Saturday, January 20, 2007

"shi gan" (zaman) üzerine

ki-duk, ki-duk efektleri ile açılan film. kalp atışı efektlerini kastediyorum elbette. evrensel soyut fikirleri, olabildiğince somut açılımlarla, ve genelde filmlerinde önce somut (daha sonra, genelde ikinci perdeden itibaren giren) sürreal-soyut öğelerle besleyen `kim ki-duk`un hem filmin başında, hem de sonunda kullandığı efektler. ve tabii hemen ardından gelen görüntüler de cabası.

filmin konusu, daha öncede yazıldığı gibi, sevgilisinin "hep aynı yüzü görmekten sıkılacağı" korkusuyla yüzünü estetik ameliyatla değiştiren kızın hikayesi. ve tabii, hiçbir şey gibi "yüz"eyde yapılan bu değişikliğin temeldeki sorunu çözmeyecek olması üzerine gelişen hikayeler bütünü.

ilk sahnelerdeki erkek ile kız arasında yaşanan (kafedeki) gerilim, ve yatak odasında geçen diyaloglarla birlikte, sarsarak başlamış ki-duk bu seferki filmine. filmin konusu, zamanın tüketim ile olan ilişkisi. ne kadar çok üretim, o kadar çok tüketim. ama bu, kısmen türkiye'de (ve özellikle şimdiki kuşak gençliğinde olduğu gibi) sanal üretim üzerine yaşanan bir tüketim kimliği değil. tam olarak üretmeden, (1980'ler ortasından itibarenki dönemi kastederek) oluşan bir zenginlikle gelen tüketim de değil. tamamen, artan üretim ile birlikte büyüyen bir uzak doğu tüketim kültürü. mimikler, jestler olarak kendi kültürümüzden de fazlaca şey bulabildiğimiz, ama işin içine "teknoloji"yi daha çok katan bir tüketim.

ne kadar çok üretim, o kadar çok tüketim. iletişim çağının geldiği nokta; zaman'ın göreceli olarak müthiş hızlanarak akmaya başlaması ve yeni "yüz"lerle tanışabilme olanağı, ve aynı zamanda ulaşım (transportation) ağının da genişlemesi ile birlikte ucuzlayan teknoloji ve teknolojiye -artan- erişim (access) olanağı ile birlikte büyüyen bir tüketici nüfus. ve işte orada patlayan büyük dilemma: bunca benzerliğin içerisinde "tüketebilecek" bu kadar çok nesne varken, neden belli başlı birkaç tanesi ile yetinmek? aslında burada yazarken bile hepimizin ezberlediği ve içselleştirdiği ama "çaresi ne o zaman?" diye sorunup dövündüğümüz olgu (hepimiz abartı görünse bile, eminim çok az öze döndüğümüzde bile filmde anlatılanların ne kadar "biz"e dönük olduğunu hissediyoruzdur.)

aslında hepimiz, bir şeylere tutunmaya çalışıyoruz. tutunmaya çalıştığımız ufaltılmış nesnelerin (bu, artık, yemekten zevk aldığımız yiyecek tüketim nesneleri değil; tam karşımızda duran sevgililerimiz, bazı konumlarda ailelerimiz...) "bolluk" denilebilecek tabide benzerlerinin varolması, ve hayatın özü olan hangi "fikir veya akıma" tutunabileceğimizden emin olamama kaosu içinde yaşadığımız tedirginlikler, filmin özünü oluşturan düşünce. "zaman" da tam bu noktada, esas tüketilen nesne. eğer telefonla birine ulaşmak, sıkıldığımız şeyi atıp yerine yenisini almak,

ya da

--karşımızdaki ile çözemediğimiz sorunların üzerine düşünüp tekrar çözmek için atılım yapma gereğini hissetmek--

bile bu kadar "az" zaman dilimlerine tekabül etmeye başladıkça, zamanın göreceliğinin kaybolması ve kendi anlamının içinin boşalması, filmin aslında "kör göze parmak" bir şekilde ismini oluşturuyor.

ama filmin içi kesinlikle boş değil. yüzlerce değişik konudan eğilinebilecek bu olguya, ki-duk gene ustaca, belirli bir hikayeyi fazla dolandırmadan, usta anlatıcılığı ve yer yer kullandığı görsel ve işitsel sembollerle eğiliyor.

ama sorun da sanki şurda: aslında hepimiz biliyoruz sevgililerimizin yüzlerinin her gün gördüğümüz yüz olmadığını; her temas ve her düşünce ile birlikte değiştiğini. ya da aslında sorunun hiç bir zaman, "yüz"ün kendisini değiştirerek hallolmayacağını. ve belki de, dolayısıyla, filmin sonuna doğru, filmin başında ifade edilen "çözüm örneği" (estetik ameliyat) işe yaramaması, izleyici de tatmin ve "güven tazeleme" yaratıyor olabilir. ama tüketim bazlı üretimin bu seviyede yüksek derecede devam etmesi sonucunda tüketimin de artacağını öngörebilmek ve filmin etkisinin yatıştığı anlarda o sevdiğimiz "yüz"lerden sıkılmaya başlamak (tabii ki, bu, bambaşka örneklerle de olabilir) bu sorunu içimizde sürekli var ettiğimiz anlamına gelir.

belki biraz daha az aynaya bakmalı, biraz daha az "titreşime almalı", biraz daha az kahve içmeli ve biraz daha az konuşmalıyız.


ya da zaten ortada "sorun" yoksa, bu yazı da kendini birkaç "zaman" sonra "tüketecek"tir.

dipnot: belki tam da histerikleşen toplumsal dışlama, içselleştirme, betimleme, kategorize etme, (kasıtlı olarak kategorize etmeyerek, kategorize etmemenin ne kadar "çoğulcu" bir ses sağladığı üzerine hareket etme) ve akabininde gelişen linç, ihanet, intikam gibi öğelerin gündem yarattığı bu zamanlarda hafif bir duygusal kapılma ile birlikte, (becerebiliyorsa) biraz düşünce üretmesinin faydalı olabileceği bir olgu üzerinden işlenmiş bir film.

No comments: