Doğumgünü hatıraları, yolculuk anıları, karında kelebekler uçuşan yazıları, canım cicimleri ve karanlık hisleri bir kenara koyarak, son birkaç ayda reelpolitikte neler oldu bitti, bir toparlamakta fayda var gibi.
Bundan sadece 3.5 ay önce nisan aylarının sonlarında Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ile boğuşan, bol yapay gündemli bir siyasi Türkiye resmi vardı elimizde. Genelkurmay Başkanlığı'nın Internet sitelerinden yayınladığı muhtıra niteliğindeki yazı, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri sırasında "oy yeterliği" ve "katılım yeterliği" üzerine çıkan ve anayasalar üzeri hileler ile tam bir anti-demokratik çirkef oyununa dönüşen olaylar, düzenleten, düzenleyen, katılan, yayınlayan (basın), derleyen, toparlayan ve yorumlayanların tamamının bir şekilde statüko odaklı ve menşeili olduğu Cumhuriyet Mitingleri, akabininde TOKİ'li, bağımsızlı, "demokrasi gelecek"li seçim süreci ve sonunda şimdi içinde bulunduğumuz durum. Bu kadar karmaşanın içinde, bu karmaşa öncesi elimizde neler olduğuna, şimdi neler olduğuna ve neyin ne kadar değişip değişmediğine bakmakta fayda var.
Bütün bu süreç, hatırlamak gerekir ki, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri süreciyle alev aldı. Daha en başında neredeyse tüm AKP karşıtlarının ağzından tek bir söz çıkıyordu: "Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olmasın!". Bu süreci izleyen ilk günlerde televizyonda bir haber programındaki röportajda Deniz Baykal'ın çıkıp "Anayasa'da daha önce uygulanmayan, tartışmaya açık bir hüküm bulundu, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'nde 367 milletvekilinin Meclis'te oylama için bulunması gerekiyor" tarzı bir sözle Sabih Kanadoğlu'nun açtığı tartışmaya gönderme yapmıştı. Bu tarihte 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri, hiç bir şekilde yapıcı bir muhalefet uygulamayan bir CHP olduğunu unutmayalım. Hatta o süreç içerisinde kendi içinde de parti içi muhalefeti sindirmiş, Parti Kongresi'nde Deniz Baykal - Mustafa Sarıgül olayını yaşamış, aslında meclis içi sandale dağılımıyla birlikte taa 2002'den beri yaptırım ve muhalefet gücü belli olan bir CHP vardı. Eğer ki, AKP muhalifleri 2002 seçimlerinde alınan sonuçları değerlendirip bu geçen 4.5 yıl süre boyunca, zaten yapılacağı 7 yıl önce belli olan 2007 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri üzerine hiç kafa yormayıp, durumun bu hale geleceğini ancak son 6 ay, 1 yıl içerisinde anlayabilmişlerse, burada ancak AKP'nin 2002'deki seçim başarısından ve malesef AKP'yi desteklemeyen kitlenin basiretsizliğinden söz edebiliriz. (Burada, 2002 seçimlerinin yarattığı temsil sorununa ve adaletsiz sandalye dağılımı tartışmasına girmeyeceğim, zira bu daha sonra sonuç bölümünde de ele alındığında kendini nötrleyen bir tartışma konusu olduğu ortaya çıkacak. Ayrıca, bu sandalye dağılımı adaletsizliğinden AKP kadar CHP de yararlanmak durumunda kalmış ve son 4.5 yıl içerisinde "seçim barajı" gibi konuların hiçbirinde adaletsizliği ortadan kaldıracak bir politika izlememişlerdir.) Bu durumda, 2007'ye gelirken CHP ya iktidarın çoktan yıpranmış olacağını bekliyordu, ya da son 4.5 ayda gerçekleşecek ve Recep Tayyip Erdoğan'ı cumhurbaşkanı yapmayacak olaylar zincirinin oluşacağını zaten önceden biliyordu.
Velhasıl kelam, Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül'ü gösterdikten sonra da sular durulmadı ve yukarıda bahsi geçen Anayasa Mahkemesi kararıyla iptal edilen seçimler süreci boyunca yaşananlar halen hepimizin aklında. Son Genel Seçimler'e geldiğimizde artık herkesin diline pelesenk olmuş "artık halk onları istediğini tekrar gösterdi" söylemine nasıl geldik? AKP oylarını nasıl bu kadar yükseltebilip, bu sefer adil olarak görünen bir meclis temsiliyetinde bu meşru pozisyonu nasıl elde etti, ve "Erdoğan Cumhurbaşkanı olmamalı, Gül'ün eşin Köşk'e çıkmamalı!" diye haykıran "fanatik" kesim nasıl oldu da şimdi "hakları artık sanırım bu, evet demokratik bir ülkede yaşıyoruz"a çark etti. Bu kesim gerçekten bu kadar "fanatik" miydi? Cumhuriyet Mitingleri'nde sokağa inenler gerçekten kimlerdi?
Öncelikle Cumhuriyet Mitingleri'nde sokağa inenler hiçbir şekilde toplumun genelini yansıtan bir kesim değildi. En azından, toplumun üretim düzeyinde görmeye alışık olduğumuz kesimini yansıtmadığı bir gerçek. Zaten bu "sokağa inenler"in de sayılarının tüm abartılarla birlikte, hiçbir şekilde gerçek bir "büyük kitle" oluşturmadığını bilmeliyiz. Bu kesim, aslında kaba tabiriyle "halinden memnun, gerçek anlamda maddi sıkıntıları olmayan ve sıkıntıları daha çok sunni ve yapay gündem maddelerinden oluşan" bir kesimdi. Cumhuriyet Mitingleri'nde herhangi birinde, "Abdullah Gül Cumhurbaşkanı olacak, ama eşi hiçbir resmi geziye katılmayacak, sizin hayat standartlarınızda hiçbir eksilme olmayacak, hiç kimse dinin esasları ile günlük hayatta yargılanmak durumunda kalmayacak, hiçbir dini söylem içeren ideoloji veya kişiler hayatlarınızın pratik alanlarına müdahil olmayacaklardır" denmiş olsaydı, o kalabalık kendi kendini 3 saniye içinde imha edebilirdi. Eğer, "böylesine bir vaat ne kadar gerçekçi olabilir? Bu insanlar Gül'ün cumhurbaşkanlığı ile başlayan, AKP iktidarında ve Meclis Başkanlığı'nda (bu Meclis Başkanlığı işinin bürokratik olarak bu kadar önemli olduğunu bilmiyordum) devam eden süreçte yavaş yavaş iliklerimi kurutacaklar" şeklinde bir tepki gelecek olursa, ben de bu soruya ancak "o zaman nasıl oldu da aynı basın örgütleri ve kitleler bu sorunları unuttular, demokrasi çığırtkanlığı içinde şimdi de örneğin DTP gibi partilerin Meclis'e girmelerini (DTP'yi ne kadar tanıyorlarsa..) kendi başarılarıymış gibi sahiplenip bir de üstüne üstlük 'DTP uzlaşmacı olsun' diyen insanlara dönüştüler?" şeklinde bir soruyla yanıtlayabilirim. Eğer bağımsız milletvekilleri ve DTP adına kazanılmış haklar varsa, bunlar Meclis'te daha fazla milletvekili sahibi partilerin suyuna giderek (tek yönlü) ve buyruğuna girerek savunulmayacak, aksine orada bulundukları süreç boyunca, siyasi olarak yanlış hareketlerde bulunmadıkları sürece kendi bekaları için kendi tabanlarını dinleyebilecek politikalar yürüteceklerdir. Politika üretemeyen ve gerçek bir söylemi olmayan partilerin bugün ne hale geldiğini gayet iyi görüyoruz. Muhalefet bilinci önemli bir bilinçtir, ve proaktif bir şekilde yürütüldüğü sürece, üslubu ne olursa olsun, neredeyes iktidar kadar yaptırım gücü olması beklenen bir iştir.
Dolayısıyla, buradan anlayabildiğimiz kadarıyla, sürekli basının pohpohladığı (onun da bir kısmının) Mitinglerin katılımcılarının ciddi söylemli bir proaktif kitle olamadığını farkedebiliyoruz. Bütün bu süreç boyunca DTP'nin tabanına kadar inmeye çalışan (ki din olgusu ve uzun vadede iktisadi istikrar söylemiyle bunu bir ölçüde kolaylıkla başarabilen) AKP'nin politika üreterek, kendini bu işten nasıl sıyırabildiğini gördük. Çok açıktır ki, bütün bu "anti" ve agresif süreç AKP'nin işine gelmiş
Wednesday, August 08, 2007
Sunday, August 05, 2007
waiting for the ..
yalnız bir yürüyüşe çıkacağım, hava almam gerekecek. gri bir gökyüzü olacak gene tepemde, kulağımda discman'im olacak hala ihanet edemeyeceğim. yeni bir cd yazmış olabilirim, Hamburg'daki ya da Berlin'deki gibi gri olma ihtimali yüksek olacak gökyüzünün. ürpermek istediğim için, çamurlu bir yağmurun yağıyor olmasını dert etmeyeceğim heralde. yeni bir albüm dinliyor olacağım, bordo ceketimin son ayakta kalan düğmesi kopmasın diye parmaklarım arasında sürekli kontol ederek oynuyor olurum heralde kendisiyle. muhtemelen İngiliz gruplarından birini dinliyor olabilirim, ya da cool New York gruplarından birini. üzgünüm ama serin bir havada soğukta tek başıma yürürken müzik zevkim geçtiğimiz son bir iki seneye göre çok da değişmiş olmayacak tahminimce. belki karışık cd'nin içine farklı bir iki janradan bir şeyler atarım.
yalnız en zor kısmı şehirlerin detaylarını hatırlamak. hatırlama kısmı zor değil, zor olanı en ufak detayı bile hatırlıyorken o an soluduğun havanın orada nasıl bir karışım içerisinde olduğunu bilmemek. aslında bilmemek de zor değil, işin en güzel yanı tahmin etmek zaten. eğer kuş olsaydım, zevk için uçuyor olmazdım. izlemek ve görmek için uçuyor olurdum. aynı anda nerede aynı renkleri yakalayabileceğimi görebilmek için uçuyor olurdum, sonunda da o kadar çok yorulurdum ki tünediğim ilk yerde daha önce hiç görmediğim bir şeyin farkına varmanın mutluluğunu yaşardım. çok sıcak bir yaz pazarında sadece güneyli ve zenc göçmenlerin meraklı bakışları arasında ürperdiğim Napoli sokaklarında karanlık bir sokağın ucunda köşede işlenen o kıyımı gördüğüm gibi bir şey olabilir. soğuk bir yağmurun altında, çamurların içinde debelenen bir güzellik. Hamburg'a yedini kere gidersem, bir gecemi Reeperbahn'da konaklayarak geçirmek istiyorum. Bir FC St. Pauli maçı çıkışı olabilir mesela. Bergen'de sokakta yatmaya karar verdiğim gecedeki gibi aniden bir yağmur bastırırsa, zatüre olmadığım müddetçe tadına varabilirim üşümenin. Aarhus'ta bir Mart soğuğunda çırılçıplak denize girdiğim anı anımsarım, ya da "Breakfast on Pluto"da Londra sokaklarında yalnızlığını kovuşturmaya çalışan çocuğun ürperişini düşünebilirim. Her zaman karşıt hisleri anımsayarak dilediği hislere kavuşabilmek insanoğlunun (veya tüm canlı tabiatının) en riyakar karakter özelliği olsa gerek.
İstanbul'un pis halini anımsarım yürümeye tekrar başladığımda. Kış günleri akşam iş çıkışı saatlerinde birkaç saat sonra Aksaray'dan Vefa'ya doğru, oradan Süleymaniye'ye ve aşağıya Unkapanı'na inerken bacalarda tüten isli havanın kokusunu düşünürüm. Fatih'in arka sokaklarından birinde çıkan bir kavgada yediği bıçağın dışarı püskürttüğü sıcak kanın soğukluğunu. Ya da Caddebostan'da veya Nişantaşı'nda sıcak kaloriferden sıkılıp camı açtığında bütün bu karanlığın içeri dolmasıyla gelen ürpertiyi. Sonra çok terlemeye başlayabilirim. Jeff Buckley koymuşsam cd'ye, muhtemelen o şarkıya geçer, Brügge'deki hostelde Rosario'yla tanıştığım gece, o uyumaya gittikten sonra Avustralyalı kızın hostelin giriş katındaki barda Grace albümünü çalmaya karar vermesiyle koridorda bir yandan kitabımı okurken, sadece birkaç gün önce Pere Lachaise'de yağmurlu bir günde ziyaret ettiğim ruhlar gelir aklıma. Jeff Buckley'nin ruhuna Fatiha okurum, dünyanın en iyi biralarından birini sipariş eder, buz gibi biramı içerim. Baharın son günlerinden Edith Piaf'ın filmini izlemek için sinemaya girmeden önce yaptığım telefon konuşmasını anımsar, bir cep telefonum olduğu fikrini tekrar aklıma getirirsem birine mesaj çekerim belki. Ya da mesajı yazar ve kaydederim.
Sonunda gene Cecom'u dinlerim bir noktada. Belki Motosiklet Günlüğü'nü hatırlarım, ya da belki lise sonda aldığım sinema dersinde çekmeye çalıştığımız uzun ve sıkıcı "long shot"ları. Likya Yolu'nda karla karışık yağmur, Gavurağılı'nın tepesindeki çorak araziye hayat veriyor olabilir, yapraklar çamura karışınca garip bir kokuya bürünüyorlar. Nehire bozuk para atarım, eğer bir yerlerden kuzey denizine, oradan misal Elbe'ye karışır da, sonra karaya çıkıp otostop çeker güneylere iner, İtalya'dan bir gemiye binip de Kuzey Afrika'ya geçerse bozuk para, belki sonrasında kervanlardan biriyle cangılların içinden daha da güneye, karşıya Arjantin'e ve sone en güneye Ushuaia'ya ulaşır param. Deniz fenerinin ışığı yansır üzerinden, bir gemicinin gözünü alır, İspanyolca bir küfür sallar gemici, balgamını fırlatır okyanusa, sonra da Norveç'ten ithal ettikleri somonlu sandviçini yer. Global bir dünya tabii bu.
En güzeli, kimselerin olmadığı sakin bir köşe bulurum kendime. Hiç bir binanın bile olmadığı bir yer. Belki otoban kenarı gibi bir yer olabilir, ya da bir kamping bölgesi. Hiç gitmediğim en uzak yerleri düşünürüm. 2008 için koyduğum İstanbul-Katmandu planını gözden geçiririm. Eğer vakit geçmemişse ve ben çok yaşlanmamışsam. Ya da umrumda bile olmaz yaşlılık, "koy götüne" der yürümeye devam ederim nasolsa gerekirse. Eğer sızıp kalmazsam bir köşede Bukowski gibi, ya da evinden kovulmuş bir Beckett gibi. Seyrettiğim güzel filmleri ve seyrettiğim kötü filmleri düşünürüm. Yaşadığım abzürd anıları. Berlin'de master programlarına başvurmak için şansımı denediğim günlerden birinde, Internet'te bir üniversitedeki "öğrenci bilgilendirme günleri" başlığı altında bölüm tanıtımı sanıp kalkıp gittiğim olayın, final sınavları öncesi ders değerlindermesi örneğinde olduğu gibi. Fantastik gerçeklik sendromunu yaşarım. "Medya yönetimi" tanıtımı diye gidip 5 Alman kız ve düzgün İngilizcesiyle ders anlatıp benim nereden ve neden oraya geldiğimi kestirmeye çalışan ama varlığımı yadırgamayan Alman hocanın anlatımında Leonard Bernstein hakkında izlediğimiz belgeseli anımsarım. Bir 80'ler Atıf Yılmaz filmindeki gibi, karanlık bir dekorun içinde, hiç de ait olmadığı bir yere konuşlanmış bir karakter gibi biraz dışarıdan, ama biraz da katılımcı olarak takip ederim. Aynen hayatın tümüne yaydığım tarz gibi.
My Morning Jacket varsa eğer cd'de, Danimarka'da bunalıp saatlerce bisiklet sürerken ağlamaya başladığım anları hatırlayıp sırıtabilirim. Nostaljiden sıkılıp kendime güzel bir küfür sallayabilir veya tekrar "Hey You" yu üstüste 45 kere dinleyebilirim. Dünyanın en basit ve güzel sololarından birinde tekrar kendimden geçerken, eski sevgililerimi, eski şehirlerimi, ayaklarımın altındaki nasırı, yapmam gereken işleri ve tanımadığım herkesi düşünürüm. Noviembre'yi, Im Juli'yi düşünürüm, sonunda ne düşüneceğini düşünerek hiçbir şeyin düşünülemeyeceği fikrini tekrar anımsarken, hayatın milyarlarca bilinmeyenli basit bir algoritmik denklemden oluştuğunu hatırlarım. "Fountain"ı ikinci kez seyrettiğimde Aronofsky'ye karşı oluşacak hayranlığımı bildiğim için, ikinci kez seyretmeyi tekrar ve tekrar ertelerim. Bir galeriye girerim, belki Bauhaus Archiv gibi içinde renk odaları olan eğlenceli bir şeydir, belki Prada gibi sıkıcı ve kocaman bir müzedir, belki "bu resimde ne anlatmış anlayabildin mi?" diye soran Fransız kıza cevap verirken yanımdan uzaklaştığını farkederim. Belki bütün duvarlar, resimler ve heykeller teker teker uzaklaşmaya başlarlar. Bergama elimin altından kayıp gider, İştar Kapısı yerle bir olur, bisikletin tekerleri parçalanır, bordo ceketimin son düğmesi kopar, çığlık atarak aşağı düşen insanların görüntüleri siyah kareler halinde birer birer ekranda patlar, karnaval sona erer, herkes evinin yolunu tutarken ortada kocaman bir boşluktan başka hiçbir şey kalmadığını gördüğümüzde hüzünle birbirimize bakar, yakınlaşırız insan alemi olarak. Gider soğuk bir bira söyler, televizyonu açar, Abramovich'in kibirli bakışının altında Chelsea'nin yediği gole sevinirken, Putin'in yeni bir gaz anlaşmasına imzası haberi altyazı geçtiğinde Berlin'i soğuk kış günlerinden ikiye bölen duvara okkalı bir küfür sallar, eski radyo programlarımdan birinde çaldığım bir şarkıya geçerim cd'de.
yalnız en zor kısmı şehirlerin detaylarını hatırlamak. hatırlama kısmı zor değil, zor olanı en ufak detayı bile hatırlıyorken o an soluduğun havanın orada nasıl bir karışım içerisinde olduğunu bilmemek. aslında bilmemek de zor değil, işin en güzel yanı tahmin etmek zaten. eğer kuş olsaydım, zevk için uçuyor olmazdım. izlemek ve görmek için uçuyor olurdum. aynı anda nerede aynı renkleri yakalayabileceğimi görebilmek için uçuyor olurdum, sonunda da o kadar çok yorulurdum ki tünediğim ilk yerde daha önce hiç görmediğim bir şeyin farkına varmanın mutluluğunu yaşardım. çok sıcak bir yaz pazarında sadece güneyli ve zenc göçmenlerin meraklı bakışları arasında ürperdiğim Napoli sokaklarında karanlık bir sokağın ucunda köşede işlenen o kıyımı gördüğüm gibi bir şey olabilir. soğuk bir yağmurun altında, çamurların içinde debelenen bir güzellik. Hamburg'a yedini kere gidersem, bir gecemi Reeperbahn'da konaklayarak geçirmek istiyorum. Bir FC St. Pauli maçı çıkışı olabilir mesela. Bergen'de sokakta yatmaya karar verdiğim gecedeki gibi aniden bir yağmur bastırırsa, zatüre olmadığım müddetçe tadına varabilirim üşümenin. Aarhus'ta bir Mart soğuğunda çırılçıplak denize girdiğim anı anımsarım, ya da "Breakfast on Pluto"da Londra sokaklarında yalnızlığını kovuşturmaya çalışan çocuğun ürperişini düşünebilirim. Her zaman karşıt hisleri anımsayarak dilediği hislere kavuşabilmek insanoğlunun (veya tüm canlı tabiatının) en riyakar karakter özelliği olsa gerek.
İstanbul'un pis halini anımsarım yürümeye tekrar başladığımda. Kış günleri akşam iş çıkışı saatlerinde birkaç saat sonra Aksaray'dan Vefa'ya doğru, oradan Süleymaniye'ye ve aşağıya Unkapanı'na inerken bacalarda tüten isli havanın kokusunu düşünürüm. Fatih'in arka sokaklarından birinde çıkan bir kavgada yediği bıçağın dışarı püskürttüğü sıcak kanın soğukluğunu. Ya da Caddebostan'da veya Nişantaşı'nda sıcak kaloriferden sıkılıp camı açtığında bütün bu karanlığın içeri dolmasıyla gelen ürpertiyi. Sonra çok terlemeye başlayabilirim. Jeff Buckley koymuşsam cd'ye, muhtemelen o şarkıya geçer, Brügge'deki hostelde Rosario'yla tanıştığım gece, o uyumaya gittikten sonra Avustralyalı kızın hostelin giriş katındaki barda Grace albümünü çalmaya karar vermesiyle koridorda bir yandan kitabımı okurken, sadece birkaç gün önce Pere Lachaise'de yağmurlu bir günde ziyaret ettiğim ruhlar gelir aklıma. Jeff Buckley'nin ruhuna Fatiha okurum, dünyanın en iyi biralarından birini sipariş eder, buz gibi biramı içerim. Baharın son günlerinden Edith Piaf'ın filmini izlemek için sinemaya girmeden önce yaptığım telefon konuşmasını anımsar, bir cep telefonum olduğu fikrini tekrar aklıma getirirsem birine mesaj çekerim belki. Ya da mesajı yazar ve kaydederim.
Sonunda gene Cecom'u dinlerim bir noktada. Belki Motosiklet Günlüğü'nü hatırlarım, ya da belki lise sonda aldığım sinema dersinde çekmeye çalıştığımız uzun ve sıkıcı "long shot"ları. Likya Yolu'nda karla karışık yağmur, Gavurağılı'nın tepesindeki çorak araziye hayat veriyor olabilir, yapraklar çamura karışınca garip bir kokuya bürünüyorlar. Nehire bozuk para atarım, eğer bir yerlerden kuzey denizine, oradan misal Elbe'ye karışır da, sonra karaya çıkıp otostop çeker güneylere iner, İtalya'dan bir gemiye binip de Kuzey Afrika'ya geçerse bozuk para, belki sonrasında kervanlardan biriyle cangılların içinden daha da güneye, karşıya Arjantin'e ve sone en güneye Ushuaia'ya ulaşır param. Deniz fenerinin ışığı yansır üzerinden, bir gemicinin gözünü alır, İspanyolca bir küfür sallar gemici, balgamını fırlatır okyanusa, sonra da Norveç'ten ithal ettikleri somonlu sandviçini yer. Global bir dünya tabii bu.
En güzeli, kimselerin olmadığı sakin bir köşe bulurum kendime. Hiç bir binanın bile olmadığı bir yer. Belki otoban kenarı gibi bir yer olabilir, ya da bir kamping bölgesi. Hiç gitmediğim en uzak yerleri düşünürüm. 2008 için koyduğum İstanbul-Katmandu planını gözden geçiririm. Eğer vakit geçmemişse ve ben çok yaşlanmamışsam. Ya da umrumda bile olmaz yaşlılık, "koy götüne" der yürümeye devam ederim nasolsa gerekirse. Eğer sızıp kalmazsam bir köşede Bukowski gibi, ya da evinden kovulmuş bir Beckett gibi. Seyrettiğim güzel filmleri ve seyrettiğim kötü filmleri düşünürüm. Yaşadığım abzürd anıları. Berlin'de master programlarına başvurmak için şansımı denediğim günlerden birinde, Internet'te bir üniversitedeki "öğrenci bilgilendirme günleri" başlığı altında bölüm tanıtımı sanıp kalkıp gittiğim olayın, final sınavları öncesi ders değerlindermesi örneğinde olduğu gibi. Fantastik gerçeklik sendromunu yaşarım. "Medya yönetimi" tanıtımı diye gidip 5 Alman kız ve düzgün İngilizcesiyle ders anlatıp benim nereden ve neden oraya geldiğimi kestirmeye çalışan ama varlığımı yadırgamayan Alman hocanın anlatımında Leonard Bernstein hakkında izlediğimiz belgeseli anımsarım. Bir 80'ler Atıf Yılmaz filmindeki gibi, karanlık bir dekorun içinde, hiç de ait olmadığı bir yere konuşlanmış bir karakter gibi biraz dışarıdan, ama biraz da katılımcı olarak takip ederim. Aynen hayatın tümüne yaydığım tarz gibi.
My Morning Jacket varsa eğer cd'de, Danimarka'da bunalıp saatlerce bisiklet sürerken ağlamaya başladığım anları hatırlayıp sırıtabilirim. Nostaljiden sıkılıp kendime güzel bir küfür sallayabilir veya tekrar "Hey You" yu üstüste 45 kere dinleyebilirim. Dünyanın en basit ve güzel sololarından birinde tekrar kendimden geçerken, eski sevgililerimi, eski şehirlerimi, ayaklarımın altındaki nasırı, yapmam gereken işleri ve tanımadığım herkesi düşünürüm. Noviembre'yi, Im Juli'yi düşünürüm, sonunda ne düşüneceğini düşünerek hiçbir şeyin düşünülemeyeceği fikrini tekrar anımsarken, hayatın milyarlarca bilinmeyenli basit bir algoritmik denklemden oluştuğunu hatırlarım. "Fountain"ı ikinci kez seyrettiğimde Aronofsky'ye karşı oluşacak hayranlığımı bildiğim için, ikinci kez seyretmeyi tekrar ve tekrar ertelerim. Bir galeriye girerim, belki Bauhaus Archiv gibi içinde renk odaları olan eğlenceli bir şeydir, belki Prada gibi sıkıcı ve kocaman bir müzedir, belki "bu resimde ne anlatmış anlayabildin mi?" diye soran Fransız kıza cevap verirken yanımdan uzaklaştığını farkederim. Belki bütün duvarlar, resimler ve heykeller teker teker uzaklaşmaya başlarlar. Bergama elimin altından kayıp gider, İştar Kapısı yerle bir olur, bisikletin tekerleri parçalanır, bordo ceketimin son düğmesi kopar, çığlık atarak aşağı düşen insanların görüntüleri siyah kareler halinde birer birer ekranda patlar, karnaval sona erer, herkes evinin yolunu tutarken ortada kocaman bir boşluktan başka hiçbir şey kalmadığını gördüğümüzde hüzünle birbirimize bakar, yakınlaşırız insan alemi olarak. Gider soğuk bir bira söyler, televizyonu açar, Abramovich'in kibirli bakışının altında Chelsea'nin yediği gole sevinirken, Putin'in yeni bir gaz anlaşmasına imzası haberi altyazı geçtiğinde Berlin'i soğuk kış günlerinden ikiye bölen duvara okkalı bir küfür sallar, eski radyo programlarımdan birinde çaldığım bir şarkıya geçerim cd'de.
Subscribe to:
Posts (Atom)