Antony and the Johnsons Serisi:
Bölüm 1 -
Hayatımın en kısa ama en keyifli işlerinden birinin ardından tatlı bir yorgunlukla bakıyorum elimdeki CD'nin kapağına, içindeki kartonete ve kutunun içine özenle sıkıştırmaya çalıştığım kağıt parçasına. Üzerinde çeşitli yazılar, işaretler, temenniler, tebrikler ve yüzlerce minik fotoğrafın bulunduğu kağıt parçasına.
Hangi kafa karışıklığı ve sıkıntı anı içerisinde başvurduğumu bile hatırlamıyorum ama, "rehberler için toplantı yapılacak" dendiğinde ilk toplantı için ertesi gün Adalar'a gitme programımızı iptal edememiş, ikinci toplantı içinse Ankara'daki düğünü ekememiştim. "Heralde en kötü işleri verecekler" diye düşünürken de, daha önce birkaç kez dinlediğim ama kendimi henüz hiç kaptırmamış olduğum bu muhteşem grupla çalışacağımı bilmiyordum. Aslında 14. Uluslararası Caz Festivali'nde aldığım rehberlik görevinin ilk etabı o kadar da iç açıcı geçmemişti. Yaka kartımın sağladığı imkanlar dahilinde 3 Temmuz akşamı bir şekilde Blonde Redhead konserini izleyebilmiş olmanın keyfini sürmekle birlikte, ertesi gün başlayacağım işin ilk etabının sancısız geçmeyebileceği fikrine de alıştırmıştım zaten kendimi...
4 Temmuz 2007 öğleden sonrasında, Bryan Ferry'nin teknik ekibini havalimanında karşılarken aklımda aynı havalimanın kapısında sadece birkaç ay öncesine kadar elimde çiçeklerle nasıl beklediğimi düşünüp sıkılmakla meşguldüm. Teknik ekibin eşyalarının dikkatlice kamyona yüklenmesindeki tutumu sırasına anlamıştım teknik ekibin menajerinin ne kadar sorunlu bir İngiliz olabileceğini. İlk akşam yemek programı olmadığı için grubu otellerine yerleştirdikten sonra, biz rehberler de muhteşem bir Robert Plant & the Strange Sensation konseri için Harbiye Açıkhava'ya yönlendik.
5 Temmuz ise çok zor bir gündü. Bryan Ferry'nin konserinden ötürü tüm gün Açıkhava'da soundcheck ve konser hazırlaklarını beklerken vakit geçmek, sıcaklık ise hiç bitmek bilmiyor gibiydi. Teknik ekipte kıyak elemanlar da vardı. Braveheart'tan fırlamış gibi uzun saçları ile bas amfilerindeki sorunu çözmeye çalışan esas ses teknisyeni Bit gibi... Ama menajer Jason çekilmez çileydi. Tam bir kibirli İngiliz. Profesyonel, ama sanatçı tayfasından değil de teknik tayfadan olduğu için de, e biraz odunvari. Konser sorunsuz geçti neyse ki, ama sonrasında ufak bir ulaşım sorunu yaşadık ki, bahsetmeye gerek bile yok.
Bryan Ferry'nin rehberlik işini keyifli kılan her şey 5 Temmuz gecesi yaşandı. Bit'le birlikte Nevizade'de biraz takıldıktan sonra, diğer rehberin eşlik ettiği Ferry'nin grubunun yanına gittim (teknik ekip kesinlikle grupla birlikte takılmıyordu. 62'lik Ferry ise, 27'lik kız arkadaşı ve menajeriyle birlikte, hiç kimseyle beraber takılmıyordu bile!)
Bir iki biradan sonra ismini bir yerlerden çıkardığım ama ancak birkaç cümleden ve belaltı esprilerden sonra kim olduğunun farkında vardığım mühim bir adam duruyordu karşımda:
Guy Pratt. Grubun basçısı. "Başka kimlerle çalışıyorsunuz?" muhabbetinin üzerine, tam da geçen sene sık Hamburg ziyaretlerimin en önemlilerinden birinde, o unutulmaz David Gilmour konserinde Gilmour'un yanında basıyla takılan adamın Pratt olduğu yavaş yavaş hafızamda tekrar yer buldu. Evet, karşımda 1986'dan sonra Pink Floyd'a basıyla eşlik eden, Pulse'dan sonra da Gilmour'la takılmaya başlayan, ve Gilmour'un "On an Island" turunda Hamburg Kültür ve Kongre Sarayı'nda yollarımızın kesişmiş olduğu Guy Pratt vardı. Hem de Pink Floyd'un klavyecisi ve halen Gilmour'la turlayan muhteşem Rick Wright'ın da kızıyla evdi, ve bu Pratt denilen kıyak adamın cep telefonunda Wright'ın torunu, yani kendi kızının tatlı mı tatlı bir resmi vardı. Biraz duygulandım sanırım o sırada. Hattın öbür ucunun ilgilenmek istemediği başarısız bir telefon görüşmesi denemem oldu. Sanırım, o heyecan dolu güzel anımı yalnız yaşamanın tadını çıkarmalıydım.
Roger Waters, David Gilmour çekişmelerinden Syd Barrett'ın ölümüne kadar her şeyi konuştuk. Arada söz hep bir yerde alkol, belaltı muhabbetler, İngiltere'nin boktan havası ve benim gelecek sorularıma dahi geldi ve ben bu sarhoş olmakla meşgul adamı sadece 3-4 saat sonra, sabahın 7'sinde otelinden alıp havalimanına götürecektim. Bu cool İngiliz, gruptan ayrı uçacak, grup gibi Londra'ya değil, Manchester'a (Madchester'a) gidecek, Johnny Marr ile buluşacak ve New Order'ın basçısının düğününe gidecekti. İşte sırf bu muhabbet için bile Jason denilen gıcık İngilizle uğraşmaya değerdi ki, daha konuşmayı isteyebileceğim birçok şeyi ertesi sabaha ertelediysem de, sabah anca uyanıp, havalimanı transferimizi yapan arabanın arka koltuğunda sızan Pratt'le havalimanında sıkı bir şekilde vedalaşmak durumunda kaldık. Tekrar müzik organizasyonlarının içinde olduğum için mutluydum sanırım.
Haftanın başında, 2 Temmuz'da, Danimarkalı birkaç arkadaşımız "geleneksel" İstanbul ziyaretlerini gerçekleştiriyorlardı ve ben onlarla sadece 1 gün takılabilmiştim. Beklemediğim bir şekilde Ferry'nin grubundan sonra Antony and the Johnsons'la da çalışma işim çıktığı için, daha da fazla görüşme şansımız çok olmayacaktı. Guy Pratt'i yolladıktan sonra aynı gün Ferry'nin grubunu da yollayarak Danimarkalılar'ın yanına gittim. Antony and the Johnsons yüzünden keyfim kaçmıştı ama önümde hayatımın en zevkli işlerinden biri olduğunu henüz bilmiyordum. Zaten bizimkiler de o gece İstanbul'dan ayrılıyorlardı. Sirkeci'de gene kendimizi en güzel hissettiğimiz anlardan birinde vedalaştık, ben o büyülü garın güzel atmosferinde gene raylara bakakalırken, dans etmeye doğru yollanıyorduk ve önümdeki 5 harikulade günün neler getireceği hakkında en ufak fikrim bile yoktu henüz...
-------------------------------------------------------------------------------------
Bölüm 2 -
7 Temmuz 2007 sabahına uyandığımda birçokları gibi 07.07.07 "çılgınlıkları" ile ilgilenmediğim gibi artık haftanın günleri kavramının da tekrar göreceli ve nispeten manasız bir tavır takındığını hissetmeye başladım. Aslında, sabah vakıftan rehber sorumlusu Ayşe'yi arayıp, "benim Antony and the Johnsons işi yattı mı?" diye sormasaydım, onun Avea hattıma attığı mesajı belki ancak günler sonra okuyacaktım...Velhasıl kelam, Derya, Berkut Ay ve Bahar'dan oluşan yeni bir rehber grubuyla Antony ve Johnson'ları karşılamak için hafta içerisinde 4. kez Atatürk Havalimanı'nın yolunu tuttum. Cumartesi öğleden sonrası, ülkemize teşrif edecek yeni bir Brezilyalı futbolcu bekleyen canhıraş kalabalıkvari bir doluluk göze çarpıyordu havalimanında. Frankfurt, Berlin, Düsseldorf gibi muhtelif Alman şehirlerinden ardarda inen uçaklar, yollarını nicedir gözleyen sevenleri ve akrabalarına kavuşturuyordu bekleyenleri. Biz ise heyecanla karşımıza nasıl bir şey çıkacağını beklerken bir yandan kalabalığı delmeye, bir yandan gözlerimizi çıkış kapısından ayırmamaya çalışıyorduk. Bereket, Antony zaten gözden kaçırılabilecek gibi birisi değildi, her ne kadar grubun ardından en arkadan çıksa dahi, gelişi yaklaşık 50 m. öteden bile seçilebilecek kadar belirgin bir yapıya sahipti sevgili Antony.
Karşımda gene sinir bir İngiliz veya en iyi ihtimalle New York'un sanat camiasından hafif ukala bir menajer beklerken, Serena isminin sarışın bir İtalyan bayana ait olacağını düşünememiş olmaktan dolayı utandım. Yaklaşık 1 saat boyunca bavul beklemiş bir grubun menajeri olarak gayet güleryüzlü bir hali vardı ki, bu iyiye işaret olmalıydı. Grup teker teker toplandıktan ve eşyaları ayrı bir minibüse yerleştirildikten sonra tüm grup ve Antony ile "sekreteri" de tek bir otobüsle otellerine götürüldüğüne göre, elimizde epey üniter, birlikte olmaktan keyif alan ve fazla sorunlu olmayacağa benzer bir grup vardı. Hem ilk akşam için yemek alternatifleri bile yapılmıştı ki, henüz halihazırda "acaba bu adamlar yanlarında takılmamızı isteyecekler mi? bizden rahatsız olurları mı?" suallerinin arasında bir anda kendimizi akşam yemeğinde Asmalımescit'te Sofyalı'da grupla beraber iki masa halinde yemek yerken bulduk. Grup, Antony dahil olmak üzere 10 adet müzisyenden, 3 teknisyenden, 1 adet menajerden, 1 adet müzisyen eşinden ve 1 adet Antony'nin sekreterinden oluşuyordu. İlk geceki yemeğe katılmayan Antony ve sekreterinin maceralarını biz de ilk defa, ertesi akşamki konserde Antony'nin ağzından sahneden dinledik... İlk gecenin finali, ses teknisyenlerinden Davide ve ışıkçı Matt'le birlikte ufak bir Taksim turuyla sonuçlandı benim için...
Davide: 2 İtalyan ses teknisyeninden İngilizce konuşabilen olanı. Kendisi sahnenin hemen yanındaki ses kontrol masasından sorumlu olduğu gibi, genel olarak setin hazırlanmasında ve ampli ve mikrofon gibi diğer ekipmanların hazırlanmasında sorumluydu. Sanırım bir kardeşi vardı, İspanya'ya gitiğinde İspanyollar'la İtalyanca-İspanyolca karışımıyla anlaşan. Yabancı dil öğrenme ve gezmeye merakı vardı, İstanbul'a ilk defa gelmişti.
Matt: Matt, Avustrulyalı bir ışık teknisyeniydi. Londra'da yaşıyordu, daha önce Amerika'da da bulunmuşluğu vardı. Londra'da yaşamayı seçmesinin nedenini, "daha büyük işler yapabilmek için gitmem gereken yeri düşündüğümde Londra en iyi seçimdi" olarak belirtmişti. En son bıraktığımda halen "Türkiye'nin Avrupa tarafı (Rumeli) ve Asya tarafında (Anadolu) aynı ulusal bayrak mı kullanılıyor?" gibi bir soru soruyordu Topkapı ziyareti sırasında. Belki çok fazla ışıklara bakmaktan mı başı dönmüştü?
8 Temmuz 2007, 14. Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nin en prestijli günlerinden biriydi. Saat 20.00 başlayacak Jose Gonzalez ve 22.00'de takriben festivalin gözdezi olacak Antony and the Johnsons konseri için muazzam bir mekan seçilmişti: Harbiye'deki Surp Agop Hastanesi'nin yanındaki Şan Tiyatrosu. Bahar'dan aldığımız bilgilere göre:
19. yüzyılda inşa edilen hastanenin bu bölümü 1950'lerde tiyatro alanı olarak kullanılmaya başlamış. Politik sebeplerden dolayı 1980'lerde yakılan binadan geriye tuğladan duvarları, açılan tepesinden geriye kalan, bir zamanlar binanın tepesini taşımakla yükümlü çelik yapılar kalmıştı. Bu haliyle, mekan, kubbesi açılmış ilahi bir ibadet alanına benziyordu...
Sabahleyin Berk'le birlikte Asmalımescit civarında kahvaltı edinmeye giderken, grubun bateristi Parker'a rastladık, daha sonra yanımıza katılan saksofoncu/gitarist Will ile birlikte kahvaltı ederken, Parker ve Will bir ara kendilerini New York müzik endüstrisinin tanınan simalarının muahbbetine kaptırdılar. Sadece birkaç saat sonra, daha önce defalarca olduğu gibi fotoğraf makinemi yanıma son dakikadan almaya vazgeçerek kararıma bolca küfür ettiğim bu özel günde grubu saat 13.00 gibi soundcheck için mekana getirdik. Havanın sıcaklığı bile bu muazzam mekanda soundcheck'i beklemeyi sıkıcı yapamazdı. Bir yandan yıkık binanın duvarlarının içindeki yıkık tuvaletlerden binayı keşfe çıkarken diğer yandan akordlarını yapan yaylı çalgılar ve piyanonun büyüleyici tınıları eşliğinde sanki ruhani bir yolculuğa çıkmıştım. Saat 16.00 gibi teşrif edip 15 dakikalık prova için grbunun başına geçen Antony söylemeye başladığında ise hepimiz olduğumuz yere çakılmış, olan biteni algılamaya çalışıyorduk.
Rob Moose: 3 viyolinciden biri ve grubun akustik gitaristi olan bu kabarık saçlı genç İngiliz müzisyenle ilk kişisel temasım, soundcheck'in ortasında "gitarımın jak girişindeki mikrofon bozuk, otelimizin oradaki (Tepebaşı, Tünel'i kastediyor) müzik marketlere gidip baktırabilir miyiz?" sorusuyla oldu. Daha sonra kendisine pazartesi gecesi saat 04.00 civarlarında otelin lobisinde bizlere viski ikram ederken eşlik edecektik ki, üzerindeki çekingenliği çabucak atan Rob, grubun hareketli ve etkin genç elemanlarından biri olarak ön plana çıkıyordu. Grubun geri kalanının olduğu gibi, Rob'un da Antony'ye karşı müthiş bir hayranlığı vardı.
Parker Kindred: İşte grubun en kıyak adamı. Bu adamla, havalimanından otele giderken, kafile otele geldiğinde, dışarıda sigarasını içip otele girmesinden hemen önce muhabbet ettik. Fanilesiyle dolaşan Parker'ın bana sorduğu ilk soru "hava hep çok sıcak olacak mıydı?" idi. Biraz çekingenlikle, "sanırım" cevabını verdiğimde "çok güzel, güneş çok iyidir" tarzı bir cevap vermesini beklemiyordum. Sanırım New York'ta çok üşüyormuş. Parker 34 yaşında bir müzisyen. 20lerinde alkolden uyuşturucuya çeşitli triplerde gidip gelen Parker 3 yıl önce alkol dahil olmak üzere sigara dışındaki her şeye "dur" demiş. Dışarı çıktığımızda soda içiyor, ama 20lerinde kanına karıştırdığı yeterli derecede alkol ve diğer maddeler sanırım bir 10 yıl daha her halükarda "doğal sarhoş" olarak dolaşmasına yetecek. Tam bir "kafa adam". Her türlü muhabbete ciddiyetle katılabildiği gibi, gerekli yerlerde boşverip makaraya alabilen ve grubun diğer elemanlarıyla rahatça şakalaşan bir tip. Zamanında The Strokes gibi gruplarla da bir ara takılan Parker hakkında daha nice anektod var ilerleyen satırlarda...
8 Temmuz 2007 gecesi İstanbul, son yılların en güzel konserlerinden birine Şan Tiyatrosu'nda ev sahipliği yaptı. Grup soundcheck'ten sonra, konserden ve akşam yemeğinden önce son kez otele dönerken Antony bana yaklaşıp Bülent Ersoy'u tanıyıp tanımadığımı sordu. Sadece birkaç saat sonra Bülent Ersoy hakkında sahnede yapacağı bütün samimi itirafların çıkış noktası olan muhabbet tam da buydu (Konser bölümünde buna deyineceğim). Antony ve sekreterinin iştirak etmediği Borsa Lokantası'nda yenen akşam yemeğinden sonra saat 22.00deki konser için saat 21.15 gibi Harbiye'ye hareket ettik. Önümüzde büyüleyici bir konser vardı...
"Antony'nin sekreteri" Colin: Colin'in görevi, transseksüel (ya da "transgender") Antony'ye özellikle huzur aradığı anlarda eşlik etmek. Bazen gruptan ayrı olduğu zamanlarda Antony'le beraber takılmak, genelde otelde onun yamacında bulunmak ve muhtemelen daha bizim bilemediğimiz bir çok detay... Antony kadar kırılgan ve masum değil. Konuşmayı, sormayı ve öğrenmeyi seviyor. Fazla "not tuttuğunu" görmedim ama eminim ki Antony'nin sanatsal ve aslında yaşamsal varlığında önemli bir yer tutuyor olmalı.
-------------------------------------------------------------------------------------
Bölüm 3 - 8 Temmuz akşamı Jose Gonzalez saat 20.00 sularında konserine başlamışken, Jonhson'larla birlikte Harbiye'de Borsa Lokantası'nda iki masa için, en çabuk şekilde vejetaryenler için farklı, tavuk/et/balık (3 çeşit balık) seçenekleri için farklı kombinasyonlar hazırlayarak sipariş vermeye çalışıyorduk. Antony ve Colin (sekreter) bizimle yemeğe katılmamışlardı. Antony, konser öncesi heralde yalnız kalmak istiyordu.
Saat 21.10 civarında lokantadan ayrılıp Şan Tiyatrosu'na gidişimizi, sahnenin hazırlanışı, kulisteki heyecanlı dakikaları ve konserin başlama anını bile anlayamadan, kuliste en az bir rehber olarak beklemek için gönüllü olduğumda, menajer Serena "ne işin var burada, git konsere seyret" diyerek bana yapabileceği en büyük iyiliklerden birini yaptı sanırım. Mekan hıncahınç doluydu. Sabırla Antony & the Johnsons'ı bekleyenler daha ilk şarkıdan kendilerini kaptırmışlardı. Ben izleyici tarafına geçtiğimde ise Antony şarkılar arasındaki samimi ve uzun sohbetlerine başlamıştı bile. İlk hikayesi, gruptan ve bizden ayrı geçirdiği bir önceki gece yaşadıklarıyla ilgiliydi. Bütün yumuşaklığı, heyecanı ve kırılganlığıyla anlattı:
- İstanbul'a ilk defa geliyorum. Burası büyüleyici bir yer. Dün gece, ilk gecemde tuhaf bir olay yaşadım. Sekreterimle birlikte (seyirciyle birlikte güler) Sahra isimli bir bara gittik. Bir adam beğendim ve sekreterime "galiba beni kesiyor" dedim. O da bana "galiba beni kesiyor" dedi. Onu derhal yukarıya içki almaya yolladım; biraz sonra yakışıklı adam yanıma gelip çakmak istediğinde sigara içmediğim için ona yanıt veremedim (bu sırada sanki o an bu üzüntüyü yaşıyormuş gibi ağlamaklı olarak devam eder hikayeye). Colin geri döndüğnde, "derhal çıkalım" dedim ve adamın bizi takip ettiğini gördüm. Daha sonra rastladığımız biriyle konuşurken bize saldırabileceğini anladık, çok karanlık ve garip bir sokağın ortasında eğer o adamla yalnız kalsaymışız, öldürülebilirdik. Ama bize yaklaşan bu diğer kadın hayatımı kurtardı...
...ve Antony "my life was saved in Istanbul" isimli minik kuplesini icra eder!
Mekanın kutsallığının hemen farkına varan Antony seyirciye ara sıra işveli bir şekilde teklifte bulunur: "Burada 2000 kişilik bir grup olarak neler yapabileceğimizin farkında mısnız?!". Aslında Antony büyüleyici sesiyle, o 2000 kişiyi adeta hipnotize ederek çoktan bir şeyler yapmaya başlamıştı bile. O an neler hissettiğimi tarif etmem çok zor sanırım. Daha sonra birçoklarının da aynen ifade ettiği gibi, sanırım ağlamak üzereydim. Kırmızı tuğlalar akşam loşluğunda bordoya çalarken, karanlık gökyüzü ve parlayan yıldızların altında ışıldayan binanın çelik yapıları, göğe doğru yükselen ilahiler, Parker'ın davul atakları, Rob'un akustik tınıları, Julia'nın yaylıları, Doug'un saksofonu, Will'in akordeonuyla birlikte en derin hisleriyle yaşayan tüm organizmaların dahi sıklıkla ziyaret etmediği diyarlara götürüyordu savunmasız ruhlarımızı. Bazı sarhoşluk anlarımda gözlerimi kapatıp yaptığım gibi, ruhumu salık verip, uzak diyarlardaki hayallere doğru uçmak, bedenimi olduğu yerde bırakıp, diğer yüzlercesinin yaptığı gibi tavandaki boşluktan dışarıya taşmak istediğimi hissettim...
Antony Bülent Ersoy'a olan hayranlığını anlatmaya başladığında, sanırım çoğunluk sadece samimiyetinden ötürü gülüyor, gene de şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Antony daha sonra bu hadiseyi "acaba çok şey mi anlattım? İnsanların tepkisi kötü müydü?" şeklinde bir alınganlıkla da andıysa da, "Bülent Ersoy'a hayranım, o tam bir kraliçe, onun gibi birine sahip olduğunuz için çok şanslısınız" kelamlarının kimseyi incittiğini düşünmüyorum. Grubun, konserden sonra ağız birliği etmişcesine "morali çok iyiydi, dolayısıyla çok iyi bir konser olduğunu hissettik" açıklamaları sadece dinleyicilerin değil, herkesin bu etkinlikten hoşnut olduğunun kanıtı gibiydi.
Bölüm 1 -
Hayatımın en kısa ama en keyifli işlerinden birinin ardından tatlı bir yorgunlukla bakıyorum elimdeki CD'nin kapağına, içindeki kartonete ve kutunun içine özenle sıkıştırmaya çalıştığım kağıt parçasına. Üzerinde çeşitli yazılar, işaretler, temenniler, tebrikler ve yüzlerce minik fotoğrafın bulunduğu kağıt parçasına.
Hangi kafa karışıklığı ve sıkıntı anı içerisinde başvurduğumu bile hatırlamıyorum ama, "rehberler için toplantı yapılacak" dendiğinde ilk toplantı için ertesi gün Adalar'a gitme programımızı iptal edememiş, ikinci toplantı içinse Ankara'daki düğünü ekememiştim. "Heralde en kötü işleri verecekler" diye düşünürken de, daha önce birkaç kez dinlediğim ama kendimi henüz hiç kaptırmamış olduğum bu muhteşem grupla çalışacağımı bilmiyordum. Aslında 14. Uluslararası Caz Festivali'nde aldığım rehberlik görevinin ilk etabı o kadar da iç açıcı geçmemişti. Yaka kartımın sağladığı imkanlar dahilinde 3 Temmuz akşamı bir şekilde Blonde Redhead konserini izleyebilmiş olmanın keyfini sürmekle birlikte, ertesi gün başlayacağım işin ilk etabının sancısız geçmeyebileceği fikrine de alıştırmıştım zaten kendimi...
4 Temmuz 2007 öğleden sonrasında, Bryan Ferry'nin teknik ekibini havalimanında karşılarken aklımda aynı havalimanın kapısında sadece birkaç ay öncesine kadar elimde çiçeklerle nasıl beklediğimi düşünüp sıkılmakla meşguldüm. Teknik ekibin eşyalarının dikkatlice kamyona yüklenmesindeki tutumu sırasına anlamıştım teknik ekibin menajerinin ne kadar sorunlu bir İngiliz olabileceğini. İlk akşam yemek programı olmadığı için grubu otellerine yerleştirdikten sonra, biz rehberler de muhteşem bir Robert Plant & the Strange Sensation konseri için Harbiye Açıkhava'ya yönlendik.
5 Temmuz ise çok zor bir gündü. Bryan Ferry'nin konserinden ötürü tüm gün Açıkhava'da soundcheck ve konser hazırlaklarını beklerken vakit geçmek, sıcaklık ise hiç bitmek bilmiyor gibiydi. Teknik ekipte kıyak elemanlar da vardı. Braveheart'tan fırlamış gibi uzun saçları ile bas amfilerindeki sorunu çözmeye çalışan esas ses teknisyeni Bit gibi... Ama menajer Jason çekilmez çileydi. Tam bir kibirli İngiliz. Profesyonel, ama sanatçı tayfasından değil de teknik tayfadan olduğu için de, e biraz odunvari. Konser sorunsuz geçti neyse ki, ama sonrasında ufak bir ulaşım sorunu yaşadık ki, bahsetmeye gerek bile yok.
Bryan Ferry'nin rehberlik işini keyifli kılan her şey 5 Temmuz gecesi yaşandı. Bit'le birlikte Nevizade'de biraz takıldıktan sonra, diğer rehberin eşlik ettiği Ferry'nin grubunun yanına gittim (teknik ekip kesinlikle grupla birlikte takılmıyordu. 62'lik Ferry ise, 27'lik kız arkadaşı ve menajeriyle birlikte, hiç kimseyle beraber takılmıyordu bile!)
Bir iki biradan sonra ismini bir yerlerden çıkardığım ama ancak birkaç cümleden ve belaltı esprilerden sonra kim olduğunun farkında vardığım mühim bir adam duruyordu karşımda:
Guy Pratt. Grubun basçısı. "Başka kimlerle çalışıyorsunuz?" muhabbetinin üzerine, tam da geçen sene sık Hamburg ziyaretlerimin en önemlilerinden birinde, o unutulmaz David Gilmour konserinde Gilmour'un yanında basıyla takılan adamın Pratt olduğu yavaş yavaş hafızamda tekrar yer buldu. Evet, karşımda 1986'dan sonra Pink Floyd'a basıyla eşlik eden, Pulse'dan sonra da Gilmour'la takılmaya başlayan, ve Gilmour'un "On an Island" turunda Hamburg Kültür ve Kongre Sarayı'nda yollarımızın kesişmiş olduğu Guy Pratt vardı. Hem de Pink Floyd'un klavyecisi ve halen Gilmour'la turlayan muhteşem Rick Wright'ın da kızıyla evdi, ve bu Pratt denilen kıyak adamın cep telefonunda Wright'ın torunu, yani kendi kızının tatlı mı tatlı bir resmi vardı. Biraz duygulandım sanırım o sırada. Hattın öbür ucunun ilgilenmek istemediği başarısız bir telefon görüşmesi denemem oldu. Sanırım, o heyecan dolu güzel anımı yalnız yaşamanın tadını çıkarmalıydım.
Roger Waters, David Gilmour çekişmelerinden Syd Barrett'ın ölümüne kadar her şeyi konuştuk. Arada söz hep bir yerde alkol, belaltı muhabbetler, İngiltere'nin boktan havası ve benim gelecek sorularıma dahi geldi ve ben bu sarhoş olmakla meşgul adamı sadece 3-4 saat sonra, sabahın 7'sinde otelinden alıp havalimanına götürecektim. Bu cool İngiliz, gruptan ayrı uçacak, grup gibi Londra'ya değil, Manchester'a (Madchester'a) gidecek, Johnny Marr ile buluşacak ve New Order'ın basçısının düğününe gidecekti. İşte sırf bu muhabbet için bile Jason denilen gıcık İngilizle uğraşmaya değerdi ki, daha konuşmayı isteyebileceğim birçok şeyi ertesi sabaha ertelediysem de, sabah anca uyanıp, havalimanı transferimizi yapan arabanın arka koltuğunda sızan Pratt'le havalimanında sıkı bir şekilde vedalaşmak durumunda kaldık. Tekrar müzik organizasyonlarının içinde olduğum için mutluydum sanırım.
Haftanın başında, 2 Temmuz'da, Danimarkalı birkaç arkadaşımız "geleneksel" İstanbul ziyaretlerini gerçekleştiriyorlardı ve ben onlarla sadece 1 gün takılabilmiştim. Beklemediğim bir şekilde Ferry'nin grubundan sonra Antony and the Johnsons'la da çalışma işim çıktığı için, daha da fazla görüşme şansımız çok olmayacaktı. Guy Pratt'i yolladıktan sonra aynı gün Ferry'nin grubunu da yollayarak Danimarkalılar'ın yanına gittim. Antony and the Johnsons yüzünden keyfim kaçmıştı ama önümde hayatımın en zevkli işlerinden biri olduğunu henüz bilmiyordum. Zaten bizimkiler de o gece İstanbul'dan ayrılıyorlardı. Sirkeci'de gene kendimizi en güzel hissettiğimiz anlardan birinde vedalaştık, ben o büyülü garın güzel atmosferinde gene raylara bakakalırken, dans etmeye doğru yollanıyorduk ve önümdeki 5 harikulade günün neler getireceği hakkında en ufak fikrim bile yoktu henüz...
-------------------------------------------------------------------------------------
Bölüm 2 -
7 Temmuz 2007 sabahına uyandığımda birçokları gibi 07.07.07 "çılgınlıkları" ile ilgilenmediğim gibi artık haftanın günleri kavramının da tekrar göreceli ve nispeten manasız bir tavır takındığını hissetmeye başladım. Aslında, sabah vakıftan rehber sorumlusu Ayşe'yi arayıp, "benim Antony and the Johnsons işi yattı mı?" diye sormasaydım, onun Avea hattıma attığı mesajı belki ancak günler sonra okuyacaktım...Velhasıl kelam, Derya, Berkut Ay ve Bahar'dan oluşan yeni bir rehber grubuyla Antony ve Johnson'ları karşılamak için hafta içerisinde 4. kez Atatürk Havalimanı'nın yolunu tuttum. Cumartesi öğleden sonrası, ülkemize teşrif edecek yeni bir Brezilyalı futbolcu bekleyen canhıraş kalabalıkvari bir doluluk göze çarpıyordu havalimanında. Frankfurt, Berlin, Düsseldorf gibi muhtelif Alman şehirlerinden ardarda inen uçaklar, yollarını nicedir gözleyen sevenleri ve akrabalarına kavuşturuyordu bekleyenleri. Biz ise heyecanla karşımıza nasıl bir şey çıkacağını beklerken bir yandan kalabalığı delmeye, bir yandan gözlerimizi çıkış kapısından ayırmamaya çalışıyorduk. Bereket, Antony zaten gözden kaçırılabilecek gibi birisi değildi, her ne kadar grubun ardından en arkadan çıksa dahi, gelişi yaklaşık 50 m. öteden bile seçilebilecek kadar belirgin bir yapıya sahipti sevgili Antony.
Karşımda gene sinir bir İngiliz veya en iyi ihtimalle New York'un sanat camiasından hafif ukala bir menajer beklerken, Serena isminin sarışın bir İtalyan bayana ait olacağını düşünememiş olmaktan dolayı utandım. Yaklaşık 1 saat boyunca bavul beklemiş bir grubun menajeri olarak gayet güleryüzlü bir hali vardı ki, bu iyiye işaret olmalıydı. Grup teker teker toplandıktan ve eşyaları ayrı bir minibüse yerleştirildikten sonra tüm grup ve Antony ile "sekreteri" de tek bir otobüsle otellerine götürüldüğüne göre, elimizde epey üniter, birlikte olmaktan keyif alan ve fazla sorunlu olmayacağa benzer bir grup vardı. Hem ilk akşam için yemek alternatifleri bile yapılmıştı ki, henüz halihazırda "acaba bu adamlar yanlarında takılmamızı isteyecekler mi? bizden rahatsız olurları mı?" suallerinin arasında bir anda kendimizi akşam yemeğinde Asmalımescit'te Sofyalı'da grupla beraber iki masa halinde yemek yerken bulduk. Grup, Antony dahil olmak üzere 10 adet müzisyenden, 3 teknisyenden, 1 adet menajerden, 1 adet müzisyen eşinden ve 1 adet Antony'nin sekreterinden oluşuyordu. İlk geceki yemeğe katılmayan Antony ve sekreterinin maceralarını biz de ilk defa, ertesi akşamki konserde Antony'nin ağzından sahneden dinledik... İlk gecenin finali, ses teknisyenlerinden Davide ve ışıkçı Matt'le birlikte ufak bir Taksim turuyla sonuçlandı benim için...
Davide: 2 İtalyan ses teknisyeninden İngilizce konuşabilen olanı. Kendisi sahnenin hemen yanındaki ses kontrol masasından sorumlu olduğu gibi, genel olarak setin hazırlanmasında ve ampli ve mikrofon gibi diğer ekipmanların hazırlanmasında sorumluydu. Sanırım bir kardeşi vardı, İspanya'ya gitiğinde İspanyollar'la İtalyanca-İspanyolca karışımıyla anlaşan. Yabancı dil öğrenme ve gezmeye merakı vardı, İstanbul'a ilk defa gelmişti.
Matt: Matt, Avustrulyalı bir ışık teknisyeniydi. Londra'da yaşıyordu, daha önce Amerika'da da bulunmuşluğu vardı. Londra'da yaşamayı seçmesinin nedenini, "daha büyük işler yapabilmek için gitmem gereken yeri düşündüğümde Londra en iyi seçimdi" olarak belirtmişti. En son bıraktığımda halen "Türkiye'nin Avrupa tarafı (Rumeli) ve Asya tarafında (Anadolu) aynı ulusal bayrak mı kullanılıyor?" gibi bir soru soruyordu Topkapı ziyareti sırasında. Belki çok fazla ışıklara bakmaktan mı başı dönmüştü?
8 Temmuz 2007, 14. Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nin en prestijli günlerinden biriydi. Saat 20.00 başlayacak Jose Gonzalez ve 22.00'de takriben festivalin gözdezi olacak Antony and the Johnsons konseri için muazzam bir mekan seçilmişti: Harbiye'deki Surp Agop Hastanesi'nin yanındaki Şan Tiyatrosu. Bahar'dan aldığımız bilgilere göre:
19. yüzyılda inşa edilen hastanenin bu bölümü 1950'lerde tiyatro alanı olarak kullanılmaya başlamış. Politik sebeplerden dolayı 1980'lerde yakılan binadan geriye tuğladan duvarları, açılan tepesinden geriye kalan, bir zamanlar binanın tepesini taşımakla yükümlü çelik yapılar kalmıştı. Bu haliyle, mekan, kubbesi açılmış ilahi bir ibadet alanına benziyordu...
Sabahleyin Berk'le birlikte Asmalımescit civarında kahvaltı edinmeye giderken, grubun bateristi Parker'a rastladık, daha sonra yanımıza katılan saksofoncu/gitarist Will ile birlikte kahvaltı ederken, Parker ve Will bir ara kendilerini New York müzik endüstrisinin tanınan simalarının muahbbetine kaptırdılar. Sadece birkaç saat sonra, daha önce defalarca olduğu gibi fotoğraf makinemi yanıma son dakikadan almaya vazgeçerek kararıma bolca küfür ettiğim bu özel günde grubu saat 13.00 gibi soundcheck için mekana getirdik. Havanın sıcaklığı bile bu muazzam mekanda soundcheck'i beklemeyi sıkıcı yapamazdı. Bir yandan yıkık binanın duvarlarının içindeki yıkık tuvaletlerden binayı keşfe çıkarken diğer yandan akordlarını yapan yaylı çalgılar ve piyanonun büyüleyici tınıları eşliğinde sanki ruhani bir yolculuğa çıkmıştım. Saat 16.00 gibi teşrif edip 15 dakikalık prova için grbunun başına geçen Antony söylemeye başladığında ise hepimiz olduğumuz yere çakılmış, olan biteni algılamaya çalışıyorduk.
Rob Moose: 3 viyolinciden biri ve grubun akustik gitaristi olan bu kabarık saçlı genç İngiliz müzisyenle ilk kişisel temasım, soundcheck'in ortasında "gitarımın jak girişindeki mikrofon bozuk, otelimizin oradaki (Tepebaşı, Tünel'i kastediyor) müzik marketlere gidip baktırabilir miyiz?" sorusuyla oldu. Daha sonra kendisine pazartesi gecesi saat 04.00 civarlarında otelin lobisinde bizlere viski ikram ederken eşlik edecektik ki, üzerindeki çekingenliği çabucak atan Rob, grubun hareketli ve etkin genç elemanlarından biri olarak ön plana çıkıyordu. Grubun geri kalanının olduğu gibi, Rob'un da Antony'ye karşı müthiş bir hayranlığı vardı.
Parker Kindred: İşte grubun en kıyak adamı. Bu adamla, havalimanından otele giderken, kafile otele geldiğinde, dışarıda sigarasını içip otele girmesinden hemen önce muhabbet ettik. Fanilesiyle dolaşan Parker'ın bana sorduğu ilk soru "hava hep çok sıcak olacak mıydı?" idi. Biraz çekingenlikle, "sanırım" cevabını verdiğimde "çok güzel, güneş çok iyidir" tarzı bir cevap vermesini beklemiyordum. Sanırım New York'ta çok üşüyormuş. Parker 34 yaşında bir müzisyen. 20lerinde alkolden uyuşturucuya çeşitli triplerde gidip gelen Parker 3 yıl önce alkol dahil olmak üzere sigara dışındaki her şeye "dur" demiş. Dışarı çıktığımızda soda içiyor, ama 20lerinde kanına karıştırdığı yeterli derecede alkol ve diğer maddeler sanırım bir 10 yıl daha her halükarda "doğal sarhoş" olarak dolaşmasına yetecek. Tam bir "kafa adam". Her türlü muhabbete ciddiyetle katılabildiği gibi, gerekli yerlerde boşverip makaraya alabilen ve grubun diğer elemanlarıyla rahatça şakalaşan bir tip. Zamanında The Strokes gibi gruplarla da bir ara takılan Parker hakkında daha nice anektod var ilerleyen satırlarda...
8 Temmuz 2007 gecesi İstanbul, son yılların en güzel konserlerinden birine Şan Tiyatrosu'nda ev sahipliği yaptı. Grup soundcheck'ten sonra, konserden ve akşam yemeğinden önce son kez otele dönerken Antony bana yaklaşıp Bülent Ersoy'u tanıyıp tanımadığımı sordu. Sadece birkaç saat sonra Bülent Ersoy hakkında sahnede yapacağı bütün samimi itirafların çıkış noktası olan muhabbet tam da buydu (Konser bölümünde buna deyineceğim). Antony ve sekreterinin iştirak etmediği Borsa Lokantası'nda yenen akşam yemeğinden sonra saat 22.00deki konser için saat 21.15 gibi Harbiye'ye hareket ettik. Önümüzde büyüleyici bir konser vardı...
"Antony'nin sekreteri" Colin: Colin'in görevi, transseksüel (ya da "transgender") Antony'ye özellikle huzur aradığı anlarda eşlik etmek. Bazen gruptan ayrı olduğu zamanlarda Antony'le beraber takılmak, genelde otelde onun yamacında bulunmak ve muhtemelen daha bizim bilemediğimiz bir çok detay... Antony kadar kırılgan ve masum değil. Konuşmayı, sormayı ve öğrenmeyi seviyor. Fazla "not tuttuğunu" görmedim ama eminim ki Antony'nin sanatsal ve aslında yaşamsal varlığında önemli bir yer tutuyor olmalı.
-------------------------------------------------------------------------------------
Bölüm 3 - 8 Temmuz akşamı Jose Gonzalez saat 20.00 sularında konserine başlamışken, Jonhson'larla birlikte Harbiye'de Borsa Lokantası'nda iki masa için, en çabuk şekilde vejetaryenler için farklı, tavuk/et/balık (3 çeşit balık) seçenekleri için farklı kombinasyonlar hazırlayarak sipariş vermeye çalışıyorduk. Antony ve Colin (sekreter) bizimle yemeğe katılmamışlardı. Antony, konser öncesi heralde yalnız kalmak istiyordu.
Saat 21.10 civarında lokantadan ayrılıp Şan Tiyatrosu'na gidişimizi, sahnenin hazırlanışı, kulisteki heyecanlı dakikaları ve konserin başlama anını bile anlayamadan, kuliste en az bir rehber olarak beklemek için gönüllü olduğumda, menajer Serena "ne işin var burada, git konsere seyret" diyerek bana yapabileceği en büyük iyiliklerden birini yaptı sanırım. Mekan hıncahınç doluydu. Sabırla Antony & the Johnsons'ı bekleyenler daha ilk şarkıdan kendilerini kaptırmışlardı. Ben izleyici tarafına geçtiğimde ise Antony şarkılar arasındaki samimi ve uzun sohbetlerine başlamıştı bile. İlk hikayesi, gruptan ve bizden ayrı geçirdiği bir önceki gece yaşadıklarıyla ilgiliydi. Bütün yumuşaklığı, heyecanı ve kırılganlığıyla anlattı:
- İstanbul'a ilk defa geliyorum. Burası büyüleyici bir yer. Dün gece, ilk gecemde tuhaf bir olay yaşadım. Sekreterimle birlikte (seyirciyle birlikte güler) Sahra isimli bir bara gittik. Bir adam beğendim ve sekreterime "galiba beni kesiyor" dedim. O da bana "galiba beni kesiyor" dedi. Onu derhal yukarıya içki almaya yolladım; biraz sonra yakışıklı adam yanıma gelip çakmak istediğinde sigara içmediğim için ona yanıt veremedim (bu sırada sanki o an bu üzüntüyü yaşıyormuş gibi ağlamaklı olarak devam eder hikayeye). Colin geri döndüğnde, "derhal çıkalım" dedim ve adamın bizi takip ettiğini gördüm. Daha sonra rastladığımız biriyle konuşurken bize saldırabileceğini anladık, çok karanlık ve garip bir sokağın ortasında eğer o adamla yalnız kalsaymışız, öldürülebilirdik. Ama bize yaklaşan bu diğer kadın hayatımı kurtardı...
...ve Antony "my life was saved in Istanbul" isimli minik kuplesini icra eder!
Mekanın kutsallığının hemen farkına varan Antony seyirciye ara sıra işveli bir şekilde teklifte bulunur: "Burada 2000 kişilik bir grup olarak neler yapabileceğimizin farkında mısnız?!". Aslında Antony büyüleyici sesiyle, o 2000 kişiyi adeta hipnotize ederek çoktan bir şeyler yapmaya başlamıştı bile. O an neler hissettiğimi tarif etmem çok zor sanırım. Daha sonra birçoklarının da aynen ifade ettiği gibi, sanırım ağlamak üzereydim. Kırmızı tuğlalar akşam loşluğunda bordoya çalarken, karanlık gökyüzü ve parlayan yıldızların altında ışıldayan binanın çelik yapıları, göğe doğru yükselen ilahiler, Parker'ın davul atakları, Rob'un akustik tınıları, Julia'nın yaylıları, Doug'un saksofonu, Will'in akordeonuyla birlikte en derin hisleriyle yaşayan tüm organizmaların dahi sıklıkla ziyaret etmediği diyarlara götürüyordu savunmasız ruhlarımızı. Bazı sarhoşluk anlarımda gözlerimi kapatıp yaptığım gibi, ruhumu salık verip, uzak diyarlardaki hayallere doğru uçmak, bedenimi olduğu yerde bırakıp, diğer yüzlercesinin yaptığı gibi tavandaki boşluktan dışarıya taşmak istediğimi hissettim...
Antony Bülent Ersoy'a olan hayranlığını anlatmaya başladığında, sanırım çoğunluk sadece samimiyetinden ötürü gülüyor, gene de şaşkınlıklarını gizleyemiyorlardı. Antony daha sonra bu hadiseyi "acaba çok şey mi anlattım? İnsanların tepkisi kötü müydü?" şeklinde bir alınganlıkla da andıysa da, "Bülent Ersoy'a hayranım, o tam bir kraliçe, onun gibi birine sahip olduğunuz için çok şanslısınız" kelamlarının kimseyi incittiğini düşünmüyorum. Grubun, konserden sonra ağız birliği etmişcesine "morali çok iyiydi, dolayısıyla çok iyi bir konser olduğunu hissettik" açıklamaları sadece dinleyicilerin değil, herkesin bu etkinlikten hoşnut olduğunun kanıtı gibiydi.
1 comment:
kendi kafa karışıklığıma edit:
her nedense bir şekilde "nisan" ayına kilitlenmiş olmalıyım ki bütün "temmuz" olması gereken tarihleri nisan diye kaydetmişim.
şimdi düzeltilmiştir =)
Post a Comment