Tuesday, June 12, 2007
Hayatım Hakkında Bazı Gerçekler
- Sarıyer güzel ve büyük bir ilçe. Güzel mahalleleri, insanları ve görünüşe göre güzel mahalle yaşantıları var. Galata Kulesi civarında oturuyorsanız, "bu sabah börek yemeli ve Boğaz kenarında olmalıyım" gibi bir fikir eserse kafanıza, haftaiçi saat 12-1 civarı gibi Kabataş'a kadar güzel bir yaz yürüyüşü yapabilir ve 25 E otobüsüne binip (hele hele geçen sene gelen, en yeni, klimalı güzel yeşil otobüslerse) Sarıyer'e 45 dakikada ulaşabilirsiniz. 2 aydır Emirgan'dan, 6 aydır (bkz. Gri Yürüyüş başlıklı yazı*) İstinye, Yeniköy'den ve yaklaşık 1.5 yıldır Sarıyer'den geçmemiş biri olarak benim için çok güzel bir yolculuk oldu. Sarıyer'e gelirken Tarabya'dan sonra "Sağlıklı Yaşam için Yürüme Parkuru" başlar sahil boyunca. İskeleye yaklaşırken, kiliseler, eski ahşap evler, küçük bir müze ve balık tutan ve denize giren mahalle halkı karşılar sizi. Orta Çağ kalesi görünümü verilmeye çalışılmış garip görünüşlü Ordu Gazinosu (sanırım) hemen limandan öncedir. Hacıömer Meydanı'nda mısırcılar, dondurmacılar, Arap baloncular, birbirini çekiştiren gençler ve hiç iş yapmayan insanlar vardır. Rüzgar esiyorsa, oturmak için idealdir.
- Charles Bukowski'yi severdim. Sanırım hala da seviyorum. Onun yazılarından uyarlanılarak çekilen Bent Hamer filmi "Factotum" geçen sene Danimarka'daki exchange dönemime damgasını vurmuş filmlerden biridir**. Fakat, "Büyük Zen Düğünü" adı altında derlenmiş seçmece öykülerini beğenmekle birlikte, bu kitabın Sarıyer'e yapılan "romantik" bir gezide yanınızda bulundurulması ideal bir kitap olmayabileceğini farkettim. Tabii ki, bu kitabı okumak yerine, kıymalı ve peynirli böreğime eşlik eden limonatamla birlikte karşıdaki bankta oturan Nalan Abla'nın yanındaki genç bayana dert yanmasını dinledim. Ayşe'nin kayınvalidesi dertliydi, Ayşe için hiç kötü bir düşüncesi olmamıştı ama şimdi Ayşe'nin takındığı tavır hiç de hoş değildi. Söz dinlemeyen biriydi (Ayşe'ler çok söz dinlemiyorlar sanırım, evet.) Ayrıca Emine ve Mesut isimlerinin de geçtiği bir hikaye bütünü vardı ki, tam o sırada önümde kuşları korkutmaya çalışan ve köpekten korkan çocuk elindeki mısır çöpünü yere attı.
(Bukowski'nin"Battaniye" isimli romanı bana ilham kaynağı oldu, Atıf Yılmaz'ın "Aahh Belinda" adlı filmiyle bir sentez oluşturarak, en son Berlin ziyaretimde yaşadığım "fantastik gerçekçi" bir hikayenin de yardımıyla bir sonraki yazımı yazacağım sanırım. Tabii halen taslak halinde olan, üniversite hayatımın geniş bir özeti, son Ayvalık tatilimizin güncesi, İstanbul hakkında başka bir yazı, vs.. den sıra gelirse)
- Yıllar önce annenannem hala sağ iken ve Marmaris'te "Sahil Sitesi"nde yazlığı varken, ve ben her yazımı orada geçirirken; bir gün Cornetto dondurmamın çöpünü çok uzaklardan sitedeki çöpe kadar taşımıştım. Yol boyunca hiç çöp kutusu görememiştim. Arkamızdan bir teyze yaklaşıp önce bana sarılmış sonra da anneannemi tebrik etmişti. "Bu devirde çöpünü elinde, hem de damlayıp yapışmasına rağmen, bu kadar uzun mesafe sabırla taşıyıp yere atan çocuklar görmek" çok sevindirici imiş. Gururlanmıştım. Sarıyer'de yere çöpünü atan çocuğa seslenecektim, ve daha o sırada ne diyeceğimi de bilmiyordum ki, ellerinde güzel dondurmalarla yürüyen insanları gördüm. Çocuk köpekten kaçmak için koşmaya başladı ve ben de fırsattan istiafde ederek, olaya müdahele etmeden kaçmak için kendime bahane yaratarak oturduğum banktan ayrıldım.
- Geçen gün TRT 1'de denk geldiğim ve Kahramanmaraş'ın anlatıldığı "Yörelerimiz ve Türkülerimiz" programında söylendiği üzere, iki türlü "has" dondurma yöresi var: Kahramanmaraş ve Roma. Sarıyer'deki Roma Dondurmacısı'ndan aldığım dondurmayla, bu muhite en son geldiğimde yürüdüğümüz caddenin iyice ilerisine kadar yürümeye karar verdim. Zira, en son Sibel'le ziyaret ettiğimiz bu muhitte, yanlış hatırlamıyorsam bir önceki yazın Likya Yolu'nda tanıştığımız aileye mektup atmak için postaneye girmiş sonra o kış günü bu bahsi geçen caddenin ortasında gördüğümüz parkta biraz oyalandıktan sonra geri dönmüştük. Bu sefer, Rumeli Kavağı'na doğru giden bu yolu takip etmeye karar verdim.
- Hayatımda gördüğüm en büyük (iki) elektrik trafosuna, gene yolların kıvrıla kıvrıla tepeye doğru çıktığı ve dolayısıyla müthiş bir manzarayla karşılaşmam gereken (ve karşılaştığım) bir yoldan çıkarak ulaştım. O sırada gökyüzünde süzülen garip bir uçağı tepedeki çocuklardan birine gösterdiğimde, "abi ben de seni önce turist sanmıştım" dedi. Biraz sonra, o elektrik trafolarına doğru yürürken, "oradan ileri gidersen, Rumeli Kavağı'na gider, ya da geri dönebilirsin" dedi. Gittim. İki elektrik trafosunun ortasında radyasyon yerken, bu elektrik tellerinin Boğaz'ın öbür yakasına geçtiğini görüp etkilendim. Bir yandan taa Anadolu Feneri'ne kadar görülen bir manzara ile Karadeniz'e el salladım, öbür yandan arkada kalan Fatih Sultan Mehmet köprüsüne bakıp içlendim, bir de bir an tepenin arkasında "taa Kemerburgaz bile görülüyor" diyerek abartmak istedim ama göremedim Kemerburgaz'ı. Ayrıca çocuğun "gidilir" dediği yer bir uçurumdu, gene de Rumeli Kavağı'ndaki güzel plajı gördüm ve bulunduğum yerde iki adam muhabbet ediyor, Boğaz'a karşı bir şeyler yapıyor oldukları için uzaklaştım oradan.
- Yokuşlardan aşağı inerek Sevda Konutu, Nazar Konutu vb.. konut/konakların arasından geçerken kendimi mahalleyi ziyarete gelmiş bir yabancı gibi hissettim. Aslında galiba öyledim de. Neyse işte, bu dönem aldığım "Görüş, Temsil ve Sinema" (hayır Türkçe'si böyle olmamalı bu ders isminin!) dersinde çokça tartıştığımız sürgünsel, diyasporik (vay be) karakterde hissettim kendimi epeyce memleketim olan İstanbul'un bu semtinde. Çok güzel bir gündü.
*http://ocavusoglu.blogspot.com/2006/12/gri-yry.html
**http://ocavusoglu.blogspot.com/2006/10/almalar-10-nisan.html
Sunday, June 03, 2007
eskilerden bir tane..
20 dakikalığına da olsa çıkıp hava almam sanırım en doğrusu olacaktı. Mangal planlarının gerçekleşmeyecek olmasına çok fena bozulmuştum. Daha başlamadan biten böylesine bir organizasyon için uzun zamandır bu kadar heveslenmemiş; iptaline de bu kadar üzülmemiştim sanırım. Talat’ın bu uğursuzlukta bir parmağı olduğundan emindim. Ne de olsa gelmesini en çok istediklerimden biri de oydu. Fakat ne cumartesi günü ne de pazar gelemeyecek olması; gelecekleri öğrendiğinde “ne güzel kadroymuş, tüh” diye yapmacıktan üzülmesinden belliydi sanırım işlerin sarpa saracağı. Burak, kuzenim olur, pazar günü şu menem ÖSS sınavına girecek olmasaydı da mangal hazırlıkları gözümde büyüyordu ya, eminim ki, gönül rahatlığıyla üstesinden gelirdim işin. Ne de olsa Engin neredeyse 1 yıl sonra ilk defa bizim eve gelecekti. Ahmet ile Mehmet ilk defa bizim terasta uzun zaman sonra bir arada bulunacaktı ya, asıl, Sertaç ile Deren’in burada rastlaşacak olmaları, hele hele Ayten’in sevgilisi Sinem’in iptal olayına bu yüzden çokça üzülmesi, bu kadar bozulmamda önemli bir etkiye sahipti sanırım. “En geç 11’de ayrılırız” diye düşünmüştüm evden toplu bir şekilde; çok da rahatsız olmazdı heralde kuzenim sınavdan hemen önceki gece, içkisiz ama belki biraz gürültülü erken bitecek eğlencemizden. Arayıp herkese haber verdikten sonra daha fena oturdu içime durum, dışarı çıkıp hava almak hakikaten de en iyi fikir olmalıydı.
Mahallede her zaman ilhginç hadiseler oluyordu zaten. Vücudumu biraz ite kaka, dizlerimi kırmadan tırmandım yokuşun başına kadar. Yokuş yukarı en rahat tırmanma yönteminin dizleri sabit tutarak asker gibi, bence ördek gibiydi ya neyse, dimdik yukarı hareket etme olduğunu yazlıktaki dalgıç arkadaştan öğrenmiştim seneler önce. Dilim neredeyse çeneme yapışmıştı, saatin 19.30 olmasına aldırmadan sokakları boğan sıcağın karşısında. Hemen önümdeki süslü köpek zaten çoktan duvara pislemiş, pişkin pişkin dili dışarda bakıyordu etrafına. Topağacı Şarküteri’ni es geçtim, sanırım buraya dönüşte ve en son uğrayacaktım, bünyeyi gecenin ilerleyen saatlerinde oluşacak daha derin kederlerden arındırmak uğuruna, alkol etkili bir çözüm olabilirdi. Her zamanki rotamı izlemek yerine, kâh hislerimi, kâh sokak köşelerini takip ediyor, kararsız kaldığım anlarda güzel kızların yürdüğünü gördüğüm sokaklara girmeyi tercih ediyordum. Nişantaşı ve civarı her Cumartesi olduğu gibi gene kalabalıktı. Esmer dilencilerden birinin yanından geçerken bir kez daha kaygısız kalabildim, her nedense peçete satıcıları veya kağıt toplayıcılar, ne bileyim akordeon veya saksofon (evet Nişantaşı’nda bu da mevcuttu) çalarak para toplayanlardan daha çok ilgimi çekmiştir hep. Yaptıkları “iş”te gösterdikleri kifayetsiz ve fâkât yüzlerinden eksik etmedikleri sahici ifade bir şekilde daha az yapmacık geliyordu bana. Belki de, sokak müzisyenliğini daha çok gençlere ithaf ettiğimden olacaktır bu.
Yürürken, sadece ben farkediyormuşum gibi gelen, küçük detaylar her zaman bu tür durumlarda kendimi iyi hissetmeme neden olmuştur. Ama asıl hoşlandığım şey, bazı olaylara kendim sebebiyet veriyormuşum hissi yaratan oyunlardı. Gene ana caddenin üzerinde karşıdan karşıya geçerken ötmeye başlayan Eczane’nin alarmı, tam da ben kaldırıma adım attığımda susmuş, o sırada yanımdan gürültü ile geçen kamyonun korna sesine kuşlar “cik cik”leriyle yanıt vermişlerdi. Ve bir anda “sanki sokakta yalnız başıma bütün bunlara ben hükmediyormuşum” gibi geldi. Keza, trafik lambasına geldiğimde, kırmızı olan yaya ışığı hemencecik yeşile dönüşüvermişti. Dedim ya, “”sanki sokakta yalnız başıma bütün bunlara ben hükmediyormuşum””; pekâla bu yalnızlığımda kimse farkına varamadı bu ‘doğaüstü’ güçlerimin. Olsun, bir tek benim bile bunları biliyor olmam yeterdi sanırım. Zaten işin en gizemli ve çekici yanı da burada yatıyordu.
Dönüş yolunu da uzatmaya karar vermiştim, bütün bir Rumeli Caddesi’ni kat edip paralel alt sokaklardan dönmek her zaman, benim gibi, etrafta fazla görmeyi ve görünmeyi seven birinin işine gelirdi. Teşvikiye Cafe’de oturan Mansur Forutan yine sokakları “saptama yapan gözler”le izliyordu. Mado Cafe’nin kapısında duran abi ufak bir göz selamı verirken, kaldırıma koydukları yeni koltuklarla, öbür cafeye nispet yapar gibiydi. En bayıldığım ana gelmiştim işte, tüm ihtişamım ve sokaktakilerle ilgilenmez tavrımla köşeyi dönecektim ki, sahne ışıkları başka bir yıldızın üzerinde parladı. Trafikte bulunmalarından her daim şikayetçi olduğum bayan sürücülerden öndeki arabayı kullanandan arkadakine doğru “sensin o hmph” gibi bir ibare duymamdan da öte, bütün sokak kadının zerafetle çıkarıp arkadakine doğru salladığı koca yüzüklü orta parmağının haline gülüyordu sanırım. Sokağı düz inmek yerine sağa saptım. Müslüm’ün, şekli itibariyle ismini almış Üçgen Berber Dükkanı’nda, usturanın biri sert bir darbeyle indi müşterinin yüzüne. Hemen çaprazdaki Gerekli Şeyler saniyeler önce kepenkini indirmişti, sesi duyamadım ya, tezgahtarın hızla dükkanı terkedişine tanık olabilmiştim. Acaba, Niyagaralar Apartmanı’ndakiler ne hissediyordu? Bu arada benim de berber zamanım epeydir gelmişti ya, sanırım şekilsiz saçlarım, ki sıklıkla dükkan camlarında kontrol ediliyorlardı tarafımdan, kendimce, havama hava katıyordu. Paralel sokağın köşesini dönerken bulunduğu manava yakışmayan sarışın manavcıya dikkatle baktım. İşini yapmaktan büyük keyif alıyor gibiydi. Saptamalarımın yoğunlaştığı evreyi, farketmeden peşine düştüğüm yeşilli kızın arkasında sonlandırdım.
Bu tür ayaklarımın nereye gittiği belli olmayan yürüyüşlerde gördüğüm şeylere fazla odaklanmamayı tercih ediyorum. Yıllardır boyanmamış eski bina tabelalarını, kullanmaktan hazzetmediğim ve tasarruf ederken dünyayı kurtardığımı sandığım D&R naylon poşetlerini, Hollanda’ya ucuz uçak biletleri sağlayan Corendon şirketini kısa bakışlarla es geçiyorum ki, kafam başka derin düşüncelere de dalmasın. Fakat, son 20 dakikadır izlediğim bu yöntem, istemsizce, ve tamamen tesadüfen peşine takıldığım yeşilli kızın sevgilisine el sallamasıyla geçerliliğini yitirmiş oldu. 2 dakikadan uzun bir süredir bayanın ahenk ile hareket eden vücut hatlarına bakıyor gibi duruyordum, fakat zaten miyop olan gözlerimle yaptığım tek şey kaldırımın ilerisindeki çukurları ve yükseklikleri gözlemlemek, buralarda ayağını, bileğini inciten insanları düşünmekti. Bu oluşumlar, Pazar gezmelerine çıkan Nişantaşı köpeklerinin en belirgin pisleme alanlarını da oluşturuyorlardı.
Pupa çikolotacısı da hemen biraz önce kapanmış olmalıydı, ki ben aynı yokuşu çıkarken ufak lambalardan gelen turuncu ışıklardan eser yoktu. Topağacı Şarküteri aynı ıssızlığıyla sinek avlamaya devam ediyordu. Nedense hep böyle yerlere karşı bir acıma hissi geliştiririm. Gene “içkimi buradan alayım” diye düşündüm. Eve gitmeden önce son durak burasıydı. Farkettim ki, dakikalardır kendi kendime konuşuyordum, acaba şimdi ilk kez ağzımı açtığımda nasıl bir ses çıkacaktı. Beni karşılayan adamın da benden iyi kalır bir yanı yoktu ya, kasadaki eleman gene biraz da hevesliydi. Belki artık onlardan Nişantaşı’nın “sıradan ilginç” hallerinden sıkılmışlardı. Şarküterilerin anlamını tam olarak hiç kavrayamadım ama, muhtemelen bunlar daha kapanacakları saate epey vakit olmasından ötürü, belirsiz bir huzursuzluk içerisindeydiler. Tavandan gelen beyaz ışıklar, etlerin ve peynirlerin durduğu dolaptan gelen sarımsı pis ışıkla öyle bir hava yaratıyordu ki, burasını kasap sanmamak elde değildi. Zaten, birinci adamın üzeri de pek temiz değildi, sanki biraz önce peynirleri doğramış, etleri kesip biçmişti. Böyle durumlarda kendim de pis kıyafetler giyen birisi olsam da, bu tür şeylere ne kadar dikkat ettiğime şaşırdım. “Hangi votkalar var?” diye sordum. “Absalot” diye yanlış telaffuz etti önce, daha sonra da kendi de anlamadığı bir isim söyledi ki, tekrarlatınca “ya gereksiz bi tanesi işte” diye geçiştirdi. Fiyatını sordum Rus votkasının, “40 Yeni Lira” dedi. İki şişe Efes aldım, eve döndüm. Çıkmadan önce şarj etmek için prize taktığım telefonumda hiç mesaj yoktu. “Bir daha böyle bir kadroyu zor toparlarım” diye düşündüm, mangal işinin yatması canımı pek sıkmıştı. Zaten, akşam DVD seyretmeye davet ettiğim Esma’dan da hiç haber yoktu.