humboldt üniversitesi’nin audimax’ı hınca hnç dolmuş durumda. yarım akıllı bir profesör (?) günün ve “gegenwart der ikonologie” serisinin son konuşmacısı olan büyük adamı tanıtmakta zorlanıyor kötü ingilizcesi ve dikdörtgen binanın çeperlerine sığdıramadığı bitmez tükenmez övgü sözcükleriyle. tarih 9 şubat 2007, saat 18:00 suları. 4 saat sonra istanbul’a hareket edecek bir uçağım var, hayatımda ilk defa bir şeyi ucu ucuna yetiştiremeyeceğimi hissedip geçen sefer (kasım 2006’da) uçağımı kaçırdığım berlin schönefeld havaalanı’ndan havalanacak olan. hani, bundan yaklaşık 9 ay önce “akşam kaçta geliyorsun?” diye sorulduğunda, kreuzberg/neukölln kesişiminde oturan aarhus asıllı kopenhag’lı sanat okuluna giden kızla içtiğim ikinci bira yüzünden uçağı yakalayıp yakalayamayacağımdan emin bile olamama rağmen “22:00’de biniyorum uçağa” diye s bahn’ın her durduğu durakta beklediği süre boyunca, babamın iddiasına göre taa ilkokulda oluşturmaya başladığım mütevazi bir dağarcığın ürünü olan küfürleri teker teker salladığım havalimanı. nitekim o sefer “yetiştirme” kontenjanımın son haklarını kullandığımı kestirememiştim. şayet öyle olsaydı, 16 temmuz 2006 günü saat 02.00 sularında uzunkapı’dan vatana giriş yapmaz, ve oturma iznimin süresinin (2 saat ile) dolması icabiyeti ile yunanlı sınır kapısı görevlisinden “next time, your problem, next time, your problem” adlı manzume azarı işitmezdim.
ve tam bu düşünceler esnasında, veya bu düşünceleri düşünebileceğimi düşünedururken, içeriye o adam girdi. ihtişam dendiğinde, kanlı canlı görmeye nasip olduğum karizmatik kişilerden, örneğin müzik sektöründe morrissey aklıma gelir. the smiths öldü, morrissey (bazılarına göre) efsane olmaktan çıktı, ama lütfen lüle lüle morrissey ihtişamına tanık olmak için herhangi bir konser kaydını veya “irish blood english heart” klibini izleyin. fakat, bu sefer salondan içeri adımını atarak kürsüye doğru hareketlenen ve tavandaki ışıklar pek bir “kutsal” görünmüş olmalı ki, oditoryumun aşağı katında oturan izleyicilere sadece gıdısını göstermekle yetinecek kadar (dim)dik başlı bu sinema devi bambaşka bir aura yaratmıştı muhtelif salonda. kürsüde, konuşmasını vermek üzere peter greenaway vardı ve tam da dediği gibi şehirdeki filmleri izlemek yerine (berlinale bir gün önce başlamıştı), insanlar oturmuş onu izliyorlardı. kendini izletme konusunda herhangi bir sıkıntısı olmadığı rahatlıkla gözlemlenebiliyordu, zira müthiş bir irade, hırs ve bilgi birikimine sahip yönetmen koskoca bir sınıfa 1.5 saatlik bir ders vermeye hazırlanmıştı. ah, afedersiniz, kendisinin de belirttiği gibi “konuşma hazırlamamıştı”, konuşma için bir başlık bulması gerekmişti, “cinema is dead, long live cinema” diye bir şey yumurtlamaya karar verince, şimdi sinemanın nasıl öldüğünü ve aslında şu ana kadar sinema denilen şeyin yapılmamış olduğunu, eisenstein’ın sinemanın en önemli kişisi olduğunu, video ve yeni teknolojilerin sinemanın doğuşundan yaklaşık 120 yıl sonra artık üretilebilecek hale gelebileceğini ve resimin en önemli sanat dalı olduğunu meşrulaştıracak bir konuşma çerçevesini doğaçlama olarak icra edeceğini duyurdu biz berlinli kullara. başlıkların altına sıkışmış olmanın ironisinden dem vurdu, vakt-i zamanında yapımcısına çekinerek önerdiği “the cook, the thief, his wife and her lover” isminin greenaway isimi ile artık neredeyse eş anlamlı hale geldiğini anlatırken. 4 ihanet unsuru üzerinden sinemanın çıkmazlarını anlatmaya çalıştı:
1. metnin ihaneti,
2. çerçevenin (boyutsal düzlemin),
3. aktörün ve,
4. kamera (açılarının) ihaneti...
greenaway’e göre batı resimi tüm sanatların ötesindedir ve rönesans ile birlikte oluşturulan perspektif anlayışı hem bu öncülüğün en önemli unsurudur, hem de 20. yüzyıla gelindiğinde neden “sinemanın hiçbir zaman yapılamamış olmasının” önündeki en büyük engellerden biridir. zira, greenaway’e göre, sinema, bir çerçevenin (ekran) içinde perspektif sunarak hareketli resimler sunmaktan öteye geçen bir şey olmalıdır. interaktif olmalıdır. perspektif ile ilgili ilham verici gelişmelere imza atan ve çoklu perspektifçiliğin ana akımlarından biri sayılan kübizmin kurucularından picasso’nun, bu yetenekli yönetmenin 20. yy. favori ressamlarından biri olması çok da şaşırtmadı bizleri. greenaway, “herkesin gözlerinin olduğundan ama görme yetisi olmadığından” dem vurdu. görme yetisi kazanıldıkça (klasik bir batıcı ilerlemeci kuram üzerinden yola çıkarak) somuttan soyut dışavurumculuğa doğru kayan sanat akımlarını daha iyi takip edebilecek bir altyapı oluşturabileceğimizi anlattı. gene de bu noktada –izm’lerle ilgili yaptığı ufak şaka salondaki herkesi güldürüyor. güldürürken düşündürüyor da! gene greenaway’e göre, aktörlerin “kamera karşısında olduğunu hissettirmemek”ten öte, daha interaktif vasıflar edinmeleri ve kendi oluşturdukları kariyer ve piyasa içindeki konumlarının ötesinde bulunabilmeleri, dolayısıyla sinema yapımında “aktörün seçilmesi” durumunun ortadan kalkması “aktörlük ihaneti”ni sonlandırabilir. kamera açıları için getirilecek çözümler, çoklu açılar ve üstüste geçirilmiş görüntüler ile, bir şekilde alışılagelmiş boyutların etrafına çıkabilecek ve seyirciyi sadece tek bir noktaya odaklanmadan uzaklaştırabilecek bir düzenekle mümkün greenaway’e göre. tam da onu konuşurken izlediğimiz gibi izlemesini istemiyor sinema seyircisinin beyazperdedeki görüntüleri. bunu örneklendirmek için de, yönetmen, son birkaç yıldır üzerinde uğraştığı, istanbul film festivali’nde de bölümler halinde gösterilmiş olan “tulse luper’in çantaları (the tulse luper suitcases)” projesinden 20 dakikalık bir kesit izletti. tulse luper hakkında konuşmaya girebilmem için, kafamı iyice toparlayıp, biriktirdiğim yegane entellektüel birikim üzerine biraz alkol almam gerekir sanırım, dolayısıyla bunu gerekli “link”lere bırakmayı yeğliyorum.
greenaway’in sınıflandırmasına göre sinemaya gelen seyircilerden 3te 1i herhangi bir greenaway filminde, salonu ilk dakikalarda terk edecek, geri kalan 3te 2 ise, verilen emeğe karşı bir ilgi göstermek isteyecektir. bu kalan grubun da yarısı salonu filmin yarısında terk edeceği için geriye sadece filmi sonuna kadar izleyen 3te 1lik bir dilim kalacaktır. greenaway’in de umudunu bağladığı kitle budur ve ona göre, biz o gün halihazırda orada onu dinliyor bulunmaktaydık. tabii mr. başıdik bu komik ironiye de bize düşünme payı bırakmadan kendi değindi ve berlinale sırasında böyle (3te 1lik) kıymetli bir kitlenin orada bulunmasının çelişkisi üzerine dem vurdu. akıllı olduğu kadar komik de olabildiğini gördük tekrar. greenaway, doğudan doğup da şu anda batıda bir yerlerde batmakta olan güneşin soluk ışıkları audimax’ın soğuk taş mimarisine son bir kez göz kırparken (ya da hava çoktan kararmıştı belki de, ama gözlerimiz greenaway'in görsel şovları karşısında kamaşmıştı: önce amsterdam'daki rijksmuseum için hazırladığı rembrandt tanıtım filmini ve daha sonra post-production aşamasındaki son projesi olan nightwatchingin trailerını izletti biz şanslı çocuklara) birkaç saat sonraki uçağımı kaçıracağımı ve ertesi gece berlinale galamı yaparken, fena olmayan bir macar filminin macar/amerikalı yapımcısının, filmini “batıda” göstermenin ne kadar keyifli olduğunu söyleyeceğini bilmiyordum. batı sanatını herşeyin üzerinde tutan greenaway, bir zamanlar doğu berlin’in en önemli caddelerinden birinin hemen arkasında yaptığı konuşmayı bitirirken, tüm salon ayağa kalkmaya hazırlanıyordu.