25 Ağustos 2004 gecesi, ertesi sabah 08.30 sularından Sirkeci Garı'ndan elimdeki Interrail bileti ile tek başıma 30 günlük bir kıta ziyaretine çıkacağımın yolculuğun arefesinde karnıma bolca ağrılar girmişti. Sanırım ÖSS'den beri ilk defa, gece uyku sorunu çekmiştim. 25 Ağustos 2006'da İzmir Foça'da kim olduğumu bile kanıtlayamacağım kadar "kimlik"!siz kalacağımı da tabii ki 2 sene önce aynı gün tahmin edemezdim.
Paramparça yatan camların arasında "Alarm" yazılı yapıştırıcıya bağlı parçalar enfes bütünlüğünü korurken, lime lime olmuş kırıkardan çok da farksız olmaksızca bu yekpare parçanın üzerindeki cam da sayamayacağım kadar çok kez çatlamış olmasına rağmen; parçalar her biri bir diğerine eşsiz bir güzellikle bağlı duruyorlardı. Biri demiş ki "yıkmak iyidir; yeniyi yaratmak için önce yıkmak gerekir" diye; cam kırığının her bir parçası gezdiğim başka sahillere, kentlere, kırlara; biraz önce denizin dibinde gördüğüm onlarca farklı renge ve araba kullanırken güneş gözlüğümde kırılan ışığın milyarlarca farklı tonlarına tekabül ediyordu heralde, ama sadece tek "kırılmayan" yekpare parça; fabrika yolunu tutmadan önce epey canlar beslemiş meşe ya da gürgen'in, kağıt haline geldiği o anın görüntüsünden biraz sonrasını canlandırdı gözümde. Kağıdın nereden geldiğini bilmiyordum, zaten önemli olan da kağıdın nereden geldiği değil, bana nasıl ulaştığıydı..
26 Ağustos 2004 günü kıtayı boylamasına katetmek için babama son kez el salladıktan birkaç hafta sonra; Güney Avrupa'nın kavurucu sıcakları yerini Felemenk diyarlarında patates kızartması kokuları arasında, balıkçı ve meyvecilerin doldurduğu ana meydandaki pazarda, elindeki torbaları güçlükle olmasa da; ileri yaşının verdiği belli belirsiz ağırlılıkla taşıyan yaşlı teyzelerden birinin üzerine damlayan ilk yağmur tanesine bıraktığında; 26 Ağustos 2006'da serinlemek için köşe bucak gölge aradığım bir günde; denize girdiğim Foça İngiliz Burnu'nda attığı oltanın altından geçtiğim için bana hayıflanacak adamın komik şapkasıyla denize girip de sonra balık kovası pek de dolmayarak, hoşnutsuz bir biçimde denizi terk edeceğini de görmemin imkanı yoktu. Brügge'e vardığımda aklımda çok fazla bir fikir yoktu bu şehirle ilgili. Zaten planlarım da burada 1 gece geçirmek üzerine kuruluydu ki, 3. gecenin ertesi sabahında Amsterdam'a yollanırken cüzdanıma koyduğum o kağıdı 2 yıl boyunca sakladıktan sonra; üzerinde 3 farklı dilde ismi yazılmış o filmi; şimdi o kağıdın içinde bulunduğu cüzdanı tutan adamın asla izleyeceğini de kesinlikle düşünmüyorum. Olsa olsa 3 farklı ülkeden 3 farklı banknotla ilgilendikten sonra cüzdanı bir yerlere fırlatacaktı ama 3 nesil sonra ancak fosilleşmiş halde bulunacak olan kağıdın üzerindeki 3 kelimelik isim hala aynı güzellikte duruyor olacaktır. Asıl önemlisi, o kağıtta neler yazdığı değil, o kağıdı bana kimin verdiğiydi sanırım..
Şimdi ona anlatacak yeni bir hikayem daha var. Belki Dünya Kupası'nda buluşamadık, belki zaten 3 gün daha bekleseydim Türkiye, Arjantin'le basketbol şampiyonasında oynarken gene yazacak şeylerim olurdu. Aslında, hiçbirini beklememe gerek yoktu, bir şeyler yazmaya da; zaten, yazmadığımız zaman da bir şekilde iletişimimiz yok muydu? Ben nerede olursam ya da o ne yaparsa yapsın... Görüntüler zaten hep canlı idi, ama, daha önce (sonradan da denediğimiz gibi) nasıl çalıştığını bile anlayamadığımız araba alarmı (arabayı nerdeyse ters çevirecektik ya gene de ötmezdi meret) sticker'ı o cam parçacıklarını birbirini bağlı tutarken, ve o parçalardan Emre'nin gözlerinin ışıltısı parlar ve gökyüzüne yönlenir; o sıcacık evde ailesine 100lerce kez tekrar mahcup olur ve anneannesinin bizden çok başımıza gelenlere üzüldüğünü görürken, teyzeler, enişte ve anneanne ve büyük teyzeyle hep beraber yenen yemeklerden birinin ertesinde veya olaydan hemen sonra babamın "hiç üzülme" tesellisinde daha da anlam kazanan ve aniden gözlerimin dolmasına neden olan o görüntü belki de hiç bir zaman işlenmeyecekti bu kadar güçlü şekilde beynime. Bir dahaki karşılaşmamıza (ki ne zaman olacağını bilmemize rağmen tek bildiğimiz böyle bir karşılaşma olacağı idi) kadar saklayacağımı kendi kendime söz verdiğim ve sonra ona gösterdiğimde belki yazdığını bile hatırlamayacağı veya, karşılığında o satırları yazdığı kalemi sakladığını söyleyeceği ama ne olursa olsun gözünde oluşacak o ışıltıyı zaten 2 yıldır her gün hayal etmişken; artık o kağıda bir daha bakamayacağımı bilmek, "kimliksizlik" durumundan daha acı geldi sanki bu kaza sonunda. Ya da aslında, "kimliksizlik" zaten de buydu.
O kağıt parçası, o ilk tanıştığımız akşam Brügge'deki eski ahşap mobilyalı taş bina hostelin ufak yuvarlak masasındaki 4lü sohbetimizde Rosario'nun "nasıl hatırlayamadığıma" şaşırdığı o film hakkında konuştuğumuz anı getirirdi gözümün önüne. Artık karşılaştığımızda ona ne vereceğimi bilmiyorum, yeni bir hikayem oldu sanırım ama onu anlatıp anlatmayacağımı da bilmiyorum. Ya da bir gün aklına gelir de sorarsa saklayıp saklamadığımı kağıdı ya da nerede olduğunu kağıdın. Gerçi o zaman da belki kağıdın nerede olduğunun önemi olmadığını söylerim ona ben de, önemli olanın ne olduğunu bilmediğimi de..