Tuesday, May 08, 2007

--------


Hep karayolları haritalarındaki kalın kırmızı çizgilerle belirtilmiş yolların arasında kalan kocaman beyaz alanların ne olduğunu merak etmiştim. Daha doğrusu ne oldukları her zaman bellidir, oralar uçsuz bucaksız dağlardır ama o asla ziyaretlerinde bulunmadığımız dağlar üzerinde sadece belli belirsiz uçuk pembe ve gri tonlarla belirtilen yollar neden hiçbir yere ulaşmaz ve neden o kocaman kırmızı renkli yolların arasından bir bağlantı yapamayız, neden hep iki büyük şehir arasındaki yollar o kırmızı çizgilerin üzerinden geçmek durumundadır da, devasa alanıyla çok daha büyüleyici özelliğe sahip beyaz alanlar ilgi alanımız dışındadır?
Beyazın soğukluğundan mıdır bilinmez, o beyaz alanlar bana her zaman tüyler ürpertici derecede serin ve yalnız gelmiştir. aslında gerçekten de öyledirler, ve bu beyaz alanlardan birine soğuk bir kış gününde, karanlığın içinde ıssızlığa dalarak yaptığımız yolculuğu anımsıyorum içimin beyazlara büründüğü bu anda.

Bembeyaz, minik bir Ford aracının içerisinde önce nehirleri takip edip ardından tepeleri aşıp, kar beyaz dantelin arasından bahar çiçeklerine ve dağlar arasında kalan o güzel köye yaptığımız gezinin geri dönüş yolunda, arabadaki herkes uyurken, içimden bir ürperti ve karşı koyamadığım bir isteğin doğru yol olmadığını tahmin edebilmeme rağmen beni "kaçınılmaz"a doğru sürüklediğini hissetmiştim. Belki hayatlarının çok önemli bir kısmını o büyük beyaz/gri alanda geçiren ve haritada küçücük bir mavi noktayla belirtilmiş komşu köye ulaşabilmek için saatler süren zorlu yolları aşmaları gereken o köylülerin hissettiği "kaçınılmazlık"tan çok daha şımarık bir kaçınılmazlık bu benimki tabii ki. Yaklaşık 1.5 yıl önce, bu sefer yürüyerek aştığımız dağların ardında her akşam yenileriyle rastlaştığımız köylerden çok farklı değildi bu beni çeken yer belki de. Ama bu sefer dışarıda sert ve soğuk, kararan bi hava vardı, birçoğunda herhangi bir ışık veya elektrik belirtisi bile bulunmayan bu köylerin içinden geçerken tek güvencemiz, ufak arabanın ufak motoruydu. Ve daha önce hiç karşılaşmadığım ama o büyük beyaz alanı gördükçe hayal edebilmeyi umduğum o görüntü karşıma çıktığında, doğanın o karşı koyulmaz ve karşısında durulamaz gücü arabadaki diğerlerini de uyandırmıştı. Sessizliğin ortasında, birbirini takip eden sıra dağların arasında, bir sağa, bir sola doğru kıvrılırken asla bitmeyecekmiş ve hiç bir zaman kırmızı kalın çizgilere ulaşmayacakmış gibi görünen patika yolun üzerinde, o şımarık haritanın üzerinde hangi mavi noktaya yakın olduğumuza güvenle tespit bile edemeyeceğimiz bir yerde, doğanın karşısındaki aczimiz karşısındaki büyülenişimi hatırlıyorum.

Patika yollardan biri yokuş aşağı inmeye ve yolun üzeri akşam günbatımı saatinin geçmesi ile birlikte buzlanma belirtileri gösterince, zayıf motorlu aracın geri dönüş yapamayacağı korkusuyla durmaya ve gerisin geri ters yönde hareket etmeye karar verdik. Aslında, bu yollarda tek bir yön vardı, o da uçsuz bucaksız ormanların içerisinden "medeniyet"e giden yol. Geldiğim yoldan dönmeyi sevmeyen biri olarak, bütün imkanları zorlayarak o büyük beyaz alanı, kırmızı kalın çizgilere gerek kalmadan geçebilmek istiyordum. Hiçbir haritanın hiçbir bölümü, üzerinde yıllarca düşünülerek hayata geçirilmiş modern teknolojinin önüne geçebilir miydi? Sadece, 10 beygir gücünden fazlasına sahip olmayan ve oraya nasıl geldikleri hakkında fikir yürütmenin bile hayalgücümüzden ötesini zorladığı köylülerin, civar köylere nasıl ve ne amaçla (ve tahmini olarak ne kadar sürede) gittiğini öğrenmekten öte bir şehir züppeliğinden ibaret ne olabilirdi acaba bu merakım?

Geri dönüyoruz karanlık yolların içinden, kaç kişinin yılın hangi dönemlerinde yaşadığını hayal etmeye çalışarak, kaybolmaya gayret ederek birden çöken güneşin şimdi neredeyse yerini bıraktğı zifiri karanlığın ardından. Sabaha karşı güneşle birlikte çıktığımız gün bütün bu değişimlerin ardından geceye bırakıyor yerini, uykuya. Biz minik arabamızla kilometreleri aşarak ışıklı şehrimize dönerken haritanın büyük beyaz alanı yavaş yavaş gölgenin ardında kalarak önce griye, sonra fümeye ve en sonunda siyah bir kıta parçasına dönüşüyor.

Saturday, May 05, 2007

güzele kaçmak

3 Mayıs 2007-


Haydarpaşa Garı’ndayım. Karşımda dalgakıran, arkasında dalgalarıyla kabaran uçsuz bucaksız deniz. Hafif soldan ensemi ısıtan güneş dünkü yağmura veda ediyor, birbirlerine nazire yapan Aya Sofya’yla Sultanahmet Camii’ni aynı güzellikte ısıtıyor. Tombul kuşlar miniklerin önünden mama kapmaya çalışıyor. Tam arkamda dünyanın en güzel garlarından biri. Tökezleyen motor seslerine vapurların bacaları, cıvıldayan kuşlara belli belirsiz araç kornaları ve polis düdükleri. Ve de simitçilerin her daim “yanıyor” simitleri.

Sabah kalktığımda okula gitmek istemediğime dair inancım, evden çıkma gerekliliği hissiyle öylü güzel bir çatışma yaşıyordu ki, ucu ucuna yakaladığım erken vapur sayesinde Kadıköy’den kalkacak servise binmeden Gar’da inip yürüme şansım doğuyordu. Hem Hasanpaşa’ya gidecek Erdem de bu fikre sıcak bakmıştı. İçimden bir an Ankara’ya gitmek geçti. Hasan muhtemelen ODTÜ’deydi ama 10.30’da hareket edeceğini düşündüğüm Başkent Ekspresi saat 10.00’da kalkmıştı bile. Saat 10’u on dakika geçiyordu. Garda inmek istememin bir nedeni de iskelede toplanmış polislerin varlığıydı. Sadece 2 gün önce, 1 Mayıs’ta beceriksiz valinin aptalca uygulaması dahinde yüzlerce insanı dövmekten sıkılmamış, ülkeyi satıp dağıtan hükümete özenircesine onlar da mı Haydarpaşa’ya göz koymuştu? Tam garın içinden geçerken sorumun cevabını da öğrenmiş oluyorum.

Önce Efe, sonra Erdem ve Hazar’ı görüyorum lise arkadaşlarımdan, onlarca diğer yürüyenin ardından peronlardan garın içine doğru yönlenen. Üzerlerinde “İstanbul-Ankara, Deniz Gezmiş Yürüyüşü” yelekleriyle. Selamlaşıyorum TKP’li arkadaşlarımla. Bana yürüyüş için mi geldiğimi soruyorlar, haberim olmadığını söylüyorum tebessümle. İzmit’e gideceklerini söylerlerken “iyi yolculuklar” dieyerek uğurluyorum onları, hemen ertesinde Erdem’i Kadıköy’e kadar geçirip tekrar yanlarına dönmek üzere. Saat 10:30 itibariyle gitmişler bile, gara doğru yürürken trenin duyduğumu sanıyorum. O kadar bıkmışım ki, hiçbirini desteklemediğim çıkarcı politikacıların mutlaka taraf olmamızı öğütleyen açıklamalarından son bir haftadır. Şimdi bu satırların yerini yeni bir yolculuk güncesinin almamasına üzülüyorum biraz. Ama okula gitme kararı vermediğim için mutluyum. Tatlı çatışmalar sürüyor benim gündemimde. Bildiğim sürece bazı trenlere binebildiğim, çıkacaktır elbet yeni yolculuklar önüme. Bir eski solcu akademisyenimiz “komünistçilik oynuyorlar” demiş günün TKP’li öğrencileri için. Neyse, o öyle diyedursun, hayat oyunsuz olmuyor işte.

Binmediğim gibi 10:30 servisine, okula gitmek için, gerisin geri döndüğümde Gar’da oturuyorum yaklaşık 2 saat daha. Gazetemi okuyorum, yanıma oturan amcanın çaktırmayan bakışları altında. Akbil’imi doldurduğum gibi yollanıyorum İstanbul kaçamaklarımın en sevdiğim, huzur, sükûnet dolu bölgelerinden birine, Beylerbeyi, Çengelköy’e doğru. Nakkaştepe’de indiriveriyor ayaklarım beni otobüsten, oradan da yokuştan aşağı, Kuzguncuk’un içine doğru, uzaktan tepesinde gördüğüm camiisi ve sahil kenarında kulesini gördüğüm kilisesiyle. Simitçi Tahir Aralığı’ndan ana caddeye çıkıyorum, Perihanabla Sokağı’na uğrayarak. Çengelköy Börekçisi’nde börek alıyorum, nakitim çıkışmıyor, POS makineleri çalışmıyor, veresiye usulüyle... Belki 1 gün sonra, belki 1 ay sonra tekrar uğradığımda öderim nasolsa beklentisi ve dürüstlüğüyle. Çınaraltı’nda çayımı içerken, “yiyecek getirilmemesi” ricasına uyarak, börekleri esas Çengelköy’e bırakıyorum. Otobüsle Çengelköy’e ulaştığımda, oradaki büyük Çınaraltı’nda ayran eşlik ediyor böreklere. Bir iki saat daha gün ışığı, tatlı deniz meltemi ve birkaç sayfa kitap yaza çalan cıvıl cıvıl bir ilkbahar günü. Beylerbeyi’nde helva içi dondurma ile Boğaz vapuruna yönlenirken, veda ediyorum Asya tarafına, küçük mahalleleri, sakin perşembesi, tatlı ahalisiyle. Bazen çok sevdiğimi hatırlayabiliyorum bu şehri, birileri ve hepimiz burayı yaşanmaz halde işkenceli bir yere getir(e)mediğimiz sürelerce...