından benimsenmesi de, sana bu mektubu yazmamı sağlayan ufak nedenler arasındadır. hemen kafanı karıştırmak istemem sevgili olcay, o yüzden biraz daha düzenli bir şekilde anlatalım meramımızı.

sevgili olcay,

öncelikle evini çok beğenmiştik. Tuzla'nın hemen dışında, İçmeler civarında, kendi halinde yaşamayı başlamış, ömrünün önemli bölümünü siyasi olaylar, ilginç evlilikler ve idealist bir öğretmen edasıyla yaşamış biri için, mütevazi ve sıcak, ve tabii ki anılarla ve yaşanmışlıklarla dolu bir evde oturuyordun. ama aynı zamanda Tuzla'nın merkezinde de bir yazlık evin vardı. "kaçmak" istediğin zamanlar için. kaçmak herkes için önemli bir lükstür, bunu seninle tanışmadan çok önce de öğrenmiştim ama malesef şu kederli dünyada milyarlarcası bulunan insan evlatlarının ufak bir azınlığı için tahsis edilebilmiş bir olgudur, kaçmak.

tanıştığımız gün, özellikle yozlaşmalar, muhafazakarlık, takiyye ve bilimum gündem oluşturan siyasi olgulardan bahsetmiştik. bir gün önceden hazırlattığın börekleri ve dolmaları da mideye götürürken, yemeklerden, ailenden ve daha sonrasında kahvelerimizi içerken kitaplardan, almanya'daki azınlıklardan, genel olarak azınlıklardan ve eski eşlerinden de bahsetmiştik. güzel fotoğraflar çekmiştik ve sen ayrılırken bizi pencerelerde dahi uğurlamış, gene beklediğini ifade ederken bize tatlı tatlı el sallamıştın. gene gelmek isterim sana olcay, ama nasıl, ne zaman ve kiminle?

sevgili olcay,

bizim kuşağımız, senin gördüğün bütün kuşaklardan daha fazla tüketim içerisine itilmiş bir kuşak. tabii, bizim de gördüğümüz ve bizden sonra gelen ufaklar da var, aman o konuya hiç girmeyelim. 1980'lerin getirdiği göreceli zenginlik, neo-liberal dalga ve muhafazakar politikalarla, tam o dönemin içine doğmuş ve aileleri belirli bir gelir seviyesinin üzerinde olan bir kuşak, hem, ailelerinin "bizler çok çektik, siz çekmeyin" tarzı eğilimiyle bu zenginlikten (anlamını ve tarihini bile bilmeden) yararlanmaya başlamış, hem de ileride öğütlenildiği gibi başlarına gelecek müthiş bir rekabet ortamı için kendilerini en üst düzeyde yarışmaya şartlamaya başlamışlar. bu küçükler, bizim gibi gençler olduklarında, etraflarında arkadaşlık etmeleri gereken insanların, gizliden gizliye bu önemli ve büyük "yaşam" denilen şey için "savaşmak" gerektiği inancında birer "rakip" olmaya başladıklarını görmüşler. bunlar eminim senin döneminde de olan şeylerdi olcay. siz birbirinizi daha sert biçimde "dövüyordunuz" gerçi ama, sanırım etik olarak birkaç adım ileride de olduğunuzu söyleyebiliriz.

sevgili olcay,

sizler o zamanlarda yabancı kültürlerin, yabancı memleketlerin insanları ile yeni yeni tanışıyordunuz. bazılarınız yeni bir hayat kurma zorunluluğundan, bazılarınız çok ufak bir şanslı azınlığa mensup olduğunuzdan, bazılarınız ise kaçmak zorunda olduğunuzdan, o taraflara doğru hareket ettiniz. biz ise, daha keyfi bir biçimde, ulaşım ve iletişim ağının gereklerini kullanabilen bebekler olarak geldik bu dünyaya. "kimliğimizin nereye ait olduğu sorunsalı" denilen bir bela çıkardılar ki başımıza, kim bundan biraz tattıysa, dünyevi hayatın en büyük (ve en sanatsal) sorunun bu olduğu konusunda birleşip, bunun hiç bitmek bilmeyen ekmeğini yemeye başladı.

"hangimiz daha aidiyetsiziz?"

işte sevgili olcay, bir kısım şanslı insan için her şeyden (tüketim araçları, insanlar, ve sevgi türleri) milyonlarcasının bulunduğu böyle bir devirde, herşeye sahip olabilme hırsı ile hiçbir şeye bağlı olamama durumu idealizmden çok uzak, düzenli bir hayalden de epey uzak bireyler kazandırdı, biz olarak sizlere. "düzensizlik" fetişinin doğduğu yapay bir düzenden de bahsedebiliriz elbet. esas sorunun ne olduğunu anlayamadan, "kendime sorun yaratmalıyım" diyen überentellektüel, sanatçı kimlikler, mücadelenin sadece yatak çarşaflarında ve bar tuvaletlerinde verildiğini düşünürken, dünyanın geri kalanında ne olup bittiğinden habersiz yaşıyorlardı. ne de olsa, istediklerini gösteren tv'leri vardı artık onların.

sevgili olcay,

sen birden fazla evlilik yaşamış, binden fazla eve misafir olmuş olabilirsin. yüzlerce farklı karakterde insan tanıdığına da eminim. ama acaba, hararetli bir sevgiyi bulduğunda, sevgisizlikten doğan tüketim isteğinle çelişen bir karaktere sahip, ve dolayısıyla ne istediğini bırak, neye sahip olduğunu bile anlayamayacak kadar bulanıklaşmış bir zihne sahip (halbuki, ideal olarak en temiz ve safından, fetiş olarak (kendince) en pis ve ahlaksızına kadar) kişilerin fırıldak gibi dönen başlarının karar alma süreçlerinde bir pizza dağıtıcısı kadar hızlı ve sık çalıştıklarını biliyor muydun? hem de siparişler 45 dakikadan geç gelmese bile, sana tekrar istesen de istemesen de aynı pizzayı önüne pişirip pişirip sunacak kadar da bonkör olabileceğini bu kişilerin?

felsefe öğretmenliği yaptığını söylemiştin ama eminim ki matematikle de içli dışlı olmuşsundur. matematiğin her alanda var olduğuna inanlardanım, ki, matematik felsefe'si gibi bir tanım varken ve ben hala kaderin ve geleceğin algoritma ve olasılık ile anlatabileceğine inanırken, biraz "limit"ten ve "türev"den bahsetmem umarım seni şaşırtmaz. sevgili olcay, harcayabileceğin ve tüketebileceğin nesneler ne kadar çok artarsa, ufak kararları verme sürecin o kadar düşer ve büyük kararlar için adım atma sürecin de o kadar büyür. fakat en basit hayvanlar bile yiyebileceklerinden fazlalarını yediklerinde kusarlar. bunu biliriz. (bazen de çatlayıp ölürler.) en basit mankenler de bunu yapar, hatta. ben pis yemek yemeyi seven biriyimdir. akşamına cır cır olacağımı bilsem bile, en "sokaktan" yemeklere de saldırabilir, aynı gün içerisinde mısır, karpuz, dondurma üçlüsünü yiyerek her yaz işittiğim azarı tekrar işitebilirim. ama olcay, pis yemek yeme kültürünün ne olduğunu bildiğim sürece, bu kimseyi üzmez.

eğer, birini seviyorsan, onun söylediklerini dinleyebileceğin gibi, bazen o sevinsin, bazen uzun vadede kendin sevin diye, bunları ciddiye de alabilir, karşılık bile verebilirsin. olcay, seni sevdiğim için, eski solculuğunu güncellemekte sıkıntı yaşayabileceğini gördüğümde ve kemalizm'e sıkı sıkıya bağlandığında, chp'nin bugünkü muhalefetinin ne kadar zayıf olduğunu göz ardı etmeye çalıştığında, söylediklerine ciddiyet içerisinde (görüşlerim bazen benzeşmese de) karşılık vermeye çalıştım. sana onay da verebilirdim olcay, ama seni sevdiğim için, verdiğim onayın aksine bir davranışta bulunmak istemezdim. sana verdiğim örneklerde takındığım tavırın aksine bir tavrı sana karşı takınmış olsaydım, eminim ki, bir daha bana ne börek verirdin ne de dolma. ayrıca, baklava da getirmiş olsak bile evine, eminim ikram etmezdin bize.

ya da, bizi bağrına basar, birer şans daha verirdin olcay, ki, biz de ileride senin gibi kıymetli birer insan olabilelim. bağrını basmanın kıymetini anlardık belki o zaman olcay.

sevgili olcay,

bugün senin evinde çektiğimiz fotoğraflarımıza baktım. 3 güleryüzlü insan gördüm orada olcay. mutlu bir karede, mutlu bir anı paylaşan. eski mobilyanın etrafında, büyük kitapların karşısındaki koltuklarda, incikli boncuklu süslemelerin yanındaki kanepede. işte olcay, acaba o resimdeki muhabbet nerede şimdi? diye sordum kendime. acaba yitip gitti mi o da tüketilen zaman ile birlikte?

Sunday, March 11, 2007

Çeşmi Cihan bu ola! güzel Amasra..

sevgili günlük,

yollar bugün beni ve arkadaşlarımı gördüğüm en güzel yerlerden birine çağırdı. müthiş denizi, romalı kalesi, iyi korunmuş tarihi, eşsiz doğası ve batı karadenizli (batı avrupalı değil) ahlakıyla Bartın'ın hemen dibindeki güzel ilçesi Amasra'ya.

herşey perşembe günü ders çıkışı Ece ile geçen yazın sonuna doğru Çeşme'de Münevver de bizleyken nasıl eğlendiğimiz ve Ece'nin Çeşme'yi ne kadar özlediğini söylemesiyle başlayan heyecanlı muhabbet sonucu gelişti. Haftasonu Çeşme kaçamağı planları Münevver'in zaman kısıtlaması yüzünden suya düştü, ama ikilinin diğer oda arkadaşlarından Lara'nın ve Münevver'in erkek arkadaşı Yalın'ın da katılımı doğrultusunda 5 kişilik bir grup olarak "en azından günübirlik kaçamak" seçenekleri üzerine kafa patlatmaya başladık. belli ki, yolumuz gelmişti.

cuma sabahı 6 yı biraz geçiyordu evden çıkdığımda. Yalın'ı alıp Göztepe'den okula yollandık, ve 7.40 civarlarında yola koyulduk. yıllardır artık tünellerini ve viyadüklerini ezberlediğim ve ehliyetimi aldığımdan beri ilk uzun yol göz ağrım Ankara otobanını Düzce'ye kadar takip ederken araba da garip sinyaller vermeye başladı. uzunlarla selektör yaptığımda, kontağın tamamen kapanıp açılması ve arabanın 130 km. ile seyrederken ufak zıplayışlar yapması alışık olduğum bir şey değildi.

ilk durağın Akçakoca olmasına karar verdik. bundan, yanılmıyorsam, 2.5 yıl önce Ediz'le Mehtap'ın birbirlerinin kuzenleri olduklarını anlamalarını sağladığım, okulun bahçesinde yaptığımız muhabbeti hatırladım çimlerin üzerinde. 2. sınıfa yeni başlamıştık, Ediz en yakın arkadaşlarımdan biriydi ve Mehtap da, o gün bizimle oturmuş, kitabını okuyor, çayını içiyordu. "Memleket" muhabbeti üzerinden ikisinin de Akçakoca'ya dayanan kökleri olduğunu anladıklarında Mehtap Ediz'e "ben, okulda kuzenim olduğunu biliyordum, hatta sana ilk geldiğinde, 1 yıl önce, email attım, neden cevap vermedn?" demişti. o zamanlar bahçede daha sık oturur, kitap okurduk, daha sık futbol oynardık. Okuldaki köpekler toplanıp, imha edilmeye götürülmüzlerdi ve bizim bir sürü köpeğimiz vardı. şimdiki fotoğraf makinemi yeni almıştım ve 8 doğuran (sanırım Defne) köpeğimizin, yavruları ile birlikte resimlerini çekerdik.


Akçakoca'da bizi karşılayan, Akçakoca Merkez Camii oldu. Kendimi bir anda Berlin-Kreuzberg'de hissetmemi sağlayan bu sekizgen şeklindeki ilginç mimari yapı, hepimizi hayretler içerisinde bıraktı. Farklı katmanlardan oluşan dua alanları, sonunda sekizgen kubbenin altındaki ana bölüme çıkıyordu. Ana bölümde zemin kat ve onu çevreleyen asma kattan oluşurken, arkadaki odalardan kendini camlarla ayırıyordu. Oldukça transparan bir iç mimariye
sahip caminin içinde bir de, günün tüm ezan saatlerini
gösteren bir dijital saat vardı!



Pastaneden poğaçalarımızı aldık ve bu şirin sahil kasabasında, Karadeniz'in her daim coşkulu sularının kıyıya vurduğu limanın dibinde, balıkçılardan birinin dükkanında bizim için ısmarladığı çaylarla kahvaltımı ettik. Biraz politika, biraz bazılarımızın ailelerine ve arkadaşlarına yapmaları gereken açıklamalar, iptal edilen programlar, aşk, futbol ve eğitim üzerine konuştuk. sonra sahilde yürümeye başladık, bıraktık, biraz deniz konuştu, biraz dalgalar, biraz bulutlar ve sonradan adının "apti" olmasına karar verdiğimiz güzel köpekcik. cumhuriyetin 75. yılından kalma erimiş tabela dalgakıranın hemen arkasında sahili paslı gözlerle süzerken, arkadaki tepelerde yükselen çirkin apartmanlar, az sayıdaki tarihi binaların siluetini bozmakla meşgul oluyorlardı. bugün gezmeye çıkmış 5 arkadaştık, kocaman ve güzel ülkemizin denizini izliyor, havasını soluyor, kederlenmeyi veya endişeyi düşünmüyorduk. mutluyduk.



her yolculukta olduğu gibi bu yolculukta da arabamız ve heyecanımız dışında bizim en büyük yardımcımız karayolları haritamızdı. Sürücü koltuğuna Münevver geçerken, ben de Akçakoca'nın biraz daha batısında bulunan Karasu'dan, taa Gürcistan sınırına kadar, sadece Zonguldak-Bartın arasındaki yol dışında sadece sahili izleyerek bir yolculuk gerçekleştirebileceğimizi söyledim. "Bir dahaki sefere" dedik hep beraber, hem belki daha fazla katılmak isteyen olurdu aramıza. ve daha fazla zamanımız da olurdu o zaman. daha bol güneşli günler ve köpüklü dalgalar. Akçakoca'da bir karar verecektik, Karasu tarafına, yani batıya doğru geri mi dönecektik, yoksa doğuya doğru devam mı edecektik? Safranbolu fikri çıktığı zaman heyecanlanmıştık ama uzak olduğunu düşünmüştük, Münevver Amasra fikrinde hala ısrarcı olduğunu söylediğinde "e madem götür bizi o zaman" demekten daha güzel bir karar veremezdik heralde. Ece, sol arka köşedeki yerini hiç değiştirmedi, rahatına en düşkün olan oydu. Akşam sürpriz doğumgünü partisi için vakit kısıtlaması olan ve arkadaşlarını tüm gün boyunca ayarlamaya çalışan da oydu. ama "kaçma" fikrini de o çıkarmıştı ortaya ya, rahatı bozulmadıkça da en keyiflimiz oydu sanırım. ne de olsa, arabanın neresinin bozulmuş olabileceği, kaç km. yolumuz kaldığı veya nereye gittiğimiz dahi onu çok ilgilendirmiyordu. aldığı keyfi yaşamak ve paylaşmaktan başka bir derdi yoktu. çok güzel bir dertti.


Ereğli'den geçerek Zonguldak'a doğru ilerlerken hepimiz yolun takip ettiği manzara karşısında büyülenmiştik. solumuzda Karadeniz alabildiğine uzanırken, sağımızdaki tepelerde yeşil ormanlar yükselmeye başlamış ve dar sahil şeridine tepeden bakan Batı Karadeniz evleri manzarayı tamamlıyordu. Zonguldak, hepimizi şaşkınlığa uğratır biçimde kömür siyahı veya endüstri grisine bürünmemişti. Çirkin apartmanlar ve vasıfsız bir inşa hali hakimdi şehre evet ama, şehri kesen nehirler, köprüler, maden taşımacılığı için kurulmuş ufak demiryolu ve sonunda dağların arasından kıvrılarak önce nehri, sonra da memleketimizin zayıf, mütevazi ama güzel demiryolu ağının bu yörelere uğrayan ve üzerinde Karaelmas Ekspresi çalışan tek hattı olan Zonguldak-Ankara arası işleyen demiryolu hattını izleyen karayolu Zonguldak'ı kolaylıkla sevdirmişti bize.

Amasra'ya ulaşmamız sandığımızdan da uzun sürecekti. saat 10.00 civarında ulaştığımız Akçakoca'dan 12.30a doğru ayrılmıştık, ve sadece Zonguldak 80 km. ötedeyken, Amasra için 85 + 16 km. yolumuz daha vardı. Zonguldak'tan çıkarken Münevver'e tatsız bir elektrik sorunu yaratan arabayı devralmaya karar verdiğimde, güzel bir çeşmeden, her yerde kolay kolay bulunmayan çok güzel bir tada sahip sularımızı yeni doldurmuş, kana kana içmeye başlamıştık. Bartın merkezine girerken, polisler bizi kendi deyimleriyle de çok da hoş olmayan bir "hoşgeldiniz" ile karşıladılar. Karşı şeritten gelen arabaların selektörlerini o kadar çok geç farketmişiz ki, radara yakalandığımızda neredeyse radarın bulunduğu arabanın içinde bizi izleyen polise el sallayacak kadar yakınındaydık talihimize yumuşakça küfederken. Polisler, cezamla birlikte bana Falım sakız vermeyi de ihmal etmediler ya, şimdi şu satırları yazarken farkediyorum sevgili günlük, falımı okumayı unutmuşum!!

16 km. yolu da aşaduralım, "bu tepeleri tırmandığımıza değecek bir güzellik çıkacak umarım karşımıza" deyişi aklımızda, önce Amasra'nın arkasındaki muhteşem koyu görerek heyecanlandık. Meğersem, Amasra'yı görünce kendimizi kaybetmeyelim diye, önden bizi göreceklerimize hazırlayacak ön bir sunuşmuş şimdi adını hatırlayamadağım bu koy. Yol bu sefer bizi Amasra'nın sırtlarına doğru çevirirken, güneş de iyiden iyiye açmaya başlamış, havaki bulutlar yerini masmavi bir gökyüzüne bırakmaya başlamıştı. Amasra öyle bir şekilde karşımıza çıktı ki, tepede bir yerde fotoğrafını çekmektense, hemen ulaşmak istenilen bir yar gibi kucağına bırakıvermek için kendimizi, hiç durmadan arabayı sürmeye devam ettim bu 3 yanı dağlarla çevrili cennet koya.


Amasra Müzesi'nden edindiğimiz bilgilere göre, Amasra'nın tarihi antik Yunan uygarlıklarına dayanmakta. Lidyalıların da bir zamanlar ele geçirdiği Amasra, daha sonra İskender'in Makedon uygarlığına, Roma'ya ve Bizans'a dahil oluyor. Fatih, burayı fethettiğinde neler hissetti bilemiyorum ama, nispi olarak iyi korunmuş bir yer olarak günümüze ulaşabildiği için şanslıyız. Şirin kasabanın tamamını yürümek 1 saatten fazla almıyor. burun, büyük liman ile küçük limanı iki tarafına alacak şekilde ikiye bölüyor Amasra'nın koylarını. burunun tepesine tarihi kale ve surlar kurulmuş. burun, ucundan, karşısındaki Boztepe adacığına bağlanıyor. çok şirin bir köprü ve ufak bir tünel ile. beldenin bu bölümüne geçerken güzel taş konaklar görüyor, "sormagir" cafeye ne soru soruyor ne de girmeyi tercih ediyoruz. balıkçılardan, bir iki saat sonra yapacağımız ziyafet için fiyat alırken, denize nazır "Osman Amca'nın Yeri"ni beğeniyoruz. Boztepe burnunun tepesinde müthiş manzarayı izledikten sonra, "yürünen yoldan geri yürünmez" mantığıyla patikadan aşağı ufak bir trekking yapıyor ve boğalara el sallıyoruz.

rakı-balık ziyafetinden hemen önce Lara ve Ece'yle birlikte birer lahmacun yemeye karar veriyorum ki, Münevver ve Yalın bu fikre pek sıcak bakmıyorlar. gerçi sonunda balıkların çoğunu Yalın'la ben yemek zorunda kalıyoruz ki, her biri en azından birer tek atmaya gönüllü kızlar rakıya yardımcı olunca, en azından ufak rakı da rahatlıkla ve keyifele içiliyor. denizin üzerinde soframız şenlenirken camın dışında arkada bir yerlerde güneş batmaya başlıyor. kayığıyla açılan ikiden biri, dönüşte dizlerini kapanmış bir şekilde belki de günün batmasından duyduğu hüznü dışavururken ben de lavabonun yolunu tutmaya karar veriyorum uzun günün ilk molasını alırken. döndüğümde herkes birbirinin kahve falına bakmıştı ve sanırım kader, fala inanma ve kozmik enerjiler hakkında konuşmaya başlarken, dönüş haline geçmenin ağırlığı da ufaktan çökmeye başladı.







dönüş yolunda, bir ucu discman, mp3 player gibi aletlere bağlanan kaset şeklindeki aparatımız çalışmayı reddederken, yanlış bir tercihle "gelinen yoldan geri dönülmez" diyerek, Mengen-Bolu üzerindeki yolu seçiyoruz ki, karşıdan gelen arabaların birbirlerini sollamak adına hem gidiş hem de geliş şeritlerini alabildiğine özgürce kullandığı yolda yaptığım gece sürüşü müthiş bir adrenalin salgınına dönüştü. neyse, kilometreler kilometreleri, karanlık yollar, sarı otoban ışıklarını kovaladı. balık hesabı, hız cezası, yakıt masrafları derken kimse cüzdanından dolayı çok fazla sıkıntı yaşar gibi durmadı. bazı keyiflerin hiçbir şekilde satın alınamadağı seyahatlerden biriydi ya heralde bu da.

muhabbetler muhabbetleri kovaladı sevgili günlük. saatler aktı, uzun gün sona erdi, İstanbul çılgın trafiği ve kornalarıyla "düştün gene elime" dedi. 800 km. yol gidildi, 10 saate yakın trafikte kalınıldı, 7 farklı şehir geçildi, birçok fotoğrafın yanına, çoklukla resmedilemeyen gülücükler eklendi. yol bitti, sevgili günlük, satırlar bitti, muhabbet bitmedi... güzel bir gündü, sevgili günlük, biliyorum, biliyorsuın belki gene bir şey eksikti, belki o da gelecek sefer tamam olurdu. "lala lala", zamanla tamamladık resimleri, zamanla tamamlanır berisi. yeter ki yollar baki ola, yürürüz hep beraber, yürümesini bildikten ve istedikten sonra.

Sunday, March 04, 2007

elveda stasi

Stasi, kısaca Staatssicherheit (Ministerium für Staatssicherheit), Türkçe karşılığı ile “Devlet Güvenlik Bakanlığı”, Doğu Almanya’nın gizli istihbarat şebekesinin ismidir. Stasi ile tanışıklığım 2005 yazında Berlin’i ilk defa ziyaret ettiğimde Brandenburger Tor ile Reichstag arasında bir yerlerde bir duvarın kenarında anti-Stasi ve anti-SPD (Sosyal Demokrat Parti) propoganadası yapan saçı sakalına karışmış bir Alman sayesinde olmuştu. Adamcağız, SPD başkanı ve dönemin başbakanı Gerhard Schröder aleyhine konuşmalar yaparken, yanındaki mantar panosunu Stasi sorgulamalarında işkence görmüş veya bir şekilde istihbarat bağlantısı yüzünden hayatlarını kaybetmiş insan fotoğrafları ile süslemişti.

Tam da seçim dönemiydi. Yıllardır merak ettiğim ve ilk görüşte aşık olduğum Berlin’in tüm metro ağında iki ana haber veriliyordu o günlerde: Yaklaşan seçimler öncesi iki ana parti, iktidardaki SPD ve yeni iktidarı kazanmasına kesin gözüyle bakılan CDU+CSU (Hristiyan Demokrat Birlik ve Hristiyan Sosyal Birlik) ortaklığının anketlere göre oy dağılımları, ve bir sonraki yaz Almanya’da yapılacak Dünya Kupası’nda Alman Milli Takımı’nın başına getirilmesi gündeme gelen Christoph Daum ile ilgili haberler. İkisi de, gayet ilgili olduğum güzide başlıklar. İşte bu anti-propogandist adam da SPD’nin oylarına musallat olmak istemişti herhalde, zira, Schröder’in geçmişinde Stasi ile olan bağları üzerine bir tez oturtmaya çalışıyordu. Her baskıcı rejimde olduğu gibi, özellikle çözünen bir Doğu Almanya’da, gizli istihbarat servisinin (hele şimdi Almanya birleşmiş iken) ne kadar sempatik bir figür olmaktan uzak olabileceğini ve onunla bağlantısı olabilecek bir politikacının halkın gözündeki yerini tahmin edebilmeniz zor değil. Fakat, bu adamın iddiası çok fazla ilgi görmemiş olmalı ki, SPD, birkaç ay öncesinde yüzde 24’lerde seyreden oy oranını, Schröder’in karizmasının yardımı ve Merkel’in (CDU lideri) Maliye Bakanı aday adayının saçmalamaları sayesinde, seçim sırasında yüzde 34’e kadar yükseltti ve yüzde 40’larda oy alması beklenen CDU (+CSU) yüzde 35’lerde kalınca, birkaç ay sonra “büyük koalisyon” haberlerini İstanbul’dan takip edecek, ve o serin kış günlerini anımsayacaktım. O sıralar iyice merak saldığım Bauhaus akımı ile ilgili Bauhaus Archiv müzesini ziyaret etmeye giderken yanından geçtiğim CDU ana binasına baktığım antipatik bakış, sanırım Brandenburger Tor’un orada SPD’yi kötüleyen adamdan daha etkili olmuştu. Hem zaten, gene bu son seçimlerde, eski komünist parti, şimdi doğunun büyük partisi Sol Parti de oylarını epey yükseltmişti. İlginç bir seçim olmuştu Almanya’da ve ben Stasi ile ilgilenmeyi rafa kaldırmıştım.

Berlin’i ilk defa gördüğüm bu 3 günlük gezide en çok ilgimi çeken binalardan biri de, o zaman yıkılmak üzere duran ve son 4 ay içerisinde yaptığım son 2 ziyarette yıkılışına tanık olmak zorunda kaldığım Palast der Republik (Cumhuriyet Sarayı) binasıydı. Doğu Berlin’de, Berlin katedralinin karşısında kalan ve DDR (Alman Demokratik Cumhuriyeti, “Doğu Almanya”)’in sembolü olan turuncu camlı bu modern mimarinin klasik örneği, o zamanlar daha çok içine girmeye başlamış olduğum tarih-politika eksenli araştırmalarım içinde fevkalade önemli bir simge olarak çarpmıştı gözüme.

2006’nın bahar ayında Danimarka’da değişim programı kapsamıyla Aarhus Üniversitesi’nde okurken, “Nazi’lerin İktidara Gelişi” konulu bir ders almış, Elveda Lenin filmi üzerine yapılan konuşmalara çokça kez tanık olmuş (fakat filmi izlememiş), son dönem Alman filmlerini takip etmeye başlamış (Oliver Hirschbiegel’in Das Experiment veya der Untergang’ını pek beğenmiş), Hamburg’u keşfedip Fatih Akın’la tanışmış ve son olarak da gene Hamburg’da Almanya’nın Dünya Kupası üçüncülük maçını ilginç bir atmosferde yaşamıştım. Berlin’e ilk geldiğimde de, daha sonraki ziyaretlerimde de doğuda uzanan geniş bulvarlar, istasyonlardaki eski tarz bilgi panoları, durgunluk ve kabına sığamayan idealler bütünü, beni en az batıdaki yaşam kadar etkilemiş ve oryantalist bir bakış açısından uzak da kaldığım müddetçe, bir şekilde kendisine yakın hissettirmişti. Ne Stasi, ne de Doğu Almanya hakkında önemli bilgilere sahiptim, ama sanki burada yaşamanın ve “birleşme”nin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordum. Çocukluğuma dair hatırladığım net anılardan biri 4 yaşımda Berlin Duvarı’nın yıkılış anını televizyonda görmem, hiçbir şey anlamamamdı. Örneğin sinemaya olan merakım ve üzerine çalıştığım konular da çokça kez beni Sovyetler Birliği dönemi ve post-Sovyetler Birliği denklemleri üzerine yoğunlaştırmıştı. Belki de bu noktada Doğu Almanya’ya bir adım daha yaklaşıyordum.

Son dönemlerde, üzerine çokça konuşulan “Elveda Lenin”i sonunda izlemeye karar verdim. Daha yeni, ana karakter Daniel Brühl’ü de içeren ve kaba tabirle “devrim veya sosyal içerikli hareket”lerle ilgili son dönem bağımsız/yarı bağımsız sinemanın starları ve bu starların olayın özünü hem nasıl çok rahat (seyirci tarafından) benimsenebilir, hem de tüketim ilişkisine indirgenebilir hale getirdiğine dair bir ödev yazmıştım. Brühl’ü “Eğitmenler”, “Salvador” gibi filmlerde gördükten sonra “Elveda Lenin”de karşıma çıkacak halini çok iyi tahmin edebiliyordum. Film güzel bir çalışma idi ve tabii ki bir Katalan olan genç aktör Brühl’den bana gerçek bir Doğu Almanya profilini yansıtmasını beklemiyordum. Filmi, saflığı ile kabul ettim. Bir ideali basitçe yermesine ya da övmesine göz yumma konusunda kendimle ilgili çatıştım da. Zira konu Sovyetler Birliği de olsa, Amerika’nın Irak’ı işgali de olsa ve ben hangi ideolojik kampta olursam olayım, “ciddi” bir konu “ciddi” bir biçimde incelenmiyorsa, seyirciye “oradaki yaşamın bir kesiti” olarak sunulması fikrine karşıydım. Yaşam, benim için, genel olarak fazla ciddi bir olguydu; onu rahat ve ti’ye alarak yaşama hakkımı saklı tutmakla birlikte “ağır” konular ağır duygular içermeliydi.

Bu son dönemlerde, kendimi “acı vatan Almanya” tam saha baskısının, derinlemesine bir şekilde altında hissederken ve son Berlin seyahatimde Berlinale’yi (Berlin Film Festivali) bir şekilde ziyaret de etmişken, önce Berlin’de ilgiyle izlenen daha sonra da Oscar heykelciğini kapıp götüren Das Leben der Anderen (Başkalarının Hayatı) karşıma çıktığında, Stasi’yle olan tanışıklığımı işte bu düşüncelerle hatırlamaya başladım. Oscar ödüllerine olan saygım ve ilgim her ne kadar bazen Hıncal Uluç’un (herhangi bir konuda) yaptığı yorumlara karşı olan ilgimle benzer değerlere sahip olsa da, arada bir iyi bir referans noktası olarak algılanabileceğini biliyorum. Tabii ki, Oscarlar çok çok iyi filmlere de gidiyor, ama zaten o iyi filmler gerekli ödülleri başka yerlerden de alıyorlar. Uzun lafın kısası, tam da Oscar ödülünü aldığının ertesi günü izleme imkanını bulduğum bu güzide Alman filmi, kayıtlarıma “son zamanlarda izlediğim en iyi” film olarak geçen filmlerden biri.

Film, bir Stasi ajanının (Gerd Wiesler), bir oyun yazarı olan Georg Dreymann’ı, “batıya olan eğilimlerinden” şüphe edilmesi üzerine izlemesini konu alıyor. 1984 Doğu Almanya’sındaki durumu düşünün: çökmekte olan bir komünist rejim, yavaş yavaş desteğini kesmek zorunda kalan Sovyetler Birliği, batıya olan merak ve batıdakilere olan özlem, artık derinden hissedilmeye başlanmış (ve duvarın varlığı ile birlikte desteklenen) bir bölünmüşlük hissi ve dolayısıyla kokuşmuş bir bürokrasi ve istihbarat teşkilatı. Wiesler’i görevlendiren şefi Anton Grubitz ise görev emrini direkt olarak Kültür Bakanı Bruno Hempf ise yazarımız Dreymann’ın sevgilisi olan aktris Christa-Maria’ya yanık ve onun bazı yasal olmayan ilaçlara olan bağımlılığı ve özgüven eksikliğini suistimal edip ondan yararlanmak isteyecek kadar da çirkin ve yağlı bir adam. Dolayısıyla ortaya, Hempf emriyle Grubitz tarafından Dreymann’ı (ve sevgilisini) izlemek ile görevlendirilmiş Gerd Wiesler’in dramı ortaya çıkıyor. Totaliter bir rejim içerisinde, devlet görevini yerine getirmek için, yıllarca eğitimini aldığı ideolojisinden ödün vermek istemeyen Wiesler, Dreymann’ı tanımaya başladıkça ve Dreymann’ın gerçekten de bir şekilde “batı”ya açılma ve doğunun üzücü durumunu batı ile paylaşma isteklerini gördükçe vicdanı ve görevi arasında tökezlemeye başlayan bir karakter. Ulrich Mühe, Wiesler karakterini başarıyla oynuyor. Müthiş bir soğukkanlılığı, “hayata dair” küçük detaylarla süsleyen ve kendi ideallerini yıktığını fark ettikçe bunu belli belirsiz bir mütevazi kabullenme ile karşılayan Wiesler karakteri için Mühe, Kevin Spacey tarzı bir “soğuk adam” kimliğine bürünüyor.

Olağanüstü bir durgunluk ve sadelik içinde aktarılan film, doğuyu kötülemek ve doğru ideoloji-yanlış ideoloji kavramlarına girmenin (bazı ucuz anti-Sovyet veya anti-kapitalist filmlerde olduğu gibi) veya sözde insancı bir bakış açısıyla “bitti ama o kadar da kötü değildi” tarzı bir demogaji (Elveda Lenin’deki gibi) yerine, dönemin hissiyatına çok güzel bir pencereden bakıyor. Totaliter bir rejimde, iktidar sahibinin, koşullanmış bireyler üzerinde ne denli büyük bir güce sahip olduğunun, ve tam da bu iktidara gelebilecek kişilerin, özellikle çöküş dönemlerinde ne denli içi boş insanlar olabildiğinin, ama bütün bunlar karşısında (aktris karakteri üzerinden verilen) “sistemin belirlediği rolleri kabullenmezsen fazla bir seçeneğin yoktur” tarzı bir söylemin varlığını çok iyi hissettiriyor film. Bu sistem içerisinde Dreymann gibi ulaşılması gerekilen yerlere ulaşmak zorunda olduğunu hisseden ve bunu görev edinmiş kimseler de vardı. Dreymann gibilerinin benzerleri olmaya çalışan ve aslında ortada herhangi bir baskı unsuru olmadığı halde “demokrasi!” diye bağıran bazılarımızın aksine, tam da bu filmin, o dönemki koşullar göz önüne alındığında ucuz bir “doğuyu pisleme” mantığı gütmediğini anlamalıyız. Aynı dönemde, Wiesler gibi, kendini ve yıllar içinde şartlanmış olduğu tüm koşulları sorgulamaya başlayan ve bulunduğu konum itibariyle bir şeylerin değişmesini (ya da en azından bir şeyleri değiştirmeye çalışacak olanlara engel olanları engellemeyi) sağlayabilecek kişiler de vardı. Bu tür rejimlerde yaşanmış ve “gizli” başlıkları altında arşivlenmiş daha birçok olaydan ise benzer türde sanat yapıtları için malzeme çıkacağını da bildiren bir filmdi Das Leben der Anderen.

Tarihsel ve toplumsal gerçekçilik içerikli filmler yapmak iki açıdan zordur: tarihsel gerçekliğin ne olduğu kavramının kesin olarak belirlenebilmesi ve toplum olaylarını anlatırken tarafsızlığı (veya tüm tarafları) yansıtabilme. Bu iki kaideye uymayan filmler ya başarısızdır, ya da özellikle propaganda, belgesel veya kurmaca amaçlı çekilmiş filmlerdir. Florian Henckel von Donnersmarck’ın ödüllü filmi tarihsel bir süreci başarılı bir anlatımla çıkarıyor karşımıza. Almanlar başarılı filmler yapıyorlar bu dönemlerde. Kendi tarihleri ve kültürleri ile ilgili bol bol malzemeleri ve muhakkak ki modern zamanlarla birlikte özümsedikleri önemli bir felsefe geçmişleri var. Filmin sonlarına doğru, olaylar çözüldükçe drama artıyor ama ne yönetmen ne de başarılı senaryo, bu noktada bile, yoğun duyguları aktarabilmek için yoğun sembollere başvurmuyor. Ne duvarın yıkılmasını ne de ikonik heykellerin ortadan kalkmasını izliyoruz. Ne doğuya penetre eden batılı kapitalist firmalar, ne de batıya doğru hınca hınç göç eden işsiz doğulular. Değişen fikirleri, idealleri, sahip olduğu konumu ve işi ile birlikte özünde hep varolan ve tutarlı kalan insancıllığı ile şimdi iki kültüre ve tek bir ulusa (ulus-devlet tartışmasına tabii ki girmeyeceğim) ait caddelerde kendi ufak nostaljisini yaşayan bir Gerd Wiesler benliğine ve geçmişine değilse de, düzenli ve baskıcı bir vahşete veda ediyor. Hayatını ve güzelliğini “iyi insan için yazılan bir sonata” (filmde Dreymann’ın hazırladığı son eserin ismiş: “Sonata for a Good Man”) ve tüm insalara armağan ediyor. Bizler bugün ve tekrar, belki üzüntüyle DDR’e ve Palast der Republik binasına, “başkalarının hayatı” ise Stasi’ye güzel bir elveda çekiyor.